TÜRKİYE’NİN varlığını bir kişi
ile açıklama ve bir kişiye bağlama ısrarı yüz yıldan beri devam etmektedir.
Bütün tarihin akışı da bir kişinin hayatına sığdırılmaya çalışılmaktadır. Ülkenin
varlığını bir kişiye muhtaç bilen anlayış, bir dogma olarak egemenliğini
sürdürmektedir.
Ülkenin varlığı, “Olmasaydın olmazdık” gibi akıllara zarar bir formüle
bağlanmıştır. Dolayısı ile ülkenin varlığına neden olduğu var sayılanın bütün
yapıp ettiklerine katlanmak, bir alın yazısı, bir mecburiyet olarak
görülmektedir.
Bu bağlamda ülke, devlet ve nihâyet cumhuriyet kuruculuğu gibi unvanlar
yalnızca bir şahısla eşitlenerek açıklanmaktadır. Yine devleti/rejimi kuran
parti olarak da onun partisine isitisnâî bir ayrıcalığın tanınmış olmasından
dolayıdır ki partinin ilkeleri, “kurucu ilkeler” olarak da
nitelendirilmektedir. Bu anlayışı tahkim etmek için Millî Mücadele’nin parti
ile ancak yapılabildiği, partinin kuruluşunun ise Sivas Kongresi olduğu tezi tekrarlanmaktadır
(Alev Coşkun, CHP 101 Yaşında, Cumhuriyet Gazetesi, 9 Eylül 2020).
Bu tezin tarihî/toplumsal bir geçmişi bulunabilir mi? Padişahlık döneminde
ülke elbette sembolik düzeyde olsa bile padişahın sayılırdı ve “memâlik-i şahâne”
diye adlandırılırdı. Padişahlık döneminde doğup büyüyenler, o dönemin
okullarında eğitim almış olanlarda içselleştirilen bu görüş, Cumhuriyet
zamanında da sürüp gitmiştir. Halk yine önemsiz bir nesne olmaya, reaya kalmaya
devam etmiş, ülke yine bir kişinin görülmüş, halkın bu durumu içselleştirmesi
devlet zoruyla, okul ve adliye ile temin edilmeye çalışılmıştır.
Günümüz Türkiye’sinin varlığı elbette Malazgirt Savaşı’na (1071), Türkiye
Selçuklularının kuruluşuna (1078) kadar, ortalama 900 yıllık bir geçmişe
sahiptir. Elbette yüzyılların gelişmelerine bağlı olarak Türkiye’nin sınırları
bazen genişlemiş, bazen daralmıştır. Ancak hep varlığını korumuştur.
4-11 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nin en önemli gündem maddesinin “ABD mandasını
istemek olduğu” bilinmektedir. Günlerce süren tartışmalar ise “Manda isteğimizi ilân ederiz ancak ABD
kabul etmez ise siyâseten zor durumda kalırız” cümlesi etrafında
toplanmıştır. CHP’nin kuruluşunu Sivas Kongresi’nden başlatmak, siyâsî bakımdan
CHP için ağır bir yüktür! Bu parti, kendi geçmişi ile övünme hakkına sahiptir,
ancak hem övündüğü o geçmişi sahiplenmesi, hem de “Mandayı biz önledik, bağımsızlığı biz temin ettik” demesi, tarihin
tahrifinden başka bir anlam taşımaz.
Üstelik Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi’nin devamı sayılarak, Erzurum
Kongresi’nin kararları ve kongreyi toplayan Vilâyet-i Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’nin tüzüğü de aynen kabul edildiği gibi, adı değiştirilerek Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) yapılmıştır. Ancak cemiyetin tüzüğünde
Osmanlı Halîfesine/Padişahına ve İslâmiyet’e bağlılık vurgulanmıştır!
Meclis’in Ankara’ya taşınmasından sonra Kemal Paşa taraftarı olan
milletvekilleri, kendilerini “A-RMH Grubu” diye adlandırmıştır. “CHP Sivas Kongresi’nde kuruldu”
iddiasının kaynağı da bu olmalıdır.
Lâkin A-RMHC’nin tüzüğü ile CHP’nin tüzüğü arasındaki büyük farklılık, bu
iddiayı ortadan kaldıracak bir içeriğe sahiptir. Çünkü CHP iktidarında İslâm,
kamusal alandan bütünüyle ve lâiklik adına kanlı bir şekilde tasfiye
edilmiştir.
Elbette CHP’nin çelişkileri A-RMHC’nin devamı olmak iddiasından ibâret
değildir. Çoğu kez “Kuvay-ı Milliye Partisi” olduğu iddiasını da ileri
sürmektedir. Ne var ki, düzenli ordunun komuta heyetini oluşturan ve daha sonra
CHP’yi kuracak olan paşalar heyeti, Aralık 1920’de askerî operasyonlarla
Kuvay-ı Milliye gruplarını ortadan kaldırmıştır. Yani CHP, ordu gücüyle tasfiye
ettiği Kuvay-ı Milliye’nin partisi olmak gibi hayâlî bir iddianın da sahibidir.
Kendi geçmişinden duyduğu kuşku nedeniyle kendini aklama, millet nezdinde
saygınlık elde etme isteğinden dolayı kanla tasfiye ettiği Kuvay-ı Milliye’ye
sahip çıkıyor olabilir. Bu konu psikoloji ilminin imkânları ile ayrıca ele
alınmaya muhtaçtır.
Cumhuriyet’in temellerinin de Sivas Kongresi’nde atıldığı iddiası
inandırıcılıktan hayli uzaktır. Çünkü Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasını
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından bağımsız düşünmek, “Türk halkının
karakterine cumhuriyet uygun olduğu için kurulduğunu” iddia etmek veya yönetici
seçkinlerin kendi özgür iradeleri ile bu kararı aldıklarını savunmak, mizâhî
içerikten başka bir anlam taşımaz.
Savaştan yenilerek çıkmış olan Almanya, Avusturya, Macaristan ve
Bulgaristan’da hangi güç ve irade padişahlığı/krallığı yıkarak cumhuriyet ilân
etmiş ise, Türkiye’deki yönetim değişikliğini, padişahlık yerine cumhuriyetin
kurulmasını da o güç ve iradeden bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Türkiye’de cumhuriyetin kurulması bir iktidar mücadelesini de kapsamıştır.
Bu mücadeleyi İstanbul’daki Padişah Vahideddin değil, Ankara’daki Kemal Paşa kazanmıştır.
Türkiye’nin bazı bölgelerini işgal etmiş olan İtilâf Devletleri de tercihlerini
Vahideddin yönünde değil, Kemal Paşa yönünde kullanmışlardır. Onunla barış
anlaşmaları yaparak iktidarını pekiştirmişlerdir.
İtilâf Devletlerinin ortadan kaldırmak istedikleri padişahlığı
güçlendirecek ve koruyacak işler yapmaları, dönemin şartları içinde mümkün
değildir.
Eskiden daha çok medyada CHP’nin uzantısı durumunda olanların, CHP’yi, onun
ilk genel başkanını, Türkiye’nin, devletin ve Cumhuriyet’in kurucusu olarak
göstermeye çalıştıkları bilinmektedir. Son dönemde bu çalışmaya AK Parti
çevresinden de katılanlar olmuştur (İbrahim Karagül, “Canan’ı Hangi Güç
Getirdiyse Kılıçdaroğlu’nu da O Getirdi: Atatürk’ü CHP Eliyle Bitirecekler!”,
Yeni Şafak Gazetesi, 15 Eylül 2020).
Türkiye hâlâ tek parti dönemini yaşıyor olmasın?
Karagül yazısında, CHP’nin ve ilk genel başkanının ülkeyi, devleti ve Cumhuriyet’i
kuran parti olduğu iddiasını sahiplenmiştir.
“Bir siyâsî partinin kendi geçmişini, ilkelerini abartmasının ne önemi
var?” denilebilir. Abartı partinin iddiaları ile sınırlı kalsa, belki zararı da
kendi sınırlarından ibâret kalır. Ancak Türkiye’nin şartları bambaşkadır. Çünkü
CHP uzun bir dönem tek parti yönetimi ile Türkiye’ye hâkim olmuştur. Partinin
ilkelerini bütün idârî mevzuata “Türkiye’nin kurucu ilkeleri” olarak
yerleştirmiştir. Partinin tarihi, her kademeden okulda ders kitabı
durumundadır.
Günümüzde halkın özgür iradesiyle seçilim, TBMM’ye gidenlerin milletvekilliği,
ancak CHP ilkelerine/Atatürk ilkelerine sadâkat yemini ile mümkün
olabilmektedir. Acaba tersinin olması mümkün olabilir mi?
“AK Parti’nin ilkeleri” sayılan hususlardan oluşan bir milletvekilliği
yemin metnine CHP camiası ne der? Elbette kabul etmez! CHP ilkelerinin yani
altı okun, devleti, ülkeyi, Cumhuriyet’i kuran ilkeler olduğu iddiası
bilinmektedir. Bu iddia ile bütün bu yapılanlara meşruiyet kazandırılmaya
çalışılmaktadır.
CHP camiası halkın çoğunluğunun seçtiği Cumhurbaşkanı’nı “partili
Cumhurbaşkanı” diye eleştiri konusu yapmaktadır. Buna karşılık, ilk Genel Başkanları,
hiçbir seçime katılmadan 17 yıl Cumhurbaşkanı yapmıştır. Bu süre içinde yine
Genel Başkan olarak da kalmıştır. Ancak onun partililiği yok sayılmaktadır.
Hâlbuki bir şey yanlış ise, herkes için yanlıştır; doğru ise, herkes için
doğrudur. CHP camiasını böyle emsâlsiz çelişkiler içine iten temel neden,
devleti, ülkeyi, Cumhuriyet’i kurma iddiasıdır.
Aynı zamanda partinin ilk Genel Başkanı da tek parti döneminde olduğu gibi
bütün kamusal alanda egemen durumundadır. Hiçbir seçime katılmamış, hiçbir
seçim kazanmamış ve partili olan CHP’nin ilk Genel Başkanı, devirlerin,
iktidarların, kuşakların değişmesine rağmen kamusal alandaki egemenliğini “kuruculuk”
tezine borçludur.
Kuruculuk iddiasının bir temeli, objektif bir tarafı yoktur. Tümüyle bir
partinin siyâsî görüşüdür. Herkesin, bütün siyâsî kesimlerin bu iddiayı kabul
etmeye zorlanması, özgür düşünce ve özgür siyâsetin önünde bir engeldir.
CHP’nin doğru/yanlış kendi genel başkanı için tayin ettiği, kurguladığı
tarihî misyonu neden diğer siyâsî partiler/görüşler kabul etmeye mecbur
olsunlar?
Türkiye bu hâliyle hâlâ tek parti dönemini yaşamaktadır. Bunun çözüm yolu
çok basit ve açıktır: Tek parti döneminden kalan, idârî mevzuattaki bütün CHP
izleri silinmelidir! CHP, yalnızca diğer partilerden biri olarak kalmalıdır.
Oklarına ayrıcalık tanınarak yemin konusu olması mevzuattan çıkarılmalıdır.
CHP’nin tarihi, ancak kendisi için önemlidir ve ilgilenecek olan kişiler
açısından tercih konusu olmalıdır.
CHP’nin oklarına sadâkat yemini eden, CHP’nin ilk Genel Başkanının yolundan
ayrılmayacağına söz veren bir şahsın, bir partinin, farklı bir siyâsî parti
olma özelliği kalır mı? Bu durumda CHP dışındaki bütün partilerin varlığı
anlamını yitirmektedir.
Zaten bu yüzden olmalı ki, CHP, kaybettiği bütün seçimlerden sonra, iktidar
olan her partiyi CHP oklarına sadâkati olup olmadığı konusunda sorgulama
hakkını kendinde görmektedir. Bütün askerî darbelerin ilk gerekçesi, CHP
oklarından sapıldığı iddiasına dayanmaktadır.
Yüz yıldan beri CHP’nin varlığı, halkın özgür iradesine bağlı olarak
iktidar değişmesini ya kısıtlamış ya da bütünüyle engellemiştir. CHP’nin
varlığı özgür seçimler için sorun olmaya devam etmektedir. CHP, kuruculuk
iddiası ile diğer partilerin seçim kazansalar da elde edemeyecekleri bir
statünün sahibi olduğu gibi, tek parti döneminin sonucu olarak zengin bir
holding durumundadır.
İktidarında dışarıdan, Hint Müslümanlarından gelen yardım paralarını gasp
edip İş Bankası’na sahip olduğu gibi, külliyetli miktarda da gayr-i menkulün
sahibidir CHP!
Hazîne’nin imkânları ile yapılan Çankaya Sarayı, ilk Genel Başkanın şahsî
malı olarak tapu kaydına geçirilmiş, ardından mîras yoluyla CHP’ye intikali
temin edilmiştir. 1947’de Çankaya Sarayı, CHP tarafından yeniden Hazîne’ye
büyük bir meblağ ile satılmıştır.
CHP mevcût hâliyle olağan bir hukuk düzenine, açık bir siyâsî yapıya
engeldir. Tarihin tahrifine dayalı tezlerini “devlet görüşü” olarak yüz yıldan
beri kamusal alana hâkim kılmıştır.
AK Parti için çok önemli olan yıldönümleri milletin tamamını ne ölçüde
bağlayıcı olarak görülebilir ise, CHP’nin geçmişinde çok önemli sayılan
olayların yıldönümleri de aynıdır. Sadece CHP camiasını bağlar, bağlamalıdır.
Bütün milleti bağlayan ve ilgilendiren bir içeriği yoktur.
CHP, kendi kendini feshederek bu millete tarihte benzeri görülmemiş bir
hizmette bulunabilir.