Devlet burada, bürokrat nerede?

Cenab-ı Allah’ın seçtiği bir milletin devlet yapısında yer alan bireylerin, Allah, Peygamber ve millet nezdinde sorumlu oldukları açıktır. Bu makamlarda oturup da oradan nüfuz edinmeye çalışanların ve o makamın gücünün verdiği kudret hissiyle kibre kapılarak milletinden uzaklaşıp Hakk kapısından şeytan gibi kovulması gerekenlerin o makamlarda yeri olamaz.

KİM ne derse desin, Türkiye, büyük bir devlettir. Bu büyüklük ona iki kaynaktan gelen bir mirastır; Türklük ve İslâmiyet… Bu kaynaklara bakıldığında, Türkiye’nin devlet itibarıyla Hunlar ve Göktürkler cihetinden Türklük, Selçuklu ve Osmanlı cihetinden de İslâmlık mirası aldığı söylenebilir.

Türk devlet geleneğinin Türk ve İslâm’ı bünyesinde terkip ederek kurduğu cihan devletleri olan Selçuklu ve Osmanlı kaynaklı büyük miras, bugün bizi bir cihan devleti olmaya zorlayan aktif ve itici bir kuvvettir.

Türklerin diğer milletlere göre ayırıcı vasfı, ordu-millet oluşlarıdır. Bu ordu-millet oluşun temel dinamikleri, Türklük tarafından bakılacak olursa Oğuz Kağan Destanı’nda yatar. Bu destanda hedef olarak ifadesini bulan “Daha deniz daha müren/ Güneş bayrak gök kurukan” dizeleri, bir cihan hâkimiyeti mefkûresini terennüm eder. Öyle ki, destanı dillendiren millî ruh, dünyanın bütün deniz ve ırmaklarına hâkim olarak yeryüzünü milletine yaraşır bir otağ hâline getirmeyi ve güneşi de bu otağa sancak olarak çekmeyi temel gaye edinmektedir.

Bu destanda dikkat çeken bir tip olan Uluğ Türk, Oğuz Kağan’ın hedeflerini bir nizama koyarak bunu gerçekleştirecek müşterek akıldır ki bu tip, bizim yönetim anlayışımızda millî bürokrasinin ilk enmuzecine tekabül eder.

Oğuz Kağan Destanı’nın dinamiklerini, Orhun Yazıtları’nda işlevsel olarak kullanılan kağan, millet ve töre kavramlarında buluruz. Bu yazıtlarda, kağan devleti, millet Türk milletini, töre de millî kültür ve yönetim ilkelerini temsil eder. Türk hâkimiyet anlayışının üç temel ayağı, bu üç unsurdur. Bu yazıtlar, tarihî bir metin oldukları için, burada bir destan karakteri olarak millî bürokrasiyi temsil eden Uluğ Türk’ün yerini, gerçek bir şahsiyet olan Vezir Tonyukuk alır.

Tonyukuk, “Gece uyuyacağım gelmedi, gündüz oturacağım gelmedi” diyerek kendisini milletinin kudret ve refahına hasretmiş olan bir vezirin hayatını ortaya koyarak yapıp ettiklerini anlatır. Bu tarihî metin bize, bugün Tonyukuk’un makamında oturan yöneticiler ve devletlû bürokratlar için muhteşem bir rol model sunmaktadır.

 

 

Türkler İslâmiyet’in kabulünden sonra kut anlayışının yerine İlâ-yı Kelîmetullah ilkesini ortaya koymuşlar ve “Devlet-i ebed müddet” prensibini hayata geçirmişlerdir. Bu prensibe dayanan Osmanlı’yı bir cihan devleti hâline getiren şey, bürokratlarını bu ilkeye göre yetiştirmesidir.

 

Orhun Yazıtları’ndaki üç temel unsuru İlk İslâmî Dönem siyasetnamemiz olan Kutadgu Bilig’de de buluruz. Burada Küntoğdı hükümdarı; bu hükümdarın hedeflerine gitmesi için onunla aynı anlayışı paylaşan Vezir Aytoldı, mutluluk ve refahı; vezirin oğlu Ögdülmiş aklı; vezirin kardeşi Odgurmış da akıbeti temsil etmektedir. Bu örnek, bugünkü bürokrasinin yerini tutan vezir, vezirin oğlu ve vezirin kardeşiyle bize, devlet atını nasıl bir amaca göre sürmek gerektiğini çok açık bir biçimde göstermektedir. Burada hükümdar adalet ve yasayı, vezir ve şürekâsı da mutluluk, refah, akıl ve akıbeti temsil etmektedirler. Bu durumda Yusuf Has Hacip atamız, bize adalet, kanun, akıl, refah ve akıbet fikirleriyle harmanlanan bir yönetim anlayışı kurmayı salık verir.

Eserde bu anlayışın adı “köni törü” (doğru töre) şeklinde yer alır. Demek ki Has Hacip atamız, devlet çarkını döndürecek bürokratlarda aklı, hizmetinde bulundukları milletin kudret ve refahı için hak ve adaletten ayrılmadan kullanma şartına bağlamaktadır. Bunu yaparken onların vicdanlarına da akıbet yani yapıp ettiklerinin hesabını verecekleri ulu dîvan korkusunu yerleştirmektedir.

Has Hacip’in “köni törü” kavramı, toplumu mutlu edecek ve onları refaha eriştirecek unsurların doğru ve adil bir şekilde uygulanmasını ifade etmektedir. Burada liyakat, emaneti ehline vermek, yasadan taviz vermemek, yönetimde adil ve insaflı olmak, devlet ve milletin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutmak gibi esaslar, törenin doğru (köni) uygulanmasının olmazsa olmaz şartlarıdır.

Hele bu uygulamaların yapılmasında vicdanlara bir kor gibi düşen akıbeti düşünmek fikri, bürokratların en çetin sınavıdır. Bu demektir ki, bürokratlar yüksek iman, ahlâk ve vicdan sahibi insanlar arasından en liyakat sahiplerinin seçildiği insanlar olmalıdır. Bunların yönetimdeki bariz vasıfları ise akıllarını yani bilgi ve birikimlerini toplumun refahı için kullanmalarıdır.

 

Bu millet, Hakk’ın buyruğunu cihana hâkim kılmayı kendi kaderi bilmiş bir millettir. Böylesi yüce bir milletin makamlarını bu yüce gayeden habersiz kişilerin doldurması en azından gaflettir.

 

“Devlet-i ebed müddet” için

 

Türklerde devlet, Gök Tanrı’nın kutunun millet üzerinde tecelli etmesi için olmazsa olmaz bir yapıdır. İşte bu sebeptendir ki, Türkler ekmeksiz ve aşsız olmuşlar ama devletsiz olamamışlardır. Türkler İslâmiyet’in kabulünden sonra kut anlayışının yerine İlâ-yı Kelîmetullah ilkesini ortaya koymuşlar ve “Devlet-i ebed müddet” prensibini hayata geçirmişlerdir. Bu prensibe dayanan Osmanlı’yı bir cihan devleti hâline getiren şey, bürokratlarını bu ilkeye göre yetiştirmesidir.

Bu ilkeye göre Cenâb-ı Allah’ın buyrukları her şeyin üstündedir. Bir devlet, ancak bu buyrukları devlete ve devletin hükümran olduğu coğrafyalara ve mümkünse bütün cihana hâkim kıldığında cihan devletidir. Bürokratlar da bu hâkimiyeti sağlamak için gayret kuşağı kuşanarak hizmete soyunan bireylerdir. Hizmette esas olan şey, devletten nemalanmak, devletin gücünü kendi çıkarlarına göre kullanmak değil, mutlak bir kulluk bilinciyle harekettir. Bu anlayışta bürokrat, Hakk karşısında kul, millet karşısında da sade bir hizmetçidir. Onun bütün kazanımı, Allah’ın ve milletinin rızasıdır.

Bu anlayışla yetişen Osmanlı bürokratı, Allah ve millet rızasının dışında başka bir şeref aramayan farklı bir insandır. İslâmî ilkeleri bir ahlâk dizgesi hâline getirerek, Peygamberî ahlâkı bütün fertlerin ahlâkı hâline getirmeyi amaçlayan tasavvuf, bir yandan da bürokratları kendi terbiye sistemi içerisine alıyordu. Böylelikle onları tahta kılıçla cenk eden ve bunu cihadın izzeti için yapan dervişler konumuna getiriyordu. Yani bürokratlar bu cengi devletin her sahada yücelmesi için yapıyorlar ve bunu yegâne şeref olarak biliyorlardı.

Hâl böyle olunca bürokrat, devlet atının dizginlerini çekip onu yoldan çıkaran bir menfaatperest değil, aksine devlet atının dizginlerini hem düşmanın, hem de kendi nefsinin üzerine salan bir ilâhî süvari hükmünde idi. Bürokratın vicdanı önce Allah’ın, sonra Cenab-ı Peygamber’in, ardından da milletinin takdir ve rızasını kazanmakla rahat ediyordu. İşinin ehli olup yetim hakkı gözetmeyi Peygamberinin buyruğu biliyor, devlet malını Hazreti Ömer hassasiyetiyle koruyor ve adaletten ayrılmamayı “iki cihan saadetini temin eden biricik gaye” olarak görüyordu.

Öyle ki bu bürokratlar, devlet gemisinin karaya oturacağını herkesten önce görerek bunun tedbirini almak için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Koçi Bey örneğinde olduğu gibi, bu bapta risaleler yazıyor ve yetkilileri bir deniz feneri gibi uyarıyorlardı. Bazen de Haçova Savaşı’ndaki Hoca Saadettin Efendi gibi, savaşın kaybedileceği endişesiyle savaştan yüz geri eden hükümdarın atının yularına yapışıyor ve hükümdarı savaş meydanında tutarak savaşın kazanılmasına öncülük ediyordu. Çünkü devletin zaafa uğraması demek, Allah’ın hükmünün yükseltilmesine mânî olacak bir fitne demekti. Bu tehlikenin önünü almak için canını ortaya koyarak devletinin bekâsı ve devamlılığı için bir ömür sarf ediyorlardı.

 

 

Hizmette esas olan şey, devletten nemalanmak, devletin gücünü kendi çıkarlarına göre kullanmak değil, mutlak bir kulluk bilinciyle harekettir. Bu anlayışta bürokrat, Hakk karşısında kul, millet karşısında da sade bir hizmetçidir. Onun bütün kazanımı, Allah’ın ve milletinin rızasıdır.

 

Evet aziz okuyucular, bu örnekleri alabildiğine çoğaltmak ve olabildiğince yorumlamak mümkündür ancak bilmemiz gereken şey, devletin önemli makamlarına geçmiş olan insanların, devlet ve millet konusunda sınırsız bir hassasiyete sahip olmalarıdır. Özellikle Türk Devleti’nin herhangi bir makamında oturan birinin sırtında Peygamber postu, erenler postu, millet postu ve hakkaniyet postu vardır. Bu itibarla Cenab-ı Allah’ın seçtiği bir milletin devlet yapısında yer alan bireylerin, Allah, Peygamber ve millet nezdinde sorumlu oldukları açıktır. Bu makamlarda oturup da oradan nüfuz edinmeye çalışanların ve o makamın gücünün verdiği kudret hissiyle kibre kapılarak milletinden uzaklaşıp Hakk kapısından şeytan gibi kovulması gerekenlerin o makamlarda yeri olamaz.

Türk milletinin devlet makamları, Peygamber’in müjdesine mazhar olmak için İstanbul’u fetheden Fatih’in ve devlet bayrağını serden geçerek surlara diken Ulubatlı Hasan’ın makamıdır. O makamlara oturan her bürokrat, o bayrağı alıp o surlara canı pahasına dikmekle yükümlü birer Ulubatlı olmalıdır. Eğer bir bürokrat bunu yapacak cesaret, iman ve fedakârlıktan yoksun ise, o makamda oturmak onun iki cihanda da veremeyeceği bir hesaptır.

 

Zihniyet değişmeden devlet yücelmez. Bürokratları kendisine köstek olan bir devletin başındaki kişi kim olursa olsun, ileri bir adım atması mümkün olmaz.

 

Son söz

 

Bu millet, Hakk’ın buyruğunu cihana hâkim kılmayı kendi kaderi bilmiş bir millettir. Böylesi yüce bir milletin makamlarını bu yüce gayeden habersiz kişilerin doldurması en azından gaflettir. Şayet gaflet değilse, o makamlara bir sızma olmuş ve o makamlar işgal edilmiş demektir. Yüce Türk milletinin tarihî görevi, sıradan bir devlet vazifesi değildir. Orada Hakk’ın buyrukları, Peygamber’in sünneti, velilerin himmetleri ve milletin hacetleri vardır.

Ne yazık ki bugünün Türkiye’sinde zihnini ve gönlünü bâtıla satmış gizli hainler, kendi çıkarlarını milletin çıkarının önüne koyan açgözlüler, devletin gücünü kendi gücü sanarak burunları bulut çizen ekmeği yenilmez suyu içilmez bazı kibirli bürokratlar; medeniyetinden, tarihinden, irfanî birikiminden, mensup olduğu milletin rüyasından ve devletinin bekâsından habersiz nasipsizlerdir. Ele geçirdikleri makamları, kendilerinden daha liyakatli olanlar ele geçirmesinler diye olmadık tuzaklar kuran bu fitnekârlar, makamları adeta işgal etmişlerdir.

Aziz okuyucu, unutulmaması gereken şey şudur: Osmanlı yükselirken, o yükselişin temelinde Şeyh Edebali’nin nasihati yatar. Edebali’nin bu nasihati Osmanlı’ya İslâm ahlâkını bir kaftan gibi giydirince onu nereden nereye taşımış, gayet açıktır.

Bugün Devlet’in aziz makamlarını işgal eden haris, kifayetsiz, çıkarcı ve milletine tepeden bakan bürokratların Devlet’in ilerlemesinden çok geriye gitmesine hizmet ettikleri aşikârdır. O zaman bunların hak etmedikleri o makamlardan uzaklaştırılarak yerlerine Hakk’ın buyruğunu, Peygamber’in tavsiyesini ve erenlerin irşadını kendilerine kılavuz edenlerin geçmesi esastır. Devlet gemisini yürütme becerisini ahlâk edinmiş insanlara şedit bir ihtiyaç vardır.

Aziz okur, zihniyet değişmeden devlet yücelmez. Bürokratları kendisine köstek olan bir devletin başındaki kişi kim olursa olsun, ileri bir adım atması mümkün olmaz. Zaman, bizi Türkiye Yüzyılı’nın eşiğine getirmiş ve bırakmıştır. Türkiye Yüzyılı, Türklük bilinci ve İslâm şuurunun birlikte oluşturduğu bir anlayışla geçilecek özel bir geçittir. Bunun gerek şartıysa dinini, medeniyetini, tarihini, dilini ve coğrafyasını kendi adı gibi bilen ve bu aziz Devlet’in yücelip ileri gitmesini kendi çoluk çocuğunun yücelip ileri gitmesi gibi bilen bürokratların vazife almalarıdır.

Bu bürokratlar, parayla pulla işi olmayan, Devlet’in en küçük bir zaafını şahsî sağlığının bozulması gibi algılayan kişiler olmalıdır. Uykularını, falanca veya filancayı engellemek düşüncesiyle kaçıranlar yerine, devlet ve milletin başına gelecek belâların endişesiyle kaçıran bürokratlara ihtiyaç vardır.

Velhasıl bu toprakların değerleriyle büyümüş, milletiyle, devletiyle, tarih, din ve medeniyetiyle barışık bürokratlara ihtiyaç vardır. Bürokratlarda böylesi bir zihniyet devrimi olmadığı sürece toplumsal çürümenin önüne geçilemez. Bizim bulundukları yerde takoz olan bürokratlara değil, vatan ve millet düşmanlarının başına topuz gibi inen iman erlerine ihtiyacımız vardır.

Ey Devlet Kafilesi’nin başını çeken Yiğit Süvari! Devlet-i Ebed Müddet için bu nasipsizleri devlet atına bindirme. Ve Allah rızası için unutma; Peygamberimiz, “İşi ehline verin” buyurmuştur…