Devlet Baba’dan din eğitimi beklentisi ve biblo çocuklar

Hızlı çağın hızla yarışan modern ebeveynler çocuklarını biblolaştırdı. Zamansızlıktan dışı şahane, içi kimsesiz yavruların eşyadan mülhem armağanlarla tozu alınır oldu. İçini donatmak okullara, sosyal medya ağlarına, televizyon programlarına bırakıldı. Ağaç dalından yapılma oyuncak atlar unutuldu. Şimdi metal atlara biniyoruz genç yaşlı hepimiz. Bez bebeklerin yokluğunu aratmayacak taş bebek güzelliğinde çocuklarımız var. Her şeye sahip ama hiçbir şeyle mutlu olamayan çocuklarımız…

SEVİLMEKTEN başka beklentisi olmayan çocuklarımız, çocukluğumuz vardı bizim. Okula ilkin annelerden duyulan “anadili”ni okuyup yazmak, matematiğin temeli rakamları bilmek, hayat bilgisi dersiyle birlikte yaşadığımız insanları ve içinde bulunduğumuz kâinatın şartlarını, toplum olma ihtiyaçlarını öğrenmek için gidilirdi. Çocuklar dinlerini, anne-babaları nasıl inanıyorsa öyle öğrenirdi. Politikacı amcaların malzemesi olmaya fırsat verilmezdi.

Bütün çocuklar siyah ya da mavi önlükleri, beyaz yakalarıyla eşitlenir, kimse kimsenin marka giysisi ile kendi giydiklerini kıyas etmezdi. Devlet Baba’nın okullarında okunurdu. Evlerine yakın okullara kayıt yaptırılır, ilk sosyalleşme tecrübesi edinilirdi. İlkokul bitince sınava girilirdi; ortaokul, kızlar için büyüdüklerine işaret eden forma değişikliğiydi. Erkek çocukları ceket giymenin, kravat takmanın heyecanını yaşar, “adam olmak” menkıbesinin ilk adımını atarlardı. Ardından lise eğitimi gelir, adâbınca âşık olmanın serüveni başlardı. Erkekler kız arkadaşlarını incitmekten hayâ ederdi, kız çocukları ise mahcubiyeti bilirdi.  

Ağaç dalından yapılmış tahta atları koştururdu sokaklarda erkek çocukları. Rüzgârı saçlarında hisseder, tarihî hikâyelerden öğrendiği gerçek atlarla kıtalar dolaşmayı hayâl ederdi. O hayâl ki, bir atın yeleleri kadar gür ve özgürdü.

Bez bebeklerle oynardı kız çocukları. Dikip biçmeyi öğrenirdi anneciğinden. Bebeğini uyutunca, bir tığ, bir yumak ile dantel örmesini öğrenirdi. Her yanlış yapışında, içi giderek söktüğü danteli söylerdi ona -hayatın dikkat edilesi bir emekle yaşanacağını-.

Sınıflar meyve kokardı yerli malı haftasında. Her neye sahipsek yerliydi, millîydi. Bir kışlık, bir yazlık ayakkabısı olurdu çocukların. Çoğunluğun ayakları, ağabeyi ve ablasının yürümekle eskitemediği ayakkabıları taşırdı. Kazaklar el örgüsü olurdu. Eskimiş iki kazak sökülür, ipler birbirine katılır, kırçıllı ve kalınca bir hırkaya dönüşürdü. Ve en güzel masallar, soba arkasında, eğninde o hırka varken dinlenirdi.

Gıdalar henüz paketlenmemişti. Raf ömrü ile ömür törpüsü olan ürünler değil, şifa olacak yiyecekler tarladan sofraya gelirdi. Patlayan mısırı kimin kuruttuğu, cevizle fındığı kimin topladığı bilinirdi. Köyden gelirdi gıdalar, dostlarla komşular arasında pay edilerek evlerde çeşit zenginleşirdi. Ay çekirdeği tekerlek hâlinde satılırdı pazarlarda. Kavun ve karpuzun çekirdekleri güneşin elleriyle kurutulur, bir parça tuz ile kavrulur, kış gecelerinin çerezi olsun diye bez torbalara konularak saklanırdı. Malatyalı komşudan kuru kayısı, İzmirli komşudan kuru incir geleceğinden neredeyse emindi çocuklarımız, çocukluğumuz. Doğaldı her şey ve bu doğallık saf yanını korurdu kalplerin. İçinde ne olduğunu bilmediğimiz maddeler sağlık tehdidi oluşturmazdı.

Gün batmadan girilirdi evlere. Maaile yenirdi yemekler. Baba helâl kazanmanın, anne yavruları için yemek yapıp evi temiz tutmanın, çocuklar oyun oynamanın, hayâl kurmanın yorgunu olurlardı. Yorulunca güzel uyunur, güzel uyununca psikolojik sendromlar hortlamaz, çocuklar tırnaklarını yemez, içinin dehlizine gömülmez, iyi ya da kötü bir çatının altında olmanın güveniyle yaşarlardı.

Anneler pek çalışmaz, çalışmak zorunda olan annelerin çocuklarına komşunun evi aynı şefkatle koruyucu bir sığınak olurdu.

Geceler sanki daha uzundu. Tek kanallı televizyonda bir dizi ve bir sinema seyredilip kapatılır, sohbete mutlaka zaman ayrılırdı. Erken yatılırdı; rüya görmek için derin uykuya ihtiyaç olduğu söylenir, çocukların saf kalpleriyle kurdukları hayâller, rüyalarına taşınırdı. Ev işlerinin yorgunluğu kadardı şefkatin tebessüm hâli… “Haydi uykuya!” denince, çocuklar annelerine kıymaz, bir sözünü iki etmeden, her nerede uyuyacaksa orada başını yastığa koyardı.

Çocuklarımızın ruhu ailenin rehberliğindeki Allah sevgisi ile beslenirdi. Kalbi şefkat, sevgi ve merhametle büyütülür, karnı “Besmele” çekilerek başlanan sofralarda doyurulurdu. Aklı okullarda hakkı ödenmez öğretmenlere emanet edilirdi. Yazın Kur’ân kurslarına gidilir, Kur’ân-ı Kerîm öğrenilirdi. Matematik, fizik, kimya ve biyoloji okullarda ehli tarafından öğretilir, din eğimini ebeveynler verirdi. Çünkü anne ve babalar Devlet Baba’dan önce din eğitiminden kendilerinin mesul olduğunun bilincindeydi.

Böyle görür, böyle büyürdü çocuklar. Çok mutlu ve çocuk gibi çocuklarımız vardı bizim.

Sonra modernizm uğradı ülkemize. Bilgi dâhil, her şey paketlendi. Hızlı çağın hızla yarışan modern ebeveynler çocuklarını biblolaştırdı. Zamansızlıktan dışı şahane, içi kimsesiz yavruların eşyadan mülhem armağanlarla tozu alınır oldu. İçini donatmak okullara, sosyal medya ağlarına, televizyon programlarına bırakıldı. Ağaç dalından yapılma oyuncak atlar unutuldu. Şimdi metal atlara biniyoruz genç yaşlı hepimiz. Bez bebeklerin yokluğunu aratmayacak taş bebek güzelliğinde çocuklarımız var. Her şeye sahip ama hiçbir şeyle mutlu olamayan çocuklarımız…

***

Dergimizin ana temasını, “Çocuklarımız ve Eğitim Sistemi” mevzuu olarak belirledik ve akla gelecek sorulara cevap bulacağınıza inanarak hazırladık. Huzurlu okumalar diliyorum efendim.

Hoşnut kalınız!