
SEVİLMEKTEN başka beklentisi
olmayan çocuklarımız, çocukluğumuz vardı bizim. Okula ilkin annelerden duyulan
“anadili”ni okuyup yazmak, matematiğin temeli rakamları bilmek, hayat bilgisi
dersiyle birlikte yaşadığımız insanları ve içinde bulunduğumuz kâinatın
şartlarını, toplum olma ihtiyaçlarını öğrenmek için gidilirdi. Çocuklar
dinlerini, anne-babaları nasıl inanıyorsa öyle öğrenirdi. Politikacı amcaların
malzemesi olmaya fırsat verilmezdi.
Bütün
çocuklar siyah ya da mavi önlükleri, beyaz yakalarıyla eşitlenir, kimse
kimsenin marka giysisi ile kendi giydiklerini kıyas etmezdi. Devlet Baba’nın
okullarında okunurdu. Evlerine yakın okullara kayıt yaptırılır, ilk sosyalleşme
tecrübesi edinilirdi. İlkokul bitince sınava girilirdi; ortaokul, kızlar için
büyüdüklerine işaret eden forma değişikliğiydi. Erkek çocukları ceket giymenin,
kravat takmanın heyecanını yaşar, “adam olmak” menkıbesinin ilk adımını atarlardı.
Ardından lise eğitimi gelir, adâbınca âşık olmanın serüveni başlardı. Erkekler
kız arkadaşlarını incitmekten hayâ ederdi, kız çocukları ise mahcubiyeti
bilirdi.
Ağaç
dalından yapılmış tahta atları koştururdu sokaklarda erkek çocukları. Rüzgârı
saçlarında hisseder, tarihî hikâyelerden öğrendiği gerçek atlarla kıtalar
dolaşmayı hayâl ederdi. O hayâl ki, bir atın yeleleri kadar gür ve özgürdü.
Bez
bebeklerle oynardı kız çocukları. Dikip biçmeyi öğrenirdi anneciğinden.
Bebeğini uyutunca, bir tığ, bir yumak ile dantel örmesini öğrenirdi. Her yanlış
yapışında, içi giderek söktüğü danteli söylerdi ona -hayatın dikkat edilesi bir
emekle yaşanacağını-.
Sınıflar
meyve kokardı yerli malı haftasında. Her neye sahipsek yerliydi, millîydi. Bir
kışlık, bir yazlık ayakkabısı olurdu çocukların. Çoğunluğun ayakları, ağabeyi
ve ablasının yürümekle eskitemediği ayakkabıları taşırdı. Kazaklar el örgüsü
olurdu. Eskimiş iki kazak sökülür, ipler birbirine katılır, kırçıllı ve kalınca
bir hırkaya dönüşürdü. Ve en güzel masallar, soba arkasında, eğninde o hırka
varken dinlenirdi.
Gıdalar
henüz paketlenmemişti. Raf ömrü ile ömür törpüsü olan ürünler değil, şifa
olacak yiyecekler tarladan sofraya gelirdi. Patlayan mısırı kimin kuruttuğu,
cevizle fındığı kimin topladığı bilinirdi. Köyden gelirdi gıdalar, dostlarla
komşular arasında pay edilerek evlerde çeşit zenginleşirdi. Ay çekirdeği
tekerlek hâlinde satılırdı pazarlarda. Kavun ve karpuzun çekirdekleri güneşin
elleriyle kurutulur, bir parça tuz ile kavrulur, kış gecelerinin çerezi olsun
diye bez torbalara konularak saklanırdı. Malatyalı komşudan kuru kayısı,
İzmirli komşudan kuru incir geleceğinden neredeyse emindi çocuklarımız, çocukluğumuz.
Doğaldı her şey ve bu doğallık saf yanını korurdu kalplerin. İçinde ne olduğunu
bilmediğimiz maddeler sağlık tehdidi oluşturmazdı.
Gün
batmadan girilirdi evlere. Maaile yenirdi yemekler. Baba helâl kazanmanın, anne
yavruları için yemek yapıp evi temiz tutmanın, çocuklar oyun oynamanın, hayâl
kurmanın yorgunu olurlardı. Yorulunca güzel uyunur, güzel uyununca psikolojik
sendromlar hortlamaz, çocuklar tırnaklarını yemez, içinin dehlizine gömülmez,
iyi ya da kötü bir çatının altında olmanın güveniyle yaşarlardı.
Anneler
pek çalışmaz, çalışmak zorunda olan annelerin çocuklarına komşunun evi aynı
şefkatle koruyucu bir sığınak olurdu.
Geceler
sanki daha uzundu. Tek kanallı televizyonda bir dizi ve bir sinema seyredilip
kapatılır, sohbete mutlaka zaman ayrılırdı. Erken yatılırdı; rüya görmek için
derin uykuya ihtiyaç olduğu söylenir, çocukların saf kalpleriyle kurdukları
hayâller, rüyalarına taşınırdı. Ev işlerinin yorgunluğu kadardı şefkatin
tebessüm hâli… “Haydi uykuya!” denince, çocuklar annelerine kıymaz, bir sözünü
iki etmeden, her nerede uyuyacaksa orada başını yastığa koyardı.
Çocuklarımızın
ruhu ailenin rehberliğindeki Allah sevgisi ile beslenirdi. Kalbi şefkat, sevgi
ve merhametle büyütülür, karnı “Besmele” çekilerek başlanan sofralarda
doyurulurdu. Aklı okullarda hakkı ödenmez öğretmenlere emanet edilirdi. Yazın
Kur’ân kurslarına gidilir, Kur’ân-ı Kerîm öğrenilirdi. Matematik, fizik, kimya
ve biyoloji okullarda ehli tarafından öğretilir, din eğimini ebeveynler verirdi.
Çünkü anne ve babalar Devlet Baba’dan önce din eğitiminden kendilerinin mesul
olduğunun bilincindeydi.
Böyle
görür, böyle büyürdü çocuklar. Çok mutlu ve çocuk gibi çocuklarımız vardı
bizim.
Sonra
modernizm uğradı ülkemize. Bilgi dâhil, her şey paketlendi. Hızlı çağın hızla
yarışan modern ebeveynler çocuklarını biblolaştırdı. Zamansızlıktan dışı
şahane, içi kimsesiz yavruların eşyadan mülhem armağanlarla tozu alınır oldu.
İçini donatmak okullara, sosyal medya ağlarına, televizyon programlarına
bırakıldı. Ağaç dalından yapılma oyuncak atlar unutuldu. Şimdi metal atlara
biniyoruz genç yaşlı hepimiz. Bez bebeklerin yokluğunu aratmayacak taş bebek
güzelliğinde çocuklarımız var. Her şeye sahip ama hiçbir şeyle mutlu olamayan
çocuklarımız…
***
Dergimizin
ana temasını, “Çocuklarımız ve Eğitim Sistemi” mevzuu olarak belirledik ve akla
gelecek sorulara cevap bulacağınıza inanarak hazırladık. Huzurlu okumalar
diliyorum efendim.
Hoşnut
kalınız!