
REDDEDİLİŞİN en asil ve cesur hâli “lâ” derken anlam buldu. Ve tarihin en büyük manifestosu “illâ” denildiğinde hür ve ari bir zeminin üzerine dikilenlerle hakikat boyutuna vardı.
***
Yaşam, çoğunlukla bir kimlik arayışı veya ait olunan kimliklerin gerekliliğini pratiğe dökme üzerinden yol yürüme sanatıdır. “Yeryüzündeki tüm insanlar böyle bir tespitin itici gücüyle mi davranışlarını belirler ve karar alırken mutlaka bu iki ihtimalin tesirinde mi kalır?” diye soracak olur iseniz, bunun müspet ya da menfi net bir cevabı yoktur. Fakat anlamlı bir hareket ve oluşumun kalbi tam da buradan atar. Çünkü bu iki durum genel işleyişin dışında bir değerlendirme pratiği gerektirir. Hayatın nasırlaşmış kabulleri üzerine birçok cihetten müşahede edilmesi beraberinde itirazın ayak sesini, bu da arınmanın getireceği reddedişleri var eder.
Çoğunlukla taklidî ve şekle bürünmüş ruhsuz kabullerdir hayatlarımızda istiflenenler. Bu, aslından kopuşlar, gölge kimlikler ve sûretsiz iz düşümler biriktirir etrafında. Yığar aynının müzminleşmiş tekrarlarını sıra sıra... Kurulacak cesur bir cümle, “neden” sorusunu soracak bir fark edişi bekler bu “deve/ cüce” oyununda komuta kilitlenmiş vaziyetler. “Bilmek” ile “bulmak” arasındaki kuvvetli mesai kapatır açılan derin mesafeyi. Bu hâlin en elzem ihtiyacı ise “fikretme”nin bir zaruret olduğu gerçeğidir.
Düşünmek beşer âlemde insanın kâbiliyeti... En alt sekmende -iletişim kurma, soru sorma, sohbet etme vb- insan olmanın zarurî ihtiyacını karşılarız bu yetimizle. Yaşam döngüsünün içerisinde varlığımızı sürdürme miktarınca muhtaç olduğumuz “düşünme” ile “fikretme” arasında ise ince bir çizgi olduğu gibi mukayese edilemeyecek farklar vardır. İrdeleme, muhteviyatına inme, maksadına ulaşma merakı, insanî refleks olan düşünmenin çemberini aşıp fikretmenin gayretine kapı aralar. Çünkü fikretmek, bir ideolojinin safında, bir amacın çabasında olup ilerlemesine katkı sağlamak hâlidir ve işte bu da düşünmenin katmanlarındandır. Zaruretin sığlığında soluksuz kalmak bu kapıya ram eder ki, bu da boyutu sıçratır ve düşünme artık hâl değiştirir. Sonrası, ince işçilik...
Bu katmanlar içinde bulunma gayreti göstermek, özde olan tohumun çatladığına delalet eder. O tohum ki “şuur”dan filizlenir ve “bulma” merakıyla kuvve bulur. Baş veren tohum, üstündekileri silkeleyip attığı gibi insanda hakikatin üstünü örten ne kadar kuşatılmışlığı varsa tümünü reddettiğinde varlığının izini zamana düşürür.
Evvela içtimai meselelerde sabitelerin üzerinden geçmek, genelleşmiş kabullerin gölge oyunlarına perde kapamak, fikretmeye alan açmak adına önem arz eden reddedişlerdendir. Çünkü reddetmek akletmekten, mukayese melekesinin gelişmesinden neşet eder. Mukayese etmek ise bilmenin süzgecinden dökülür, ki bu ise fikretmenin kapısını aralayan birincil gerekliliktir. Kronikleşmiş, nakil edilmekten öteye geçememiş, geliştirilip donatılmamış ve doğruluğu üzerine mütalaa edilmemiş, toplumun tutkalı gibi yaşanılan kabuller nice hakikatin önüne oturmuş tek gözlü dev gibidir.
Hâlbuki fikirler kabul görmek için aksiyona muhtaç üretimlerdir. Pratiğe mutlaka dökülmeli, tatbikiyle ana dokuları kuvvetlendirilmelidir. Bunun için toplumun dinamizmine, arınmış zihinlere ve de reddedilerek yerine ikame edilmiş fikre sahip çıkacak alt yapıya ihtiyaç duyar. Genel çerçevede her kabul ediş bir reddedişi getirdiği gibi, her reddediş de bir kabule kucak açmıştır aslında. Sahaya inmeyen, insanla buluşmayan fikirler fanusun içindeki fitil misalidir. Ne zaman tutuşturulursa o zaman ışığı ortama yayılır.
İnsanı merkezine alan, başka bir ifadeyle insanın merkeze aldığı inanç, siyaset ve milliyet gibi temel dinamikler ana iskelet vazifesi yaparak diğer tüm sahaları kontrol ve dizayn eder. Bu mevzular silsileler yoluyla kuşaklara nakledilir ve emanet bırakılır. Kimlikler bu unsurlar üzerinden şekillenir. Fakat ana omurgayı oluşturan dinamiklerin menbaı tarihsel birikimden, temel kaynaklardan beslenmeyip devşirme metotlarla tatbik edilirse zaman içinde ne inancın hakikati, ne siyasetin toplum dokusuna olan uyumluluğu, ne de millet olma duygusunun ortak paydası kalır elimizde. Senin adına düşünen, senin yerine aklettiğini iddia edenler kendi fikirlerini yayarlar esasında. Bundandır ki toplumlar bazı ritüellerle rölantiye alınırken hariçten üretilen fikirler kendilerine yer tutup köklenerek büyüme eylemini devam ettirir. Bunun doğuracağı sonuç ise ya kutuplaşma ya da içtimai tüm meselelerden soyutlanıp etki olmadan veya etki etmeden yaşama sendromudur. Bu ise ne vahim bir akıbet!
Bir karadeliği andıran bu çağda sanayii, teknoloji gibi ehemmiyetli gelişimlerden daha ziyade fikreden, anatomik dokusuyla uyumlu fikirlerin üretimi çok daha hayatî bir ihtiyaçtır. Var olma iddiasında bulunan her toplum öncelikle zihnen hür, fikren aslına rücu etmelidir, ki bunun yolu da asırların üzerine istiflediği kabullerin reddi adına atılacak bir adım olmalıdır.