Devam zorunluluğu

Hayır, bir yerden azaltmaya başlamak, çoktan aza yaklaşmak varken daha fazla saymaya mecâlimiz kalmamalı! Kaybedilmiş odağı kazanmanın tek yolu, kendimizi kendimizden, bizi bizden kaçırmaya devam edecek şeylerden uzaklaşmak…

HEPİMİZ, birbirimize bağlılığımızın bir gereği olarak birbirimiz ile olan bağımızı devam ettiriyoruz.

Geldiğimiz noktada, hele bu devirde öteye geçmek, bağı güçlendirmek de neyin nesi? Allah bugünlerimizi aratmasın! (Âmin.)

Susalım, şimdi işimize bakalım! Sonra daha güzelini düşünürüz…

Herkesin kendine göre bir yoğunluğu var hem, kimseyi rahatsız etmeyelim. (Aslında “kendimizi” demek istiyor ama gel ki diyemiyor.)

Devam ediyoruz ve “Devam!” diyoruz, bu doğru. Zira devam, ifade bakımından her şeyi güçlü kılıp ayakta tutuyor.

Zira devam varsa süreklilik var. Daha ne olsun? Herkes işinde gücünde… İyi de azizim, hayat bunun neresinde, biz bunun neresinde?

İşte orada duralım! Belki de “Hâddimizi bilelim”, daha doğru olacak...

Mevcûdun kim için neyi ifade ettiğini, devamın kime ne atfettiğini/ne ifade ettiğini, odaktan neyi kaçırdığını ve -varsa- diğer sorunları görmezden gelmeye tam da bu noktada başlıyoruz aslında. Kör noktada başlayan söz konusu bu başlangıcın bizi bir devam zorunluluğuna mahkûm ettiğini gün sonunda fark etmek ve buna karşı bir refleks geliştirmek yerine olayların ötesine/zamanın ertesine saklanmak da böylece çoğumuz için daha kolay hâle gelebiliyor.

Yarın olduğunda, erteye başladığımızda ise hedefinden habersizce hedefine kurulmuş yay gibi pürnizam ve kurallı bir şekilde kaldığımız yerden zaman ile olan hikâyemize devam ediyoruz.

“Bizim ‘biz’ ile olan hikâyemize devam ediyoruz” demeyi ne çok isterdim. Zamanın içinde, ancak biz ile olursak o hikâye bizim olabilir. Hâlbuki birbirimizle olan bağlantımız vakit açısından vuku bulduğunda, hayatlarımız birbirine ulandığında, bizim ahvalimiz, zamanın trafiği içinde onun akışına dâhil olan birbirinden bağımsız unsurlardan ibaret.

Diğer ifadeyle, okula gider gibi, işe gider gibi -kravatımızın uyumuna, pantolonumuzun ütüsüne, gömleğimizin rengine dikkat ederek- bir rutin titizliğiyle birbirimize yaklaşıyor ve birbirimizin yanında bulunuyoruz. “Yanında bulunmak” yerine “yanında durmak” demeyi ne çok isterdim.

Ama maalesef bu kadar da değil. Belirlenmiş bir dilimde birbirimizin yanında sûretâ durduğumuzda bile hem gerçekte, hem mecâzen birbirimizin yanından geçip gitmekten -mesafeyi açmaktan, biraz sonra fizikî olarak ayrılıp kendimizle kuşatılmış evrene dönmeyi düşlemekten- geri durmuyoruz.

Nasıl bir düş bu? “Ne güzel bir hava var! Yoklama alındı nasıl olsa, ders bitse de bahçeye çıkıp oynasak!” der gibi bir düş…

Hayır, hayır!

Mantık aynı olsa da çok masum ve temiz bir düş oldu bu. Temelde böyle olduğu için, muhtemeldir ki zihnimiz böyle kurguladı.

Temeli böyle iken evrildiğimiz yere bakmaya cesaretimiz bile yok, değil mi? Devam edelim o yüzden...

Ne olabilir başka?

“Öğretmen bizi derste görsün, kayıtlarda adımız geçsin, sınav ola, hayrola! Bir çâresine bakarız…”

Yok, yok! Bu bile çok masum bir kurgu oldu. Dahası, bir yönüyle tevekküle işaret eder bir yanı bile var.

Ne diyelim? “Sınav günü yaklaşınca düzenli not tutan bir arkadaşımızdan rica eder, birkaç gün çantamızda taşırız onu. Devam sınırını aşmayalım, en iyisi bu! Son günün akşamı da biraz bakarız ve geçer gideriz…” Her ahvalde gitmeyi düşlemek bu kadar masum kalsaydı keşke, değil mi?

Öyle olmadı. Devam edemedik… Her yandan çevremizi saran bir devam zorunluluğu, çoğu kalemizi içten fethetti. Odağı kaçırdık bir kez. Odağı kaçırdığımız günden beri rastgele görüntüler alıyoruz. Rastgele alınmış görüntülerden kaç hikâye çıkarsa, evet, o kadar hikâyemiz var. Çıktısı ve sanatı itibariyle çok iyi olsa bile tesadüfen deklanşöre basılmış resimler konusunda sanatçılığımız için ne kadar övünebiliriz?

O vakit, birbirimizin yanında sûretâ duruşumuz konusunda da o kadar övünebiliriz.

O vakit, birbirimiz için günübirlik iyi hislerimiz konusunda da o kadar iyi şeyler söyleyebiliriz.

Her şeyimiz o kadar günübirlik oldu ki takip etmekte zorlanıyoruz. Eskiden “dört mevsim” denirdi, şimdi gün içinde kaç dört mevsim yaşıyoruz içimizde? Saymaya dursak mı?

Ah, hayır! Oyalanmak için ne çok şeyimiz var. Azaltmaya çalışırken çoğalttığımız ne çok şey… Birbirimizin gözünden kaçırdığımız ne çok şey...

Hayır, bir yerden azaltmaya başlamak, çoktan aza yaklaşmak varken daha fazla saymaya mecâlimiz kalmamalı! Kaybedilmiş odağı kazanmanın tek yolu, kendimizi kendimizden, bizi bizden kaçırmaya devam edecek şeylerden uzaklaşmak. Görüntü netleştiğinde ise yine bizden bir yardım istemek...

“Yardım” derken, bir sabitleme anahtarı yeterli. Yahut “Devam!” yerine bir “Dur!” ihtarı…