Destur bismillah!

Olur muydu, olurdu. İş başa düşer miydi büyüyünce, düşerdi. Böyle bildim ata et, ite ot verenlerle bir gün karşılaşma ihtimâlimin olduğunu. Küçücüktüm ama koca bir hikâyenin kahramanı sanırdım kendimi. Habibe teyze, “Dedim Turan meleği/ Türk’ün yüce dileği/ Yüz milyon Türk bu anda/ Seni bekler Turan’da/ Haydi çabuk varalım/ Karanlığı yaralım/ Sönük ocak canlansın/ Yoksul ülke şanlansın” derdi.

NE baharlar, ne insanlık, ne çocukluk, ne dâvâ, ne idea, ne de gelecek tahayyülü eskisi gibi. Yitik hazinelerin derdine düşen, geleceğin inşâsı için ceddinden nasihat devşirenler çırpınırken, “an ve haz” iştahına tutulmuş olarak günü kurtaranlar hem geçmişin inkârına meyyâl, hem geleceğin inşâsına duyarsız şimdilerde.

Batı/ldan devşirilmiş “ben” furyasında özgüven tahsil edilirken, bencillik, düşeni içine çeken bir bataklık gibi diz boyu. Kalmadı kimilerinde kutsala hürmet, insana merhamet, mabede teveccüh, vatana sevda, millete bağ. Sevdayı, parayı, makamı ihtirasa kurban vermeyi seçenler, vicdanlı kalplere evham tohumları serpti. Allah’tandır ki, gayret ettikten, emek verdikten sonra tevekkülü, teslimiyeti kuşananların, âlemi felâketlerden koruyacak dualara duranların sayısı henüz tükenmedi. Onların çocuklukları nasıldı bilmem ama benim ufkumun çizgilerini çeken çocukluğumda öğretilenlerdi. Annem, babam, ablam, komşu teyzeler, öğretmenlerim, çiçeğe durmuş ağaç, kelebeğe dönüşen tırtıl, gezinen bulutlar, yeşerten toprak benim ilk mekteplerimdi.

Henüz eşya hükümferma olmamıştı çocukların ruhuna. Ne renk ayakkabı giydiğimizin, hangi marka olduğunun önemi yoktu ama bilgi, başımıza çiçeklerden derlenmiş, meleklerin elleri değmiş bir taç gibi kondurulurdu. Şimdinin çocukları bir ekran karşısında müebbet hapse mahkûmken, biz mahallenin tüm annelerinin koruması altında toprağa dokunarak büyür, tohumun yerden yeşermesini, kuluçkaya yatmış tavukların civcivlerine kavuşmasını ekranlarda değil, bahçeli evlerimizde seyrederdik.

Kâinata hayranlığımızın, geleceğe olan inancımızın tohumunu ruhumuza atanlar vardı. Unutulmaz ninnilerle, şiirlerle, saçlarımıza dokunan ellerle, gülümseyen gözlerle kalbimize içirilen bilgilerle beslenir, öyle büyürdük. Yanılıyor muyum bilmem, ama işte benim çocukluğumda yanlışı düzeltebileceğimi, doğruya erişebileceğimi, Kafdağı’nı aşıp devlerle mücadele edebileceğimi, cüce akıllılardan ve kötü cinlerden nasıl korunacağımı, en önemlisi de “Turan” denen ütopyayı nasıl kuşanacağımı bir komşu teyzenin ezber ettirdiği şiirle öğrenmiştim.

“Çocuktum, ufacıktım; top oynadım, acıktım” diye başlıyordu o şiir. Mahallemizin tüm çocuklarını kayırıp kollayacak kadar kocaman kalbi olan Habibe teyze, bahçe duvarına kollarını yaslar, siyatikli bacağının sancılarını bize seslenerek, akide şekeri, leblebi, kimi zaman kurabiye ikram ederek dindirirdi. Buğday serpilmiş mekâna üşüşen kuşlar gibi üşüşürdük o bahçe duvarının dibine. Habibe teyze konuşur, bizler dinlemeyi bilirdik. Hele oyuna dalmışsak, gün batmışsa, akşam ezanı okunmuşsa Habibe teyzenin telaşına kimse mani olamazdı. “Destur bismillah deyin çocuklar, iyi sıhhatte olsunlar kümelenmiştir” der, “Euzu besmele” çeker, bahçe duvarının dibinden geçen tüm çocuklara üflerdi.

Gülerdik. Fakat her şeye ve her yere tehlike işareti yerleştirecek kadar çoğalmıştı uyarı alanları. İncir ağaçlarının altı, evinin yanında kül dökülen boş arazi, köşe başındaki çöp konteynerinin yanı yöresi, karşı komşunun su kuyusu, yoldaki su birikintileri… Bitmedi, göremediği yerlerde varsa çer çöp atılmış kuytu köşeler, terk edilmiş ahşap bir konak ve daha nicelerini fısıldardı kulağımıza. “Aman ha yavrucuklar, sakın ‘Savulun, dağılın, destur bismillah!’ demeden girmeyin, geçmeyin böyle yerlerden” der, “Yedim sırlı elmayı/ Gördüm gizli dünyayı/ Gündüz oldu geceler/ Ak sakallı cüceler/ Korkunç devler hortladı/Cinler cirit oynadı” dizelerini okurdu. Böyle ezberlemiştik görünmez tehlikeden korunmak gerektiğini. Tıpkı bugün olduğu gibi…

Vatanımızın geleceğini şekillendirecek bir eşikte duruyoruz şimdilerde. Korkunç plânlar yapan devler, insanlığın ruhunu çalmaya teşne iki ayaklı cinlerle çevrili etrafımız. Hem içeriden, hem dışarıdan serpiliyor etrafımıza ruhumuzu kirletecek çer çöp. “Destur” demeli ki savulsunlar, dağılsınlar!

Bir başka zaman aynı şiirin şu dizelerini okurdu: “Az uz gittim, dolaştım/ Altın köşke ulaştım/ Bir kapısı açıktı/ Öteki kapanıktı/

Kapalıyı açarak/ Açığa vurdum kapak/ At önünde et vardı/ İt ot yemez, ağlardı/ Otu ata yedirdim/ Eti ite yedirdim.”

Olur muydu, olurdu. İş başa düşer miydi büyüyünce, düşerdi. Böyle bildim ata et, ite ot verenlerle bir gün karşılaşma ihtimâlimin olduğunu. Küçücüktüm ama koca bir hikâyenin kahramanı sanırdım kendimi. Habibe teyze, “Dedim Turan meleği/ Türk’ün yüce dileği/ Yüz milyon Türk bu anda/ Seni bekler Turan’da/ Haydi çabuk varalım/ Karanlığı yaralım/ Sönük ocak canlansın/ Yoksul ülke şanlansın” derdi.

İşte bu şiirle ruhuma nakşolmuştu millet olmanın şuuru. Partizanca değil, ırkçı bir anlayışla değil, safiyetle millet olmanın ve bir hürriyet sevdasına tutulmanın tohumu küçücükken düşmüştü kalbime. Sonra yeşerdi, boy attı ve bu sevdaya bir de ümmet şiarı eklendi.

Şimdi bakıyorum da, hem karanlık yarıldı, hem ülkem şaha kalkıp şanlandı. Tüm dünya ülkelerinin henüz hizaya geldiği istisna bir zamanın içinden geçerken, bu bahar bir eşikten atlayacak bu millet, bu vatan!

Kültür Ajanda’mızın tüm yazarları benzer bir tedbirle bu ay duaya durdu. Sayfalarımızı Miraç şuuru ile niyazlarımızla donattık. Şeytanın, kötülerin, cinlerin şerrinden Allah’a sığınıp “Euzu besmelelerimizi” çektik. Ben ise, kulluk vasfımla “Destur!” deyip Rabbimden izin istiyor, çocukça bir safiyetle “Savulun, dağılın!” diyerek kötülüklerden korunmayı temenni ediyor, huzurlu okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim!