HANİFLİLİĞİN korkulu rüyasına müptelâ olan saabi kavimler ve onların
organizasyon liderleri gayet iyi biliyorlardı Müslümanlaşan Araplardan sonra
Haniflik sırasının Bozkırlılarda olduğunu. Yani bizde, bizimkilerde... Bu
nedenle “anayurdu kuzey dünya şeridi” olan ve kümülatif olarak bu şeridin batı
ve doğu ucundan (batıda Baltık Denizi ile doğuda Japon Denizi’nden) hareketle Hazar
Denizi-Ural dağları merkezine doğru yaklaşıldıkça, yoğunlaşmış şekilde yaşayan
üç coğrafyalı Bozkır kavmi, iki yanından “saabileştirme/başkalaştırma
operasyonuna ya da asimilasyona/mankurtlaştırmaya maruz kaldı. Özellikle batı
yakasından yani Uralların batısındaki Kuman/Kıpçak ile kısmî olarak da “Doğu
Asya” Uygur mıntıkasından…
Neredeyse tamamına yakınıyla “Bozkırlı kıtası” olan
Avrupa’da “Kadim Mısır” eliyle kurulan Büyük Roma emperyalinin (Batı Roma ve
Doğu Roma anlamında) iki dönemli/iki cepheli saabi metamorfozuna maruz kalan
Hanif Bozkırlılar, üç bin yıllık süreç içinde yitip gittiler. Bu cephelerden
Doğu Roma gücüyle Balkanlar, Baltık ve Karadeniz’in kuzeyindeki Pontus/Ponçik bozkırlarında
yani genel adıyla Deşt-i Kıpçak’ta yoğun bir Bizanslaştırma ve Slavlaştırma plânı
uygulandı. Daha öncesine gitmeden diyebiliriz ki, büyük plânı tetikleyen,
“Oğuzlu Alparslan korkusu” idi. Batı Roma gücü adına ise Vatikan, “Fatih ve
Kanûnî korkusu” ile tetikledi operasyonu. Ve bölgenin kalanında hem “Katolik
Cermenleştirme” yapıldı, hem de “Ortodoks Ruslaştırma”ya devam edildi.
Oğuzlu Alparslan’dan öncesinde, Milât öncesi birinci
binyılda mıntıka Deşt-i Kıpçak değil, bir bakıma Deşt-i Saka’ydı. Yani İskit steplilerinin
sahası... Günümüzde onlara dair bir isim yok. Milât sonrasının birinci binyılında,
saha Deşt-i Kıpçak olmaya meyletti -ki hâlâ arkaik isim bu, her ne kadar Ponçik
ya da Pontus stepleri dense de-. Ve esâsında, Büyük Bozkırlıların metamorfozu/mankurtlaştırılması
buradan başladı. Zamanla bölge sakinlerinin batıya doğru göçüyle beraber Avrupa
içlerine sarktı. Bozkırlı toplumlar Bizanslaştı, Ortodokslaştı, Slavlaştı.
Bölgedeki bir başka dinî asimilasyon ise Hazar Devleti’nde
yaşandı. Bizans’ın Ortodokslaştırma ve henüz Müslüman olan Arapların İslâmlaştırma
baskısı karşısında bunalan Hazar Hakanı, din olarak Yahudiliği seçti. Hazar
Yahudileri, kağanlıklarının yıkılması netîcesinde Kırım’a, Ukrayna’ya,
Polonya’ya ve Almo-Saksonların kuzey bölgesine göçtüler. Ve ondan sonra “Aşkenazlar”
olarak bilindiler. Musevîleşmelerinden bin yıl sonra, Britanya ile stratejik
ortaklık kurup “Sanayi Devrimi”ni başlattılar. 250 yıl kadar, İngilizlerin
güneş batmayan imparatorluğunda rol aldılar. Buna karşılık, İngiliz krallarının
bir bakıma hediye ettiği İsrail Devleti’nin aslî unsuru oldular. Bu hediye
onlara 75 yıllığına verilmişti; buna göre, mühletin dolmasına iki buçuk sene
kaldı. Yani 2023!
Kıpçak, Türkmen, Tatar
Üç coğrafyalı Türk yurdundan söz ettik ya, bu ifadede
işaret edilen husus, “Bozkırlı Türk kavmi”nin üç parsel ve üç “tipograf”
üzerine kurulu oluşu: Batılı Bozkırlılar, Doğulu Bozkırlılar ve Orta
Bozkırlıları... Batılı olanlar Avrupalıydı aynı zamanda; diğer ikisi ise Asya kıtasının
halklarıydı.
Bunlardan birinci parseldekiler yani Batılı Türkler, Ural
dağları ve Hazar Denizi’nin batısında kalan, günümüzde “Rusya Federasyonu’nun
Avrupa bölgesi” diyebileceğimiz mıntıkada yaşayageldiler. Hattâ bilinen tarihe
ilk burada çıktı bizimkiler “İskitler” adıyla. Bu bölgeye “Deşt-i Kıpçak” deniliyor.
Yani Kıpçakların sahrası/sahası... Bu adın verilmesinin sebebi, tarihte “Kumanlar”
olarak da geçen Kıpçakların, İskit/Saka Türklerinden sonra buraların birinci
temel ve en çoğunluk unsurunu oluşturmalarıydı. Tabiî onlarla beraber, Deşt-i
Kıpçak’ta Bulgar Türkleri de yaşadılar, Peçenekler de. Hattâ diğer iki Türk coğrafyasından
gelenlerin göç yolu da Kıpçakların sahrasıydı.
Türk yurdunun Asya’da kalan kısmı ise kavmimizin ikinci
ve üçüncü budunlularının bölgesi olarak biliniyor. Balkaş gölünün doğusunda
kalan bölüm, yukarıdan aşağıya doğru Uygur Türklerinin bölgesi olarak kayıtlı.
Urallarla Uygur bölgesinin arasında kalan “orta mıntıka” ise Oğuzların yurdu…
Yurduydu. Fakat bin yıldan beri Oğuzlar, “Türkmen” kimlikleriyle Türkiye’miz
başta olmak üzere -tâbir pek caiz değil lâkin- 1990’da Komünist Rus empeyalizminin
çökmesiyle birlikte hürriyetlerine kavuşan, “babayurdun muhafızları”
diyebileceğimiz “Sovyet Türk cumhuriyetleri” ile Azerbaycan’da yaşamaktalar.
Tabiî ki bin yıllık “Türkmen yavruvatanı” olarak İran, Irak ve Suriye’de de…
Bittabiî Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkeler başta olmak üzere, diğer Arap
devletlerinde de “uyuyan Osmanlı aileleri” olarak varlar. Bu arada Balkanları
atlamamak lâzım.
Buraların dışında Oğuzlular, gayr-i Müslim Türk
kimlikleriyle de Moldova ile Romanya’da yer tutmaktalar. Ve Rusya Federasyonu’nun
Sibirya’sında baştan ayağa “yitik Oğuzlular” olarak bekleşmekteler.
Bu “üç temel Türk unsuru” yani Kıpçaklar, Oğuzlar ve
Uygurlar, tipografik özellik açısından şöyle resmedilmekte: “Avrupa Türkleri”
diyebileceğimiz Kıpçaklar “beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü”... Zaten bu
kısım halka verilen “Kuman” adı da “sarışın” ya da “mavi renkli” anlamına
geliyor çeşitli dillerde. Yani tasvir tam anlamıyla bugünkü Ukrayna ve Rus
görseline işâret ediyor.
İki bölümlü Asyalı Türklere gelince… Coğrafyanın en doğusunda yer alan Uygur bölgesi sakinleri Moğolları hatırlatıyor. Batılıların “Mongolyan” dedikleri tipograf... Yani bir nevi “kalkan yüzlü ve çekik gözlü Türk” resminden söz ediyoruz. Ama şunu söylemeden geçmemek lâzım: Aslında Türk ırkının gözleri çekik sayılmaz. Çekik göz, Çinlilere mahsus bir özellik. “Moğol Hakanı” olarak bilinen, “800 yıl öncenin cihangiri” diyebileceğimiz Cengiz Han, ordusunun çekirdeğini bu bölgenin gayr-i Müslim Türklerinden devşirmişti. O nedenle Cengiz seferleriyle birlikte batıya taşınan o askerler, “Tatarlar” olarak bilindiler. Yani Moğol… Sanılanın aksine Tatarlar, Türk ve Moğol melezi değil, özbeöz Doğu Türkü idiler. Yüz resimlerindeki görsel özellik yani Brikosefal kafa, kalkan yüz ve çekimsi göz, onları diğer Türk yurdu Bozkırlılarından ayırdığı için “Tatar” adıyla anıldılar ve Moğollara nispet edildiler.
Uygurların gizemli hikâyesi
Batılı Kuman ve Doğulu Uygur sahalarının arasında kalan Orta
Türk bölgesinin sakinleri olarak bilinen Oğuzlular ise bizim atalarımız. Bunlar
siyah düz saçlı ve çekik gözlü olmadığı gibi, göz renkleri mavi, saç renkleri
de sarı değil; ortada, buğday benizli ve elâ gözlüler. Göç yönü güneye ve
güneybatıya doğru ilerleyen Oğuzluların, yollarının üzerindeki İran, Anadolu ve
Balkanlarda Akdeniz tipografına yaklaştıklarına şâhit olmaktayız günümüze
doğru.
Üç parselli Türk yurdunun Kıpçaklı, Uygurlu ve Oğuzlu
olarak bölümlenen unsurlarının üzerindeki “tarih etkisi” nasıl oldu? Hangileri
yitti, gitti ve hangileri kendilerini korudu?
Esefle söylemek gerekirse, batı kuşak Türklerinin Kıpçak
coğrafyası Hanifleri, kavmimizin en şanssızları oldular. En şanslılar ise orta
kuşağın Oğuzları. Doğu kuşağının Uygurluları için de pek müspet bir tarif
yapmak zor geliyor bize. Ama şunu söylemek lâzım ki, Deşt-i Kıpçak
Bozkırlılarının iki etkili asimilasyona tâbi tutulduklarına şâhidiz. Teolojik
ve kimliksel anlamda…
Teolojik anlamda Batı Türkleri, Roma baskısıyla saabileştirildiler;
neredeyse tamamen… Kimliklerini de yitirdiler bu arada. Tam anlamıyla “yitik
Türkler” oldular. Bununla birlikte “yitik” olduklarının bile farkına varamadılar.
Hâlâ bu durumdalar!
Coğrafyanın Asya’da kalan Doğu Türkleri mıntıkasının
sakinleri Uygur Türklerine gelince... Onların baş belâsı da Çinliler oldu.
Tabiî üzerlerine çullanan Proto-İran etkisini de unutmamak lâzım. Bidâyetten
beri Çinliler, “Çungırın” adı altında asimilasyona tâbi tuttukları Uygurların
geride kalan unsuru üzerinde hâlen baskıya devam etmekte. Tarik içerisindeki bu
baskı sebebiyle Kuzey Çin halkının yani Han Çinlilerinin neredeyse tamamı için
“Doğu Türklerinin Çinlileştirilmiş hâlleridir” denilse yalan olmaz. Bu bağlamda
şu hususun altın çizelim: Çungırın asimilasyonu, Çin coğrafyasının “Çinli”
denilen halkının oluşturulmasında bilinçli olarak kullanılan bir dönüştürme
metodu olageldi. Zira kanaatimizce “Sarı ırk”, Nuhoğullarının birinci nesil
“özgün ırkları” kapsamına girmemekte. Yafes ve Sam oğullarının melezleri olsa
gerek bu ırk. Bu yüzden tıpkı kuzeyli “Han Çinlileri” gibi, Güney Çin’in
“Mandarin” denilen ırkî yapısı, melezliğin Sâmi babalısı. Ve tıpkı Çin-Hindi
halkları gibi “Hint kıtası” insanından çalınarak şekillendirilmiş görünmekte…
Bu mânâda Asya’nın Çinlileri, Avrupa’nın Slavlarına
benziyor. Dememiz o ki, Çin ve Slav dünyası arasındaki upuzun üç şeritte
yaşayagelen Türk kavmi, Batı ucundan çalınarak Slav-Rus yapılarak yitti, Doğu
ucundan da “Han Çinlisi” yapılarak kayboldu. Batıda yani Deşt-i Kıpçak’ta kaldı
bir avuç Kırım ve Kazan Tatarı. Doğuda yani Deşt-i Gobi’de kaldı yine bir avuç
Doğu Türkistan Uyguru…
Dinî olarak Deşt-i Kıpçaklar, Hıristiyanlık içinde
eridiler; Deşt-i Gobililerse Budistleştiler. Bu anlamda Uygurlar üzerindeki
İran etkisine de değinelim…
İlk zamanlarındaki adı “uygarlık”tan gelen ve bu anlamda
günümüzde “Çin Uygarlığı”na mâl edilen yüksek teknolojinin mucidi olan Uygurlar,
orta zamanlarında İran etkisiyle “Zerdüşt saabileri” olmalarıyla da ünlüler.
Zerdüştlüğün saabi yönelişi olan “Maniheizm”, bir zamanlar Uygur Devleti’nin
resmî dini olmuştu. Bu bakımdan tarihte, doğrudan doğruya saabiliği din hâlinde
resmîleştiren tek devlet, Uygur Devleti oldu.
Haniflere müjde!
Gelelim Türk yurdunun orta bölgesine… Bu bölge, Hanif
Oğuzluların illeriydi, hâlen öyle. Batıdan Romalıların, doğudan Çinlilerin
asimile ederek saabileştirdikleri Hanif Kıpçaklar ve Hanif Uygurlara karşın
Orta Türk ilinin Oğuzluları korundular. Coğrafyanın iki yakasının asimilasyon
yoluyla Haniflikten savrulmaları sonucunda, “saabilere karşı savaş” sırası onlara
geldi. Bu nedenle Oğuzlular, Şânı Yüce Allah’ın son dini İslâm’ı Bizzat
koruyacağı vaadinin gereği olarak, İslâmiyet’in zuhurunun hemen arkasından
peyderpey “orta şeride” indiler/indirildiler. Yoğun iniş yılı, 1000 yılı ve
devamı oldu. Hâlen buralardalar.
Ama inişten itibaren Oğuzlular üzerinde yoğun bir saabileştirme
ameliyatının başladığını da söyleyelim. Bu görev, ilk devrede Perslere
verilmişti. Pers operasyonu, yüz yıldan ziyâde sürdü ama arzu edilen etkiyi
gösteremedi. Yani Oğuzlular yitmeyerek direndiler. Bunun üzerine onlara yardım
için Roma coğrafyası saabileri imdada koştu. Bu saabi güce “Haçlılar” denildi
ve bunların Oğuzlular üzerine yaptıkları seferleri askerî anlamda iki yüzyıl
bilfiil devam etti. Buna rağmen onlar da başarısız oldular. Ama hemen ardından
“Ezoterik Haçlı Seferleri”ne başlandı. Hâlen devam eden bu Ezoterik seferlerin
en şiddetli dönemi üç yüzyıl devam etti. Ve bunun sonunda “Hanif Türkmenliği
iki ayrı saabiliğe dönüştürmekle kalınmadı, parçaladıkları Türkmenliği İslâm
dininin iki karşıt gücü hâline, Şia ve Ehl-i Sünnet kutuplarına getirdiler.
Bitmedi, 2000 yılı itibariyle Sünnîlik de iki karşıt güce
ayrıştırıldı: Kuzey Türk Sünnîliği ve Güney Arap Sünnîliği…
İşte biz bu noktada bu savaşı, “Hanif-Saabi Savaşı” şeklinde
deklare ediyoruz! Diyoruz ki, “Dünyanın tüm Türkmenleri, birleşin!”, “Dünyanın
tüm Hanifleri, birleşin!”…
“Dâvâ” retoriğinin içine sızmış olan “ayrıkları” deşifre
etme hususunda, Fetöcülük ile sınırlı kalmayarak “Kök Oğuzlular”a önerilen saabi
kokulu sinsi yönermeyi, Hanif Muhammedî zeminde yeniden bina etmenin
mücadelesini veriyoruz bugün.
Tüm cihan, Hanif olan sâdık kullar için “Arz-ı Mev’ud”
yani vaat edilmiş mülktür ve biz, Hanif Türkleri o sâdık kullar olarak muştuluyoruz.
Allah-u âlem, sâdık kullar biziz. O hâlde uyanın “Hanif Türkmenler” ve
Turkuazlar katarına eklemlenin! Bin yıl öncenin saabi tür Haçlı seferlerinin
bir benzeri yaşanmakta Oğuzlular üzerinde. Hem de “Biz dostuz Oğuzlu!”
denilerek…