Derviş meşrep bir âlim Prof. Dr. Halit Ünal ile tatlı bir sohbet

İslâm’ın temel esprisi hizipçilikten uzak, birlik ve beraberlik içinde “Rızay-ı Bârî” için çalışmaktır. Almanya’daki ilk nesil Türkler böyle çalıştıkları için çok güzel işler becerdiler. Ama bir yere hizipçilik girince, hizip de hizbi doğuruyor ve verim elde etmek mümkün olmuyor. Kur’ân-ı Kerîm’in prensibi açıktır, “İyilik ve güzellikte yardımlaşın, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” ve “İyiliği emredin, kötülükten nehiy edin”…

PROF. Dr. Halit Ünal, 1952 yılında, Ankara’nın Çubuk kazasının Yukarı Çavundur köyünde doğdu. Hafız bir sülâleden gelen ailesinin ikinci çocuğu olarak ilk derslerini anasından aldı. Hafızlık derslerini babasından, Arapça derslerini “Asker Hoca” diye bilinen Mehmet Tahir Silahtaroğlu’ndan aldı. İlkokul çağına gelmeden ailesi ile birlikte Ankara’ya taşındı. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite yıllarını Ankara Kalesi içinde geçirdi.

Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdikten sonra Almanya’ya doktora yapmak için gitti. “Hazreti Ömer’in İçtihatlarının Delilleri” isimli çalışması ile doktorasını tamamladı. Almanya’da bulunduğu dönemde, başta Millî Görüş Teşkilâtları olmak üzere pek çok Türk derneğinin çalışmalarına katkıda bulundu. Camilerde “Cuma imamlığı” yaptı. Türk çocuklarının dinî eğitimlerinde katkıda bulundu.

Yurda döndükten sonra Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde hocalığa başladı. İslâm Hukuku dersleri verdi. 12 Eylül Darbesi’nden sonra kurulan YÖK’ün hışmına uğradı. İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesine gönderildi. Emekli olduktan sonra Çubuk’a yerleşti. Gündüzleri bağ bahçe ile uğraşırken, geceleri ilmî çalışmalarına devam etti. En büyük hazzı, İslâm hukukuna dair eserler okumak ve zihinsel faaliyetlerine devam etmektir.

Biz de bu güzide Hocamızla özel bir sohbet gerçekleştirdik. İstifadenize arz ederiz…

***

 

Baba evi

·       Sayın Hocam, Çubuk’ta “hem âlim, hem derviş” diyebileceğimiz bir hayat sürüyorsunuz. Emeğiniz ile yaşamayı tercih ediyorsunuz. Elbette bunda çocukluk yıllarından itibaren aldığınız eğitim ve terbiyenin büyük payı olmalı. Bize biraz çocukluğunuzun geçtiği muhiti anlatabilir misiniz? Nasıl bir ailede büyüdünüz, kaç kardeştiniz meselâ?

Ben Halit Ünal, 1952 yılında, Ankara’nın Çubuk kazasının Yukarı Çavundur köyünde dünyaya geldim. Babam rahmetli, Ankara ve çevresinde “Çubuklu Mehmet Hoca” diye tanınan ilme çok meraklı, ilme âşık bir kişiydi. Köyün imamıydı. Hacılar’da ve kendi köyümüzde uzun yıllar imamlık yaptı. Kayınpederi de hafız olan dedem, babamı hafız olarak yetiştirmiş. Dedem, rahmetli İsmail Hafız, buralarda “Hafızağa” diye tanınıyordu. Hâlâ anılır. Okçular’dan Mustafa Aydos ile babam ve birkaç arkadaşı, manevî kıtlık dönemlerinde bu bölgenin halkını İslâm açısından bilinçlendiren ve ihya eden kişilerdi.

Tabiî onların içinde bulundukları sıkıntıların benzerlerini biz de çocukluk döneminden itibaren yaşadık. Bu memlekette İslâmî bir hayat yaşamak isteyen insanlar çok sıkıntılar çektiler. Ama şimdi mevzumuz bu değil…

Ekonomik sıkıntılar nedeniyle 1955 yılından itibaren babam rahmetli ve birkaç arkadaşı, yerleşmek ve iş bulmak için Ankara’ya gidip gelmeye başladılar. 1957 yılında arkadaşları arasından Ankara’ya ilk taşınan kişi babam oldu. Babam Ankara’ya taşındıktan sonra vaizlik imtihanına girerek fahrî vaizlik alıyor ve aynı zamanda imam-hatip lisesine dışarıdan devam ediyor.

Babam o dönem, gittiği okullarda olan biteni bize anlatırdı. Hocalarının İslâm karşıtı söylemlerini, “Tarihçi şöyle dedi”, “Fizikçi böyle yaptı” diye... Hocalarının imam-hatip okuluna giden öğrencileri sürekli “gericiler”, “dinciler”, “Siz ölü mü yıkayacaksınız?”, “Cenaze mi gömeceksiniz?” diye aşağıladıklarını da... Ama babamgilde o dönem büyük bir ilim aşkı var tabiî. Bu yüzden hocaların kötü sözleri onların şevkini arttırıyor… Garipliğe bakın, imam-hatip lisesinde derse giriyor olmalarına rağmen hocalar öğrencileri hep hor ve hakir görüyorlar.

Babam Kale’de, Ramazan Şemsettin Camisi’ne imam olarak tayin oldu. Bizim çocukluğumuz da artık o bölgede geçti. At Pazarı’nda, Samanpazarı bölgesinde, Kale’de, “Çubuklu Mehmet Hoca kimdir?” diye sorunca herkesin tanıdığı, bildiği, halk ile iç içe, onların dertlerine deva olan, herkese yardım eden, iş bitiren biri olarak 33 sene görev yaptı.

Ama maalesef, babam imam-hatip lisesini bitiremedi. Bu nedenle beni ve diğer kardeşlerimi imam-hatip liselerine gönderdi. Bizi yetiştirmek için büyük bir aşk ve şevkle okuttu.

Kur’ân, uçurtma, top ve bisikletle dolu bir çocukluk

·       Halit Hocam, öyle anlaşılıyor ki Müslümanca bir hayat sürmeye özen gösteren bir sülâlede büyümüşsünüz. Şimdi biraz da kendi tecrübenizden, çocukluğunuzdan ve ilk eğitim hayatınızdan bahseder misiniz?

5 yaşında Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladım. İlk derslerimi rahmetli anamdan aldım. Babam teyit için bizi dinlerdi. İlk hatimden hemen sonra beni hafızlığa başlattılar, 8 yaşıma geldiğimde hafızlığı bitirmiştim.

Hafızlığı bitirdim ama çocukluğumdan hiç ödün de vermedim; çünkü ele avuca sığmayan çok haylaz birisiydim. Diğer çocuklardan geri kalmaz, onlar ile her tür oyunu oynardım. Tabiî bu arada pek çok azar işittim, cezalar aldım yaptığım haylazlıklar nedeniyle. Şimdi bizi bu şekilde yetiştirenlere duâ ediyorum. Aksi hâlde bu ilme sahip olmam mümkün olmazdı.

Sekiz yaşımda hafızlığı bitirdikten sonra beni At Pazarı’nın hemen altındaki Ulus İlkokulu’na kaydettirdiler. Bugün gibi hatırlıyorum, o dönemlerde okullarda başöğretmenlik sistemi vardı. Başöğretmen İhsan Bey vardı, okula bir sene geç gittiğim için beni imtihan etti. Zaten benden iki yaş büyük ablamın kitaplarından okuma ve yazmayı evde öğrenmiştim. Beni doğrudan ikinci sınıfa kaydettiler. Yani ilkokulu 4 yılda tamamlamış oldum.

Çocukluk döneminde her çocuk gibi oyun ve eğlenceye çok düşkündüm. Benim üç büyük sevdam vardı. En büyük zevkim uçurtmaydı; ikincisi top oynamak ve üçüncüsü ise bisiklete binmekti. Küçükken çıtalı uçurtma yapmayı öğrenmiştim. Kalede uçurtma uçurmak bana ayrı bir haz verirdi. Hâlâ büyük bir zevkle yapar, torunlarımla birlikte çocuk gibi uçurtma uçurmaya bayılırım. Babam rahmetli çok sert mizaçlı ve otoriter bir yapıya sahip olmasına rağmen benimle birlikte uçurtma uçururdu.

İlk futbol topumu babam rahmetli aldı. O dönemde şimdiki gibi plâstik top yok, el yapımı, hakikî deri (meşin) top vardı. Babam, gücü yetmediği için bana bisiklet alamadı. Ben de imam-hatip lisesine giderken Bentderesi’nde on beş kuruşa, yirmi beş kuruşa bisiklet kiralayan yerler vardı, oralardan bisiklet kiralayıp binerdim. Bisiklet sevdamı da böylece tatmin ederdim. Şu an hâlâ büyük bir zevkle bisiklet kullanıyorum. Çubuk’ta bisiklete binmek çok hoşuma gidiyor.

Çocukluk dönemi benim hafızamda hâlâ diridir. O oyunlardan ben çok şey öğrendim. O günler benim için bir kazançtır. Şimdi o tecrübeleri elde etmeye çalışsam bu mümkün olmaz. Bunları anlatarak şunu demeye çalışıyorum: Çocukluk döneminde ebeveynler ve devlet, çocukların bütün ihtiyaçlarını karşılarsa ve onların mutlu bir çocukluk evresi geçirmelerini sağlarsa, o çocuklar büyüdüklerinde daha iyi insanlar hâline geleceklerdir.

Ailede benden büyük ablam var, ben ikinci çocuğum. Kardeşlerim arasında Kur’ân-ı Kerîm’i ilk okuyan ablam oldu. Ancak ailenin ilk hafızı benim. Ondan sonra babam bütün kardeşlerimi okuttu. Benim küçük kardeşim İsmail Hakkı hafız, Abdulhalim hafız, Mehmet hafız, Mustafa rahmetli oldu (Korona’dan vefaat etti, Allah rahmet eylesin). Halil İbrahim hafız… Bir kız kardeşim de kendi gayretleriyle hafız oldu artık babam ihtiyarladığı için. Yani ailede bu şekilde bereketli bir hava oluştu. Bunun bereketini dedem de, babam da, biz de yaşadık, yaşıyoruz.

Bugünden bakınca şunu görüyorum: Akıllı ve ileri görüşlü insanlar, kabiliyetli olan çocuklarını destekliyor, önlerini açıyorlar. Aslında bütün toplum böyle olmalı. Çocukları istidatları (yetenekleri) istikametinde desteklemeliler.


Almanya’da doktora yılları

·       Halit Hocam, belki sırasıyla anlatacaksınız ama yerimiz de kısıtlı, bu yüzden lise ve ilâhiyat yıllarını atlayarak biraz da doktora için gittiğiniz Almanya’dan ve oradaki tecrübelerinizden bahsetseniz?

Almanya’ya gitmeden önce bir hazırlık safhası var tabiî. Bizden önce gitmiş arkadaşlar ile yazışıyoruz, oranın ahvalini soruyoruz, yaşantısını merak ediyoruz. Yabancı bir ülkeye gideceğiz, kolay değil; dil problemi var, geçim problemi var, uyum problemi var vesaire. 

Neticede bizim Almanya’da doktora yapma işimiz kesinleşti. Uçak ile yapılan bir yolculuk sonrası direkt Münih Havaalanı’na indik, 1975 yılıydı. Havaalanına indiğimizde karşılaştığımız şey, bizim için ayrı bir âlemdi. Büyüleyici bir yapısı vardı. Her taraf pırıl pırıldı. Zamanın şartlarına göre yepyeni idi. Bu, insanda hayranlık uyandırıyor. Pek çok insan, bu havanın etkisi ile kendi kültürünü ve medeniyetini hor görmeye başlıyor ve kimliğinden utanır hâle geliyor. Biz, aldığımız eğitim gereği bunlardan olmadık, elhamdülillah.

Direkt dil kursuna başladım. Çünkü usûl böyle... Dil kursuna gittikten sonra, doktora için hoca bulup, onun nezaretinde doktoraya başlayabiliyorsunuz. İlk bir senem dil kursu ile geçti. Heidelberg şehrinde eski bir kaleyi dershaneye çevirmişler, etrafında pansiyonlar var; her öğrenciye bir oda ve her tür konforu tamam… O bir yıl içinde dilden başka hiçbir şey düşünmeden gece gündüz verilen materyalleri çalışıp ezberleyeceksin. Âdeta dünya ile bağlantım kopuk bir şekilde sadece dil çalıştım. Elbette sadece ben değil, oraya gelen herkes öyle. Bütün iş öğrenciye düşüyor, öğrenci tamamen kendi çalışmasının karşılığını görüyor. Çalışırsa geçiyor, çalışmaz ise geçemiyor. Kimse sana “Şöyle yap, böyle yap, şöyle çalış veya böyle gayret göster” demiyor.

Sistem şöyle idi: Bir senelik dil kursu bittikten sonra kendi branşın ile ilgili olarak çeşitli üniversitelere ve fakültelere Almanca mektup yazacaksın seni doktoraya kabul etmeleri için. Mektupta kendini tanıtacak ve talebini ileteceksin. Mektup yazdığınız hocalar size cevap veriyorlar teferruatlı olarak. Eğer kendi branşlarıysa ve sizi beğendiler ise olumlu cevap veriyorlar. Kendi branşları değilse olumsuz cevap veriyorlar ya da başka birilerini size tavsiye ediyorlar. Ben bu yöntemi çok olumlu buluyorum. Bu yöntem İslâm ilim ve tahsil geleneğinde de böyle olmuş. Çünkü böylece hem talebeye hoca seçme, hem de hocaya talebe seçme imkânı vermiş oluyorsun. Ki bu, eğitimin en iyi yöntemlerinden biridir. Ayrıca gurbetten gelmiş bizim gibi öğrencilerin, hocaları ile bir gönül bağı kurmalarına da imkân veriyor.

Köln’den İranlı (şimdi rahmetli oldu) bir hocadan mektup aldım. İsmi “Abdulcevat Salaturi” idi. Bir Alman hoca arkadaşı vardı, ikisi birlikte derse girerlerdi. Rahmetli Abdulcevat Hocam, 50’li yıllarda Almanya’ya gelmiş ve bir Alman hanımla evlenmiş. Gerçekten filozof bir insandı; hem Doğu'yu, hem Batı'yı bilen biriydi. Kendisi felsefe ağırlıklı çalışmış, ayrıca İran’da medrese tahsili de görmüş, klasik molla eğitimi almış bir hocaydı. Geniş görüşlü bir adamdı, Allah rahmet eylesin. Biz İranlıları Hazreti Ömer düşmanı olarak biliriz. Ama meselâ benim bu hocam hiç de öyle değildi, bana Hazreti Ömer’in içtihatları ile ilgili bir konuyu tez olarak verdi. Tezin adı, “Hazreti Ömer’in İçtihatlarının Delillendirilmesi veya Müdafaası” idi.

Abdulcevat Hocam, beni büyük bir iştiyakla konuyu araştırmaya sevk etti, teşvik etti ve ufkumu açtı. Abdulcevat Hocamdan çok şey öğrendim, çok iyiliğini gördüm.

Orada sistem şöyle idi: Burada ilâhiyat fakültesini bitirdim ama orada tekrar fakülteye başlamış gibi oldum. Bir ana branş var, iki de yan branş… Benim ana branşım “İslâmî İlimler”, yan branşımın ilki “mukayeseli hukuk”, ikincisi ise antropoloji (etnografya) idi. Bu ilim dalı, eski halkların dinini, kültürünü, yaşantısını yani kısaca medeniyetini inceliyor. Bunları da seminerlere katılarak ve ödevler yaparak görmüş olduk. Bu iki buçuk üç yıl süren aşamayı geçtikten sonra ancak doktoraya başlayabildim.

Doktora tezimi (ki Almanca idi) Türkiye’de hocalığa başladıktan sonra iki öğrencime yüksek lisans tezi olarak verip Türkçeye tercüme ettirdim. İki öğrenciye, ikiye bölüp tercüme etme görevi verdim. Kitabım Almancada üç defa basıldı, ama tercümeleri Türkiye’de basılmadı maalesef. Gözden geçirip basılsa çok iyi olur, çünkü tezin mevzusu çok önemli.

Almanya’daki sivil faaliyetler

·       Halit Hocam, hayatınızda Almanya’daki doktora çalışmanız kadar, orada dâhil olduğunuz Türk işçiler arasındaki faaliyetlerinizin de yetişmenizde etkili olduğunu biliyoruz. Biraz da bundan bahseder misiniz? Çünkü işin bu tarafı da diğerleri kadar önemli…

Almanya’da benim yetişmemi sağlayan hususlar, doktora eğitiminin yanında toplumsal ve kültürel kıyaslamalar ve mukayeselerdir. Şöyle ki; oradaki işçilerin yaşantıları ve organizasyonları ile yakından ilgilendim. 1974 yılında Almanya’da ilk defa “Millî Görüş Teşkilâtı” açıldı. Teşkilâtın binasında Abdurrahman Dilipak’ın getirdiği kitaplar ile bir kütüphane açılmıştı. Ben onların arasından seçip okurdum.

Ayrıca Türk işçiler ve gençler için konuşmalar hazırlar, konferanslar verirdim. Cuma günleri namaz kıldıracak hoca bulamazlar, beni çağırırlardı. Hutbe okumak ve vaaz etmek için çalışmam gerekirdi. Bunlar benim yetişmemde, bilgi birikimimin oluşmasında çok büyük katkı sağladı. Bu sayede Almanya’nın pek çok şehrine gittim. Bu seyahatler hem Almanya’daki Türkleri, hem de Almanları tanımamı sağladı. Bugünkü siyâsî ortamı değerlendirme konusunda bir soru sorsalar, o tecrübeler sayesinde doğruya yakın olarak tasvir ederim.

O günkü şartlarda Almanya’da bulunan ilk nesil işçiler gerçekten büyük bir özveri ile çalıştılar ve onlar sayesinde Türkler Almanya’da kaybolmaktan kurtuldular. Kendi kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürdüler. Şimdi nasıl olduğunu bilmiyorum ama o günlerde Alman Devleti, Türk işçilere değer veriyordu. Seksen sonrası, ihtilâlden ötürü Türklerde bir yığılma oldu. 1980 Askerî Darbesi farklı siyâsî ve ideolojik gruplardan pek çok insanı Almanya’ya kaçmak zorunda bıraktı. Bundan sonra Türkler arasında ideolojik kamplaşmalar başladı. Kalite düştü.

İslâm’ın temel esprisi hizipçilikten uzak, birlik ve beraberlik içinde “Rızay-ı Bârî” için çalışmaktır. Almanya’daki ilk nesil Türkler böyle çalıştıkları için çok güzel işler becerdiler. Ama bir yere hizipçilik girince, hizip de hizbi doğuruyor ve verim elde etmek mümkün olmuyor. Kur’ân-ı Kerîm’in prensibi açıktır, “İyilik ve güzellikte yardımlaşın, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” ve “İyiliği emredin, kötülükten nehiy edin”…

O yıllar hem bana, hem de benim başkalarına faydamın olduğu yıllardır. Hâlâ o dönemden tanıştığımız kişiler ile irtibatımız devam eder.

İslâm evrensel bir dindir, bütün insanları göz önünde bulundurur ama biz özümüzü koruyarak diğer toplumların da insanlığın özünde bulunan iyilik istikametine gelmesine vesile olmalıyız. Almanya’da iyi birer Müslüman oldukları için diğer insanlara tesir eden ve bu sayede pek çok Almanın Müslüman olmasına vesile olan insanlar gördüm. Nihayetinde insan, Allah’ın ruhundan üflediği bir varlıktır; özünde ve fıtratında İslâm var. Bu insan, nerede olursa olsun, özünü hatırlatan, fıtratını gün yüzüne çıkaran bir örnek gördüğünde ondan etkileniyor.

İnsan elinin emeği ile elde ettiğini, alının teri ile kazandığını yemek istiyor. İslâm, “helâl kazanç ve alın teri” tabir edilen bir değerden bahseder. Ben burada bu değerler üzere yaşamaktan büyük keyif alıyorum; iç huzuru ile bir hayat sürüyorum. 

“İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet eden bir hayat sürmekten daha mutluluk verici ne olabilir ki?”

·       Sayın Hocam, son olarak emeklilik sonrası hayatınızdan bahsedelim ve sohbetimizi bununla bitirelim… Neden Ankara’nın merkezindeki bir apartman dairesinde hiçbir iş yapmadan yaşayan emekliler gibi bir hayatı seçmediniz de Çubuk’a yerleştiniz, köyünüz ve toprak ile hemhâl olmuş bir hayatı tercih ettiniz? Günleriniz nasıl geçiyor?

Osman Bey, ben emekli olduktan sonra hemen buraya gelip yerleşmedim. Almanya’ya geri döndüm, orada “İslâm Dini Öğretmeni” yetiştiren bir üniversitede hocalık yaptım. Hollanda’daki “İslâm Üniversitesi”nde dersler verdim. Avrupa İslâm Üniversitesi bünyesinde çıkan “İslam Araştırmaları Dergisi”nin editörlüğünü yaptım. Sekiz sayı neşrettik.

Çubuk’a yerleşmemin saiklerine gelince… Evvelâ insan, çocukluğunun geçtiği topraklara karşı bir özlem duyuyor. Doğup büyüdüğü topraklardan uzun süre ayrı kalan insanlarda memleket hasreti büyük bir iştiyaka ve arzuya dönüşüyor…

Çubuk’a yerleşmemdeki ikinci etken, oğlumun burada arıcılık yapıyor olmasıdır. Üçüncü saikse şu: Köyde bağımız bahçemiz var, onların yaşatılması, bakılması gerekiyor. Dördüncü saik, sağlıklı bir hayat sürme arzumdur. İnsan yaşı ilerleyince, sağlık her şeyden önemli hâle geliyor.

Nihayet, insan elinin emeği ile elde ettiğini, alının teri ile kazandığını yemek istiyor. İslâm, “helâl kazanç ve alın teri” tabir edilen bir değerden bahseder. Ben burada bu değerler üzere yaşamaktan büyük keyif alıyorum; iç huzuru ile bir hayat sürüyorum. Kendimi sağlıklı ve mutlu hissediyorum. Kendi memleketimde, doğup büyüdüğüm topraklarda, hemşerilerim arasında İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet eden bir hayat sürmekten daha mutluluk verici ne olabilir ki?

·       Halit Hocam, bize vakit ayırdığınız ve tecrübelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim…