
BEBEKLİĞİNİ büyüme telaşıyla,
çocukluğunu güvey bakmakla, gençliğini patates tarlalarında, rahata erdiği yaşlılığını
üç evladının himayesinde geçiren, dertleri güllü, günleri çileli, şakağı
kederli Emine teyzem…
Devrek
Sabunlar köyünden Emine teyze, 1956 doğumludur. Hemen hemen yetişkinlik çağına
değin köyde yaşamış, daha sonra yaşadıklarına dayanamayıp Bolu’nun merkez
ilçesine ailesiyle göçmüştür. Elinden oklavası eksik olmayan Emine teyzenin,
şimdilerde eleğin elinden tutası dahi gelmiyor. Yılların ona kattığı elem,
yorgunluk ve hâddinden uzunca geceler, onu istirahate çektirmiş ve hikâyesinin
sondan önceki bölümünde sabahları saçlarını tarayan, ezanla uyanan, gün ışığını
kendi penceresinden evine alıp küçük kızının penceresine götüren canı tatlı,
iştahı pek bir Emine olmuştur.
Emine
teyzenin hayatının asıl dönüm noktasını, yirmili yaşlarının buhran verici olayını
kızının ağzından dinliyoruz: “1970’li yıllar… Annemin ayağı kayıyor ve bir
kuyuya düşüyor. Saatler sonra zorluklar içerisinde kuyudan çıkartılıyor. Fakat
kuyuya düşen annemle kuyudan çıkan annem aynı olmuyor. Çünkü beynine aldığı darbe
yüzünden eski ruh hâlinden eser kalmamış. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin
yolları ona dikenli geliyor fakat annemin ailesi ve yakınları ona çoktan
‘Melekelerini yitirdi’ tanısını koymuşlar bile…”
O
zamanın insanı, -o zamanki insanın aklı ile- 21 yaşında tedavi görmesi
gerekirken, kendinden altı yaş küçük, zayıf, çelimsiz (çocuk) biriyle, onu hiç
görmeden, apar topar evlendiriliyor. Emine teyze, bir zulümden diğerine adım
atıyor. Hayatının en çileli günleri başlıyor. Ruh sağlığı gibi beden sağlığı da
günden güne kötüleşiyor. Ev ahalisinin istekleri, beklentileri, eziyetleri
bitmiyor. Tarladan tarlaya koşturuluyor. Askerdeki eşi için şafak saymak nedir
bilmezken, resmen tüm köy halkının ekinini biçiyor, aşını pişiriyor. Kendi
ağırlığınca işleri yaparken zamanla bileği bükülmez hâle geliyor.
Yıllar
yılların peşinden koşarken Allah ona üç evlat veriyor. Birbirinden merhametli,
şimdilerde annelerine bebekler gibi bakan, onu gözlerinden ayırmayan üç evlat…
Kızlarından küçük olanı anlatıyor: “Annemle ormanda gece yarısı koştuğumuzu
hatırlıyorum. Bir şeylerden kaçıyor gibiydik, çok yorulmuştuk. Kurtlar
uluyordu. Köyden epey uzaktık. Niçin hatırlayamıyorum, sadece o geceyi
unutamıyorum.”
Bu
satırları yazmak zorken, hatırlamak nicedir?
Dünyanın
ellerini üşüttüğü, hırpaladığı koca yürekli Emine teyze, ellerini sadece
çikundur veya patates toplarken yormadı. Veyahut bulaşık yıkarken… Ellerini, şiddete
uğradığı zamanlar can havliyle yüzünü korumak için de yordu. Onun elleri, onun
gözleri, onun aklı geçmişinde takılı kaldı. Fakat yaşadıklarında mı,
yaşayamadıklarında mı, orasını bir tek Emine teyzem bilir. Benim gönlüme düşen,
yalnız ona duyduğum karşılıksız hürmet ve sevgidir. Gülerken kısılan gözleri,
hesap yaparken kullandığı “Kırmızı para, sarı para” tabiri, her cümlesinin
sonuna eklediği “be” ünlemi, oyun havalarında çocuklar gibi eğlenişi,
yazmasından artakalan yüzündeki saflığı, güzelliği, masumiyeti…
Yılların
yorgunluğu, yılların ahı, unutamadıkları onun yüreğine yüktür. Hakkını da
yemişlerdir. Canını da üzmüşlerdir. Ama şimdi büyük ve güçlü ailesiyle huzurlu
ve mutlu. Çünkü gözyaşlarıyla bir türlü yıkamadığı barakasında değil, dört
duvarlı, desturlu evinde büyük kızı ile yaşıyor. Büyüttüğü, gözettiği eşi Hakk’ın
rahmetine kavuşmuş olsa da ona hep dua ediyor. Üstelik oğlunun yeni gelen
üçüncü evladıyla o artık tecrübeli bir babaanne. Ve sanırım üst komşusu olarak
ben de artık onun bir torunuyum.
Vefalı,
fedakâr, yorgun ama güleç Emine teyzem, senin hayatından bahsediyor olmak her
ne kadar bana gurur verse de yaşadıklarını tahayyül etmek bile güç. Ama
yaşadığın onca kötü hâdiseye rağmen sen benim gördüğüm en güçlü, en güzel, en
özel kadınlardan bir tanesisin. Sen Rabbimin özel kıldığı, koruduğu,
meleklerini yanından esirgemediği kulusun. Bu satırları sana okurken belki yaş
olup akacağım gözünden, ama seni ve zarafetini herkes bilsin istedim.
Yüreğinden
öpüyorum be!