HER yıl olduğu gibi bu
sene de 15 Kasım’da Seyit Rıza’nın idam yıldönümünde haber başlıkları yine aynı
tekrarlardan oluştu. Bir taraf, kanlı bir isyanın bastırılmasının ardından
âsilerin elebaşlarının hak ettiği cezaya çarptırılarak idam edildiğini yazarken,
diğer taraf ise bir soykırımın (tertele) yapıldığını savundu.
Hangi tarafın dediğinin doğru olduğunun, en azından doğruya yakın
bulunduğunun çok önemi yoktu. Çünkü taraflar kendi bildiklerini tekrarlamayı
alışkanlık hâline getirmişlerdi. Diğer tarafın ne dediğinde bir anlam
görmüyorlardı. Kendi bildiklerinin tek doğru olduğunu tekrar etmeyi bir görev
biliyorlardı.
Bu tekrarların içinde elbette önemli bilgi yanlışları da vardı. Dersim
ahalisinin çoğunluğu Zazalardan oluşuyordu. Onlara “Kürt” denilmesi başlarına
gelen o feci olayın da Kürtlerin hânesine kaydedilmesi sadece Kürt ulusalcılarının
ısrarı değildi. Türk resmî mâkâmları da yüzlerce yıl Zazaları Kürt diye
nitelendirmişlerdi.
Bunun dışında bir kesim de vardı ki, bambaşka bir kaygının sahibiydi ve
Atatürk adının bu facianın dışında tutulmasına çalışıyordu… Dönemin şartları
içinde bütün yönetim yetkilerini elinde toplamış olan Kamal Paşa’dan habersiz
ve ona rağmen ordunun Dersim üzerine seferber edilmesi gibi bir olayın mümkün
olamayacağını görmek, duymak istemiyorlardı. En çok duymak istediklerini tekrar
ediyorlardı. Onlara göre Atatürk hastaydı, olup bitenler İsmet İnönü ve Celal
Bayar’ın, biraz da Abdullah Alpdoğan’ın marifetiydi.
Gerçi 1937’nin sonbaharında Kamal Paşa Dersim/Pertek’e kadar gitmişti.
Hattâ Seyit Rıza’nın idamından önce Elazığ İstasyonu’nda Atatürk ile
görüştürüldüğünü iddia edenler bile vardı. Bu iddiaların herhangi bir soruna
çözüm getirmediğini duymak/bilmek istemiyorlardı.
Son yıllarda, Dersim’de isyan olmadığı hâlde isyan varmış gibi gösterilerek
askerî operasyonlara bahane edildiği iddiası da taraftar toplamaya başladı.
Hükûmet’e yakın çevrelerden de bu iddiaları sahiplenenler oldu. Başbakanlığı
döneminde Ahmet Davutoğlu, “Dersim olayı modern Kerbelâ’dır” demişti.
Davutoğlu’nun bu garip benzetmesi, Dersim’in arazi yapısı ile Kerbelâ’nın
yapısı arasındaki fark kadardır ve iki olay arasındaki benzemezliği de yok
saymaktadır. Benzetmenin bir sonucu olarak Seyit Rıza da bu durumda “modern
Hazreti Hüseyin” durumundadır.
Kendisini Ehl-i Beyt’ten sayan Seyit Rıza’nın adındaki “seyit” kelimesi de
bu kabulden geldiği gibi, idamı esnasında “Evlâd-ı Kerbelayık, bi’hatayık”
demesi de elbette önemlidir. Zaza olan birinin nasıl Ehl-i Beyt’ten olduğu yani
nasıl Arap olduğu, işin başka bir tarafıdır. Yine de kişilerin mensubiyet
kabulü, kendisi için önemlidir ve tayin edicidir.
Necip Fazıl Kısakürek gibi bazı şahıslar da (Son Devrin Din Mazlumları),
Dersim olayını CHP eleştirisi olarak gördüğü için olmalı ki, duyduğu her hikâyeyi
-kaynak belirtmeye de tenezzül etmeksizin, hayâl gücünü de katarak- aktarmıştır.
Olay yerinde olmayan, hattâ sonradan gidip olay yerinde bir araştırması dahi
olmayan Necip Fazıl’ın bu kadar hikâyeyi nasıl derlediği ise kimsenin malûmu
olmayan bir husustur.
Dersim’de bir soykırım yapıldığı görüşleri de bilinmektedir. Tanımı gereği,
bir soyu bütünüyle ortadan kaldırmak için yapılan katliamlara soykırım
denilmektedir. Sadece Dersim’de yaşayan bir soy ortada yoktur. Orada
yaşayanların çoğunluğu Zaza olsa bile yine orada önemli miktarda Türk ve Kürt
nüfusunun varlığı da bilinmektedir.
İsyan sırasında Seyit Rıza’nın bir çeşit danışmanlığını yapan Baytar
Nuri’nin (Mehmet Nuri Dersimî) anılarına göre, isyana katılanlardan 27 aşiretin
25 tanesinin anadili Zazaki idi. İsyan için hazırlıkları vardı. İsteklerini bir
telgrafla Ankara Hükûmeti’ne de iletmişlerdi.
İşin aslına bakılırsa, Dersim’de bütün aşiretler isyana katılmamıştı.
İsyancılar daha çok Nazımiye ve Hozat-Ovacık çizgisinde uzanan yerde meskûn
olanlardı. Resmî mâkâmların “tenkil” demeyi tercih ettiği katliam olayları da
bu çizgi üzerindeki mahalde gerçekleşmişti. İsyana katılmayan aşiretler
tenkilin dışında kalmıştı. Ama isyandan sonra çeşitli illere zorunlu olarak göç
ettirilenler (tehcir) arasında onlar da vardı.
“Soykırım” kavramı, daha çok Almanya’da Nazilerin Yahudi ırkına karşı yaptığı
katliam için kullanılmaktadır. Orada Yahudi ırkından olanlar, Yahudi
olduklarını gösteren özel bir işâreti yakalarında taşımak zorundalardı ve
Yahudi olanlar, toplama kamplarında yakılarak veya kurşuna dizilerek yok
edilmişlerdi. Öldürülmeyen Yahudilerin Almanya’nın başka bölgelerine göç
ettirilerek yerleştirilmesi söz konusu değildi.
Dersim’de olup bitenler soykırım tanımına uymuyordu. Ancak normal bir isyan
bastırma sınırlarını da çok aşmıştı. İnsanın insan cinsine yapamayacağı
işlerdendi. Olayın üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçtiği hâlde üzerinin
hâlâ örtülme çabası veya basit bir eşkıyalık olayı gibi geçiştirilmesi, faciayı
ortadan kaldırmıyor.
Dersim’de (ister tenkil, ister tedip veya taktil denilsin) büyük bir
facianın yaşandığı tartışma götürmez. Seyit Rıza ve çevresinin dönemin
Türkiye’sini anlayamadığı, olup bitenleri analiz edemediği söylenebilir.
“Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” diye özetledikleri bir güven duygusu ile
rahatlıkla, köprü-okul yakarak, karakol basarak bu facianın zeminini
oluşturdukları açıktır.
Hükûmetin gözünde Seyit Rıza ve taraftarları birer eşkıyadır. Hükûmetin, “eşkıya”
dediklerinin üzerine kullandığı bu yöntemlerle gitmesi, vicdanın kabul edeceği
bir uygulama değildir. Hükûmet, geçerli saydığı hukuka bağlı kalmak zorundadır.
Yaptığı işlerin bir kısmını kayıt dışı tutarak yine hukukun dışında hâlletmesi,
kendisini “eşkıya” dedikleri ile aynı duruma düşürmez mi?
CHP ve Seyit Rıza’nın intikamı
İdam edilen birinin son isteğini yerine getirmek bir insanlık kuralı değil
midir? Aksine Seyit Rıza’nın gözleri önünde önce oğlunu idam ettirip ona
seyrettirmek, insan cinsinin kabul edebileceği bir facia mıdır? Bu nasıl bir
kindir ki, idama götürülen Seyit Rıza’nın kafasına zorla fötr şapka örttürülmüştür?!
Evet, CHP seçkinlerinin rakı-şapka-heykel üçlüsüne aşırı düşkünlükleri
bilinmektedir. Ancak bu düşkünlüğün karşılanması için, idam edilecek kişinin
seçilmesi, o kadronun sınır tanımayan kin ve düşmanlıkla hareket ettiğini
göstermektedir.
Seyit Rıza’nın her idam yıldönümünde (15 Kasım), bazı CHP yönetici ve
milletvekillerinin, ellerinde Seyit Rıza fotoğrafları ile “Unutmadık, hesap soracağız” diye anma gösterisi yapmaları, eşi az
bulunur bir komedi örneğidir. CHP’de durarak kimden bu idamın hesabını
soracaklardır?
Komedi gibi görünen bu olay, tipik bir istismar örneğidir.
Seyit Rıza’dan bir halk kahramanı çıkarma çabası yanlış olduğu gibi,
Hatay’ın Türkiye’ye katılması döneminde buna engel olmak isteyen Fransızlar
tarafından kurgulanmış bir isyana öncülük ettiği gibi ipe sapa gelmez iddiaları
terk etmek de ortak gelecek ve ortak idealler için kaçınılmazdır. Eylemlerini
ve görüşlerini beğenmediğimiz, yanlış bulduğumuz bir insana iftira etme
hakkımız yoktur. Dürüstlük, en çok böylesi durumlarda kendini belli eder. Çünkü
insan tabiatı sevdiklerine, beğendiklerine karşı zaten dürüst olmaya yönelir.
Önemli olan, diğerlerine karşı da aynı dürüstlüğü göstermektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı döneminde Dersim Olayı için devlet
adına özür dileyerek son derece saygıdeğer bir çıkış yapmıştı. Hattâ bu faciada
katledilenlerin sayısının da resmî belgelerde on üç bin kişi olduğunu
açıklamıştı. Elbette bütün katliamların kayda geçirilmesini beklemek
beyhudedir. Ancak resmî belge ve kayıtlar, yine de olup bitenler için bir fikir
vermesi bakımından son derece önemlidir.
Ermeni soykırımı yalanı için de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye ve
Ermenistan’dan seçilecek tarihçilerden oluşan bir komisyonun bu iddiayı
araştırmasını teklif etmişti. Ermenistan tarafı bu teklifi reddetmişti. Belki
de benzeri bir komisyon Dersim faciası için faydalı olabilir. Olayı bir
soykırım olarak görenlerden ve görmeyenlerden, farklı görüş sahibi olan ama
konuya vâkıf olanlardan seçilecek bir komisyonun arşiv ve saha araştırması ile
hazırlayacağı rapor, hiç olmazsa bundan sonraki zamanlar için faydalı, yol
gösterici olabilir.
Devlet görevlileri tarafından işlenen cürümlere de sahip çıkmak yanlış
olduğu gibi, Seyit Rıza ve taraftarlarının hiçbir kötü iş yapmadıkları, sırf
Alevî ve Zaza oldukları için bir soykırıma maruz kaldıkları gibi takıntıların
hiçbir şeye çözüm olmadığını ise geçen zaman göstermiştir.
Mezhep farklılığı bir çatışma, kin ve düşmanlık nedeni olamaz, olmamalıdır.
Nitekim Türkiye’nin değişik şehir ve bölgelerinde bir arada ve barış içinde
yaşayan farklı mezheplerden insanların varlığı bunun ispatıdır. Dersim’de
olduğu gibi, geçmişte olup biten olayları mezhep yahut ırk farklığı ile
sınırlandırmak, aslında böyle bir sorunun icat edilmesi ve devam ettirilmesi
isteğinden başka bir anlam taşımamaktadır.
Günümüzde, Türkiye’nin her tarafında Dersimli (Tuncelili) insanlar yaşamaktadır.
Onların Zazalıkları, Alevîlikleri, komşuları için asla bir sorun değildir.
Ancak geçmişte yaşanmış olan Dersim faciasının, doğrudan sorumlusu
sayılacakların mîrasçıları, sürgit devam ettirilmesinden siyâsî bir hesapla,
konuyu tek taraflı ve çıkar beklentisi ile malzeme yapmaya devam etmektedirler.
Seyit Rıza’nın ve Nuri Dersimî’nin tutumuyla bu sorun anlaşılamaz ve
çözülemez. Buna karşılık, Abdullah Alpdoğan’ın tutumunun da bir felâket ve
facia olduğu kesindir. Seyit Rıza ve Abdullah Alpdoğan’ın heykellerini dikip
gölgelerini sokaklara düşürmek asla bir çözüm olmadı. Az da olsa kin ve
düşmanlıklarından devamına yol açtı.