TUNCELİ, diğer adıyla “Dersim Olayları”, bazı çevrelerin
ileri sürdüğü üzere tedip, tenkil, taktil, tehcir, temsil, temdin ve tasfiye gibi
yedi uğursuz T’den mi oluşmuştur? Aslında bu T’lerin her birinin az veya çok
Dersim’de uygulandığı örnekler vardır.
Tarih olayları geçmişe doğru kurgulanamaz. Eğer
kurgulanırsa, yapılan iş, tarih olmaktan çıkar ve bambaşka bir şey olur. Dersim
Olayları için de her şeyden önce tarafların görüşüne yer verilmelidir. Bir
tarafın görüşü tekrarlanır da diğer tarafın görüşü ihmâl edilirse, bu da
aslında kurgunun başka bir şekli olur.
Dersim Olayları, Ankara Hükûmeti ya da Seyit Rıza
savunulmadan, yaptıklarının meşruiyeti için bin dereden su taşımadan analiz
edildiğinde daha gerçekçi olur. İnsanlar siyâsî görüşlerinin ve duygularının
etkisiyle bu tür olayları ele aldıklarında ister istemez bir kurgunun parçası
ve tekrarlayıcısı hâline gelmektedirler.
Dersim Olayları’nda baskın görüş ise “uğursuz yedi T”
tekrarıdır. 1925’ten beri plânlanan ve hazırlanan bir katliamın son halkası
olduğu iddiası, her nasılsa bazı çevreler için cazibesini korumaktadır. Benzeri
bir cazibe ise Dersim Harekâtı sonunda ağa, seyyid ve şeyhlerin hâkimiyetlerinin
kırıldığı, Tunceli’nin medeniyet ile buluştuğu iddiasıdır.
Tunceli’nin temdini (medenileştirilmesi) iddiası, bir
insanlık suçunun “medeniyet” kelimesiyle örtülme çabasından başka bir şey
değildir. Öncelikle Dersim’in toplumsal yapısında “şeyh” kelimesi yoktur. Çünkü
ezici çoğunluğu Alevî’dir. Baba, dede, pîr ve seyyid gibi kavramların günlük
hayatta bir karşılığı vardır. Evet, baba, dede ve pîr gibi kavramlar, Sünnî
havzada kullanılan “şeyh” kelimesi ile aşağı yukarı benzer, hatta eş bir anlama
sahiptirler. 30 Kasım 1925’te çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
Kanunu” ile dinî ve sosyal bir yapı olan tekke ve zaviyeler (yani tarikatlar),
varlık ve faaliyetleri suç sayılarak kapatılmışlardır. Bu kanun ile Alevîlik
bir mezhep değil, bir tarikat kolu sayılmıştır. Tek partili, tek adamlı bir
idarî yapı için bu tür dinî ve sosyal yapılar bir tehdit kaynağı olarak
görülmüştür. Dönemin Türkiye’sinde CHP Genel Başkanı Kemal Paşa’nın otoritesi
dışında irili ufaklı, dinî olan ve olmayan bütün otoriteler suç sayılmış ve
ortadan kaldırılmaları için her çeşit acımasız yöntem uygulanmıştır.
Dersim, Erzincan-Elazığ arasında kalmış, asırlarca
hükûmet otoritesinin olmadığı ya da çok az olduğu, her türlü denetimden uzak,
oldukça dağlık bir bölgedir. Bu yüzden Erzincan ve Elazığ illerine talan ve
eşkıyalığa giden pek çok kimsenin sığınıp saklandığı, izini kaybettirdiği bir
bölgedir. Savaş ve barış dönemlerinde Erzurum/Sivas istikametine gidip gelen
karayolu da bu eşkıya çetelerinin tehdidi altındadır.
Dersim Olayları’nı “yedi uğursuz T” ile açıklayanların
ortak bir özelliği de Mehmet Nuri Dersimî’nin yazdıklarını yok saymalarıdır.
Oysa Dersimî, Seyit Rıza’nın yanında ikinci adam durumundadır. Dersimî’ye göre
Erzurum-Sivas yolunu, Seyit Rıza gibi kimselere bağlı kimseler istedikleri
zaman kapatma ve yolcularını rehin alma gücüne sahiptirler. Bu tür olayları
engellemek için Osmanlı döneminde Dersim’e yapılan askerî seferleri de
“Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” diye açıklamaktadır.
Dersim’de uzun bir geçmişi olan hükûmet otoritesizliğini
tek partili CHP yönetiminin askerî ve mülkî erkânı “bir çıban” olarak
görmüştür. “Yedi uğursuz T” ile Dersim Olayları’nı analiz edenler ise, “Mademki
1925’lerden başlayarak bir çıbandan söz ediliyor, o tarihten başlayarak Dersim’de
katliam için plânlar ve hazırlıklar yapılmıştır” görüşünü savunmaktadırlar.
Evet, dönemin idaresi Türk halkına karşı nasıl bir
acımasızlık içinde olduğunu, Şapka Kanunu’nu protesto etmek için Erzurum, Maraş
ve Rize gibi yerlerde çıkan olaylarda göstermiştir. Benzeri bir acımasızlığın
daha fazlasının Tunceli’de ortaya çıktığı açıktır. Tek parti idaresi, ortaya
çıktığından itibaren bütün Türkiye’de acımasız bir otorite tesis etmiştir.
Tunceli gibi, eskiden beri hükûmet otoritesinin olmadığı ya da çok az olduğu bölgelerde
idarî denetimin nasıl kurulacağı sorusu, askerî ve mülkî amirlerin raporlarında
yer almıştır.
“Bu raporlar Tunceli halkına karşı özel ve kötü
niyetli bir plâna göre mi hazırlanmıştır? Tunceli halkı kimdir?” sorusu daha
açıklayıcı bir cevap olabilir. Çünkü Tunceli halkı, Türkiye’nin hiçbir yerinde
benzeri olmayan, nevi şahsına münhasır bir topluluk değildir. Evet, çoğunluğu
Zaza’dır ama Kırmanç ve Türk olanlar da az değildir. Baskın özelliği Alevî
olmasıdır. Ancak Türkiye’nin her tarafında Alevî nüfus vardır. Başka illerde
tek partili idare için sorun olmayan Alevîliğin sadece Tunceli’de sorun oluşturduğunu
ispatlamak zordur. Üstelik Sünnî çoğunluğun sahiplendiği Halîfelik, şerî
mahkemeler ve eski alfabeyi ortadan kaldırmak gibi işleri yapan tek partili
idarenin bu tür uygulamalarına Tunceli’deki Alevîlerin itiraz etmeleri akla
uygun bir seçenek değildir.
Osmanlı’nın tasfiyesi, Halîfelik ve şerî mahkemelerin
kaldırılması, eski alfabenin değiştirilmesi gibi işlerin Tunceli’deki Alevî
önderler için bir sorun olmayacağı açıktır. Muhtemelen bu işler için memnun
kalmışlardır. 1937-1938’de Tunceli’de bütün vahşeti ile görülen acımasızlığı,
Tunceli’deki Zazaların Alevîliği ile açıklamaksa bu nedenlerden dolayı hiç
gerçekçi değildir. Türkiye’deki Zazalar da Tunceli’den ibaret değildirler.
Elazığ, Erzincan, Bingöl ve Diyarbakır’da önemli ölçüde Zaza nüfusunun meskûn
olduğu bilinmektedir. Ama Tunceli halkı çoğunlukla Zaza Alevîsi olduğundan
dolayı, Dersim Olayları’nın Zazalık ve Alevîlikle ilgisi olmalıdır. Önemli olan,
bu ilginin derecesidir ve olayları tayin ederken ne kadar pay sahibi olduğudur.
Tek partili CHP idaresi bütün Türkiye’de otorite
kurmayı “bir temdin” saymıştır. Elbette bu görüş ve uygulamaları Kemal Paşa’dan
bağımsız ve ona rağmen meydana gelen işler gibi düşünmek yersizdir. Dönemin
Türkiye’sini bilmemek, anlamamak demektir. Böylesi önemli bir idarî ve askerî
tasarrufun Kemal Paşa’dan habersiz olup bitmesi mümkün değildir.
Tunceli Olayları’nın anlaşılmasında önemli bir engel
de işin içinde Kemal Paşa olduğu için uzun süre yazılamaması ve olaylar
hakkındaki resmî bilgi ve belgelerin açıklanmayışıdır.
Ancak AK Parti döneminde bu durum aşılmıştır. Tunceli
Olayları hakkında bilinmeyen resmî bir belge kalmamıştır. Geriye kalan, sadece
bu olaylar hakkında kendini taraf sayanların önyargılarıdır. Önyargı, tarih
bilimi için büyük bir sorundur. Geçmişi bütün parçaları ile görüp analiz etmek
yerine, insanlar sahip oldukları önyargılarına göre kurgulamayı tercih
etmektedirler.
Kemal Paşa’ya sempati ile bakanlar Tunceli Olayları’nı
bir temdin olarak gördüklerinden, orada olup biten olumsuz işler yalnızca
ayrıntıdır ve asıl hedef olan temdinin yanında büyük bir öneme sahip değildir.
1960’lardan başlayarak Tunceli halkı çoğunlukla CHP’yi benimsediğine göre,
Dersim Olayları amacına ulaşmıştır. Kemalist pek çok tarihçinin görüşü
böyledir. Bu tarihçiler için Tunceli’de yaşanan insanlık dramının bir önemi
yoktur.
Dersim Olayları’nın şahidi olmadıkları hâlde yazdıkları
“birinci elden kaynak sayılan” Necip Fazıl Kısakürek ve İhsan Sabri Çağlayangil
gibi isimler ise yazdıkları için kaynak göstermeye tenezzül bile edilmemişlerdir.
Zaza varlığını inkâr ederek ısrarla Zazaları Kürt
sayan İsmail Beşikçi’nin yazdıkları ise aslında Mehmet Nuri Dersimî’nin
tekrarıdır. Buna rağmen Beşikçi, hiçbir zaman Dersimî’yi kaynak olarak
belirtmemiştir. Çünkü Dersimî’ye göre “Kürt ulusal varlığının en önemli direniş
odağı Dersim’dir ve Ankara Hükûmeti bu odağı ortadan kaldırmaya yönelmiştir”.
Oysa Dersimî’nin yazdıkları doğru ise Dersim İsyanı’na katılan veya uzaktan
destek olan aşiretlerin 25 tanesinin anadili Zazaki iken ancak iki tanesinin
anadili Kırmancidir. Bu durum, önemli bir etnik farklılığa işaret etmektedir.
Etnik farklılıktan başka birçok dinî inanç ve siyâsî tutumsa bu olaylarda tayin
edici olmuştur. Nitekim Dersimliler Zaza oldukları hâlde 1925’te Sünnî Zazalar
Şeyh Said İsyanı’na destek olmadıkları gibi, 1937-1938 Dersim İsyanı’na da Bingöl-Diyarbakır
ve Elazığ Sünnî Zazaları katılmamışlardır. Buna rağmen Dersim İsyanı’nı Ankara
Hükûmeti’nin Kürt millî varlığını ortadan kaldırma girişimine karşı meşru bir
direniş olarak görme ısrarını Dersimî ve Beşikçi’nin takipçileri sürdürmektedirler.
Dersimî ve Beşikçi’nin Dersim tezlerini İslâmî kesim
içinde de sahiplenen marjinal hizipler bilinmektedir. Onlara bakılırsa Ankara
Hükûmeti, “zorla uluslaştırma ve Türkleştirme” politikasının sonucu olarak uzun
yıllar plânladığı Dersim katliamını nihayet 1937-1938’de yapmıştır. Dikkat
edilirse, bu vurgu Dersimî ve Beşikçi ile aynıdır. Her nasılsa Dersimî’nin
adını hiç anmadan onun tezlerini sahiplenmişlerdir. Çünkü Dersimî “bir Dersim isyanından”
söz ettiği hâlde İslâmî kesimdeki bu marjinal hizipler, “Dersim’de bir isyan
olmaksızın bu katliamın gerçekleştiği” iddiasını bir tarih tezi hâline
getirmişlerdir. Hiçbir konuda ciddiye almadıkları Kısakürek’i bu konuda temel
referans saymaları ise işin önemli bir çelişkisidir. Aslında bu, tarihin
açıklanması değil, kurgulanmasıdır!
Kendini İslâmcı sayan bu marjinal hizipler bütün
topluluklar için “kavmî ve doğal haklardan” söz ettikleri hâlde, bunun tek
istisnası Türklerdir. Çünkü onlara göre aslında “Türk” diye bir topluluk da
yoktur. On dokuzuncu yüzyılda Batılı Oryantalistlerin icat ve telkinleri ile bir
“Türk söylemi” ortaya çıkmıştır. Bu söylemi sahiplenen İTC ve CHP idaresinden
dolayı da Anadolu’da, özellikle Dersim’de bu “uğursuz yedi T” yaşanmıştır.