Dersim’in yedi uğursuz T’si

Dersimî’nin yazdıkları doğru ise Dersim İsyanı’na katılan veya uzaktan destek olan aşiretlerin 25 tanesinin anadili Zazaki iken ancak iki tanesinin anadili Kırmancidir. Bu durum, önemli bir etnik farklılığa işaret etmektedir. Etnik farklılıktan başka birçok dinî inanç ve siyâsî tutumsa bu olaylarda tayin edici olmuştur. Nitekim Dersimliler Zaza oldukları hâlde 1925’te Sünnî Zazalar Şeyh Said İsyanı’na destek olmadıkları gibi, 1937-1938 Dersim İsyanı’na da Bingöl-Diyarbakır ve Elazığ Sünnî Zazaları katılmamışlardır. Buna rağmen Dersim İsyanı’nı Ankara Hükûmeti’nin Kürt millî varlığını ortadan kaldırma girişimine karşı meşru bir direniş olarak görme ısrarını Dersimî ve Beşikçi’nin takipçileri sürdürmektedirler…

TUNCELİ, diğer adıyla “Dersim Olayları”, bazı çevrelerin ileri sürdüğü üzere tedip, tenkil, taktil, tehcir, temsil, temdin ve tasfiye gibi yedi uğursuz T’den mi oluşmuştur? Aslında bu T’lerin her birinin az veya çok Dersim’de uygulandığı örnekler vardır.

Tarih olayları geçmişe doğru kurgulanamaz. Eğer kurgulanırsa, yapılan iş, tarih olmaktan çıkar ve bambaşka bir şey olur. Dersim Olayları için de her şeyden önce tarafların görüşüne yer verilmelidir. Bir tarafın görüşü tekrarlanır da diğer tarafın görüşü ihmâl edilirse, bu da aslında kurgunun başka bir şekli olur.

Dersim Olayları, Ankara Hükûmeti ya da Seyit Rıza savunulmadan, yaptıklarının meşruiyeti için bin dereden su taşımadan analiz edildiğinde daha gerçekçi olur. İnsanlar siyâsî görüşlerinin ve duygularının etkisiyle bu tür olayları ele aldıklarında ister istemez bir kurgunun parçası ve tekrarlayıcısı hâline gelmektedirler.

Dersim Olayları’nda baskın görüş ise “uğursuz yedi T” tekrarıdır. 1925’ten beri plânlanan ve hazırlanan bir katliamın son halkası olduğu iddiası, her nasılsa bazı çevreler için cazibesini korumaktadır. Benzeri bir cazibe ise Dersim Harekâtı sonunda ağa, seyyid ve şeyhlerin hâkimiyetlerinin kırıldığı, Tunceli’nin medeniyet ile buluştuğu iddiasıdır.

Tunceli’nin temdini (medenileştirilmesi) iddiası, bir insanlık suçunun “medeniyet” kelimesiyle örtülme çabasından başka bir şey değildir. Öncelikle Dersim’in toplumsal yapısında “şeyh” kelimesi yoktur. Çünkü ezici çoğunluğu Alevî’dir. Baba, dede, pîr ve seyyid gibi kavramların günlük hayatta bir karşılığı vardır. Evet, baba, dede ve pîr gibi kavramlar, Sünnî havzada kullanılan “şeyh” kelimesi ile aşağı yukarı benzer, hatta eş bir anlama sahiptirler. 30 Kasım 1925’te çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu” ile dinî ve sosyal bir yapı olan tekke ve zaviyeler (yani tarikatlar), varlık ve faaliyetleri suç sayılarak kapatılmışlardır. Bu kanun ile Alevîlik bir mezhep değil, bir tarikat kolu sayılmıştır. Tek partili, tek adamlı bir idarî yapı için bu tür dinî ve sosyal yapılar bir tehdit kaynağı olarak görülmüştür. Dönemin Türkiye’sinde CHP Genel Başkanı Kemal Paşa’nın otoritesi dışında irili ufaklı, dinî olan ve olmayan bütün otoriteler suç sayılmış ve ortadan kaldırılmaları için her çeşit acımasız yöntem uygulanmıştır.

Dersim, Erzincan-Elazığ arasında kalmış, asırlarca hükûmet otoritesinin olmadığı ya da çok az olduğu, her türlü denetimden uzak, oldukça dağlık bir bölgedir. Bu yüzden Erzincan ve Elazığ illerine talan ve eşkıyalığa giden pek çok kimsenin sığınıp saklandığı, izini kaybettirdiği bir bölgedir. Savaş ve barış dönemlerinde Erzurum/Sivas istikametine gidip gelen karayolu da bu eşkıya çetelerinin tehdidi altındadır.

Dersim Olayları’nı “yedi uğursuz T” ile açıklayanların ortak bir özelliği de Mehmet Nuri Dersimî’nin yazdıklarını yok saymalarıdır. Oysa Dersimî, Seyit Rıza’nın yanında ikinci adam durumundadır. Dersimî’ye göre Erzurum-Sivas yolunu, Seyit Rıza gibi kimselere bağlı kimseler istedikleri zaman kapatma ve yolcularını rehin alma gücüne sahiptirler. Bu tür olayları engellemek için Osmanlı döneminde Dersim’e yapılan askerî seferleri de “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” diye açıklamaktadır.

Dersim’de uzun bir geçmişi olan hükûmet otoritesizliğini tek partili CHP yönetiminin askerî ve mülkî erkânı “bir çıban” olarak görmüştür. “Yedi uğursuz T” ile Dersim Olayları’nı analiz edenler ise, “Mademki 1925’lerden başlayarak bir çıbandan söz ediliyor, o tarihten başlayarak Dersim’de katliam için plânlar ve hazırlıklar yapılmıştır” görüşünü savunmaktadırlar.

Evet, dönemin idaresi Türk halkına karşı nasıl bir acımasızlık içinde olduğunu, Şapka Kanunu’nu protesto etmek için Erzurum, Maraş ve Rize gibi yerlerde çıkan olaylarda göstermiştir. Benzeri bir acımasızlığın daha fazlasının Tunceli’de ortaya çıktığı açıktır. Tek parti idaresi, ortaya çıktığından itibaren bütün Türkiye’de acımasız bir otorite tesis etmiştir. Tunceli gibi, eskiden beri hükûmet otoritesinin olmadığı ya da çok az olduğu bölgelerde idarî denetimin nasıl kurulacağı sorusu, askerî ve mülkî amirlerin raporlarında yer almıştır.

“Bu raporlar Tunceli halkına karşı özel ve kötü niyetli bir plâna göre mi hazırlanmıştır? Tunceli halkı kimdir?” sorusu daha açıklayıcı bir cevap olabilir. Çünkü Tunceli halkı, Türkiye’nin hiçbir yerinde benzeri olmayan, nevi şahsına münhasır bir topluluk değildir. Evet, çoğunluğu Zaza’dır ama Kırmanç ve Türk olanlar da az değildir. Baskın özelliği Alevî olmasıdır. Ancak Türkiye’nin her tarafında Alevî nüfus vardır. Başka illerde tek partili idare için sorun olmayan Alevîliğin sadece Tunceli’de sorun oluşturduğunu ispatlamak zordur. Üstelik Sünnî çoğunluğun sahiplendiği Halîfelik, şerî mahkemeler ve eski alfabeyi ortadan kaldırmak gibi işleri yapan tek partili idarenin bu tür uygulamalarına Tunceli’deki Alevîlerin itiraz etmeleri akla uygun bir seçenek değildir.

Osmanlı’nın tasfiyesi, Halîfelik ve şerî mahkemelerin kaldırılması, eski alfabenin değiştirilmesi gibi işlerin Tunceli’deki Alevî önderler için bir sorun olmayacağı açıktır. Muhtemelen bu işler için memnun kalmışlardır. 1937-1938’de Tunceli’de bütün vahşeti ile görülen acımasızlığı, Tunceli’deki Zazaların Alevîliği ile açıklamaksa bu nedenlerden dolayı hiç gerçekçi değildir. Türkiye’deki Zazalar da Tunceli’den ibaret değildirler. Elazığ, Erzincan, Bingöl ve Diyarbakır’da önemli ölçüde Zaza nüfusunun meskûn olduğu bilinmektedir. Ama Tunceli halkı çoğunlukla Zaza Alevîsi olduğundan dolayı, Dersim Olayları’nın Zazalık ve Alevîlikle ilgisi olmalıdır. Önemli olan, bu ilginin derecesidir ve olayları tayin ederken ne kadar pay sahibi olduğudur.

Tek partili CHP idaresi bütün Türkiye’de otorite kurmayı “bir temdin” saymıştır. Elbette bu görüş ve uygulamaları Kemal Paşa’dan bağımsız ve ona rağmen meydana gelen işler gibi düşünmek yersizdir. Dönemin Türkiye’sini bilmemek, anlamamak demektir. Böylesi önemli bir idarî ve askerî tasarrufun Kemal Paşa’dan habersiz olup bitmesi mümkün değildir.

Tunceli Olayları’nın anlaşılmasında önemli bir engel de işin içinde Kemal Paşa olduğu için uzun süre yazılamaması ve olaylar hakkındaki resmî bilgi ve belgelerin açıklanmayışıdır.

Ancak AK Parti döneminde bu durum aşılmıştır. Tunceli Olayları hakkında bilinmeyen resmî bir belge kalmamıştır. Geriye kalan, sadece bu olaylar hakkında kendini taraf sayanların önyargılarıdır. Önyargı, tarih bilimi için büyük bir sorundur. Geçmişi bütün parçaları ile görüp analiz etmek yerine, insanlar sahip oldukları önyargılarına göre kurgulamayı tercih etmektedirler.

Kemal Paşa’ya sempati ile bakanlar Tunceli Olayları’nı bir temdin olarak gördüklerinden, orada olup biten olumsuz işler yalnızca ayrıntıdır ve asıl hedef olan temdinin yanında büyük bir öneme sahip değildir. 1960’lardan başlayarak Tunceli halkı çoğunlukla CHP’yi benimsediğine göre, Dersim Olayları amacına ulaşmıştır. Kemalist pek çok tarihçinin görüşü böyledir. Bu tarihçiler için Tunceli’de yaşanan insanlık dramının bir önemi yoktur.

Dersim Olayları’nın şahidi olmadıkları hâlde yazdıkları “birinci elden kaynak sayılan” Necip Fazıl Kısakürek ve İhsan Sabri Çağlayangil gibi isimler ise yazdıkları için kaynak göstermeye tenezzül bile edilmemişlerdir.

Zaza varlığını inkâr ederek ısrarla Zazaları Kürt sayan İsmail Beşikçi’nin yazdıkları ise aslında Mehmet Nuri Dersimî’nin tekrarıdır. Buna rağmen Beşikçi, hiçbir zaman Dersimî’yi kaynak olarak belirtmemiştir. Çünkü Dersimî’ye göre “Kürt ulusal varlığının en önemli direniş odağı Dersim’dir ve Ankara Hükûmeti bu odağı ortadan kaldırmaya yönelmiştir”. Oysa Dersimî’nin yazdıkları doğru ise Dersim İsyanı’na katılan veya uzaktan destek olan aşiretlerin 25 tanesinin anadili Zazaki iken ancak iki tanesinin anadili Kırmancidir. Bu durum, önemli bir etnik farklılığa işaret etmektedir. Etnik farklılıktan başka birçok dinî inanç ve siyâsî tutumsa bu olaylarda tayin edici olmuştur. Nitekim Dersimliler Zaza oldukları hâlde 1925’te Sünnî Zazalar Şeyh Said İsyanı’na destek olmadıkları gibi, 1937-1938 Dersim İsyanı’na da Bingöl-Diyarbakır ve Elazığ Sünnî Zazaları katılmamışlardır. Buna rağmen Dersim İsyanı’nı Ankara Hükûmeti’nin Kürt millî varlığını ortadan kaldırma girişimine karşı meşru bir direniş olarak görme ısrarını Dersimî ve Beşikçi’nin takipçileri sürdürmektedirler.

Dersimî ve Beşikçi’nin Dersim tezlerini İslâmî kesim içinde de sahiplenen marjinal hizipler bilinmektedir. Onlara bakılırsa Ankara Hükûmeti, “zorla uluslaştırma ve Türkleştirme” politikasının sonucu olarak uzun yıllar plânladığı Dersim katliamını nihayet 1937-1938’de yapmıştır. Dikkat edilirse, bu vurgu Dersimî ve Beşikçi ile aynıdır. Her nasılsa Dersimî’nin adını hiç anmadan onun tezlerini sahiplenmişlerdir. Çünkü Dersimî “bir Dersim isyanından” söz ettiği hâlde İslâmî kesimdeki bu marjinal hizipler, “Dersim’de bir isyan olmaksızın bu katliamın gerçekleştiği” iddiasını bir tarih tezi hâline getirmişlerdir. Hiçbir konuda ciddiye almadıkları Kısakürek’i bu konuda temel referans saymaları ise işin önemli bir çelişkisidir. Aslında bu, tarihin açıklanması değil, kurgulanmasıdır!

Kendini İslâmcı sayan bu marjinal hizipler bütün topluluklar için “kavmî ve doğal haklardan” söz ettikleri hâlde, bunun tek istisnası Türklerdir. Çünkü onlara göre aslında “Türk” diye bir topluluk da yoktur. On dokuzuncu yüzyılda Batılı Oryantalistlerin icat ve telkinleri ile bir “Türk söylemi” ortaya çıkmıştır. Bu söylemi sahiplenen İTC ve CHP idaresinden dolayı da Anadolu’da, özellikle Dersim’de bu “uğursuz yedi T” yaşanmıştır.