Derinlerde bir yerde

Dünya hayatının zaten türlü zorluk ve aksaklıklarla geçtiği günümüzde yenilenebilmek adına her gücü Rabbimiz ile kurduğumuz bağda aramalıyız. İslâm düşünürümüz Farabî’nin yaklaşımı da bu görüş üzeredir: “Başınızı gökyüzüne çevirmeden yeryüzüne nizam veremezsiniz!”

NEDİR insanın zorluklarla dolu dünya hayatı karşısında ayakta kalmasını sağlayan şey? Nasıl baş edebiliyoruz üzerimize bir kara bulut gibi çöken çaresiz anlarımızla? Kim anlayabilir en anlaşılmaz hâlimizi, duygumuzu, dediklerimizi ve dahi içimizde dağ gibi biriken diyemediklerimizi?

Ailemiz mi, hayat arkadaşımız mı, arkadaşlarımız mı? Bunlardan hangisi sorgusuz bir kabulleniş ile hayatımızın sonuna dek yanımızda olabilir -hele de bu fâni âlem içinde-, üstelik anlamak ve anlaşılmak adına en zor dönemleri yaşadığımız çağımızda? Kalbinizin tam üzerinde bir yük birikir, anlatsanız birine, bir de anlaşılsanız üzerine, geçecek gibi olur ya hani, bir derin nefes alsanız kalkacak gibidir üzerinizden, işte insanın en anlaşılmaz, çekilmez ve baş edilemez hâllerini, bir tek onu Yaratan bilir. Çünkü “Her şeyi işiten, bilen O’dur” (Şuara, 220).

Manevî anlamda kişi, neye bağlanırsa o şekilde bir hayatı benimsiyor. Maneviyatın olmadığı yaşam ise birilerine kendimizi ifade etmeye çalışmakla geçiyor. Hâlbuki neyi kim için yaptığını bilen insan, kimseye bir şey anlatmasa bile bir şekilde anlaşılır olabiliyor. Çünkü insan yükten ibarettir. Aileye, eşe dosta ve kendine bile -yeri gelir- en ağır yük yine kendisi olur. O yüzden sıkıntımızı evvelâ Verenden hoşnut olmalıyız ve bu durumda yalnızca O’ndan yardım beklemeliyiz. 

İnsan zayıf yaratılmıştır. Zaafları, kırgınlıkları, bekleyişleri ve iç âleminin değişken varlığı ile başlı başına bir bilinmezlik ile doludur. Zaman zaman yanlış işler yapmaya hazır hâle gelir, zaman zaman tek bir işaretten ışık yakalayabilir, zaman zaman da önünde duran nimeti fark edemeyecek kadar basiretsiz hâle gelir. Bu farkındalık adına insanın anlayış kanallarını açabilecek şey, manevî bir şuur kazanmış olmasıyla ilgilidir.

Dünya hayatının getirdiği koşuşturmalardan sıyrılarak kendi içine dönüş anının adıdır kişinin maneviyatı. Değerleri ile kendini ölçtüğü, onlarla bir varoluş sağladığı ve içsel huzuru yakalayabilmesidir. Hatta maneviyat, neyi niçin yaptığıdır. Bu soruya verdiği cevap kadar huzur yakalayabilir hayatta. Cevapta sınırları göklere kadar ulaştırdıkça anlam ve huzur da beraberinde arşa kadar yükselebilecektir.

İnsanı var eden değerler vardır. Ahlâk, vicdan, aile, sevgi, saygı ve daha nicesi… Bu değerler ile bütünleştikçe daha da yaratılmışlık gayesine yaklaştığımızı hissederiz. İnsan olmanın gayesi ve bu gayeyi anlamaya yönelik her şey bize bu değerler ile verilir. Maneviyatımız da bizi bu değerler mukabilinde kendi başınalığımızdan kurtararak hayatı daha yaşanılabilir hâle getirir.

Bu anlamda dinimizde “mübârek” olarak vasıflandırdığımız gecelerimiz vardır. Mahiyeti nedir, insan tarafından anlaşılabilir mi, muamma; fakat bu gecelerde sanki Rabbimiz ile olan bağımız daha da somut hâle gelir. Bizi her an bir duyanımızın olduğunu biliriz fakat bu gecelerde huzura alınışımızı daha samimî bir dil ile ifade edersek, Rabbimize affolunacağımızı düşünerek, gönülden el açar ve ettiğimiz dualarda Yaradan’a daha da nazımızın geçeceğini bilerek yakarışta bulunuruz. En güzeli de, kul olduğumuzun bilincine bir kere daha varırız.

Bayramlar meselâ, insanları ortak bir mutluluk paydasında buluştururlar. Diğer günlerden farklı olarak daha içten bekleyişlerimiz ve kucaklaşmalarımız olur. Bayramlar, biz insanları birbirine kenetleyen, birlik olmanın huzurunu yeniden anladığımız günlerken, mübârek gecelerimiz ise Rabbimize kucak dolusu hissiyat ile el açtığımız ve bir olduğumuz vakitlerdir. Sayısı ve anlamı ne kaynaklı olursa olsun, insanın ayrı bir değer yüklediği anlardır.

İnsan muhabbetten ibaret. Gerek Yaradan, gerekse yaratılan her canlı ile bir bağ kurar. Bazen cıvıldaşan kuşlarla, bazen ağaç sesleriyle, bazen kendi kendine dinlediği bir şarkı ile bir muhabbet kurar. Çünkü hâlini en iyi anlatan ifadeleri bir anda orda yakalar. Kendini onlarda ifade eder. Ama en özeli, onu biricik kılan Rabbi ile kurduğu muhabbettir. Çünkü bilir yargılanmadan gönülden bir yakarışın karşılığının O’nda olduğunu. İşte bu gecelerimizde muhabbetin en yakınını yakalamaya gayret etmeliyiz. “Ola ki kabul olunacağı bir âna denk geliriz, huzurdan eli boş dönmeyiz” düşüncesiyle dolup taşarız. Anlatırken bile heyecan dolu oluyorum. Yaşamak ne büyük ödül bizlere!

Dünya hayatının zaten türlü zorluk ve aksaklıklarla geçtiği günümüzde yenilenebilmek adına her gücü Rabbimiz ile kurduğumuz bağda aramalıyız. İslâm düşünürümüz Farabî’nin yaklaşımı da bu görüş üzeredir: “Başınızı gökyüzüne çevirmeden yeryüzüne nizam veremezsiniz!”

Nizam üzere bir hayat için gücümüzü inancımızdan almalıyız.

En başta bir emanet üzere geldiğimizi bilmeliyiz ki her anlamın hakkını vererek yaşayalım. Canımız emanet, ailemiz emanet, gölgesinde oturduğun ağaç bile emanet… Ne müthiş bir anlam değil mi? Emanet olarak aldığımız eşyaya gözümüz gibi bakmalı, korumalı ve yıpratmadan teslim etmeliyiz. Can da öyledir. Hayat, gelişigüzel yaşanılmayacak kadar özeldir. Şuuruna varamadan heba ediyoruz belki ama en çok da can için geçerli bu.

İşin özü dua edebilmektedir. Ne anlatırsak anlatalım, hepimiz kabul olunacak bir duaya muhtacız. Bunu yakalayabilmek adına mübârek geceler, bizler için göklerle yakınlaşma anlarımızdır. Her türlü yanlışımız da olsa her sıkıntıdan sonra el açabilmek, “Allah’ım, bu seferde böyle geldim, çünkü Senden başka gidecek kapım yok!” diyebilmek ve Allah’tan ümidi kesmemek en güzel teslimiyettir. “Hiçbir şeyim yok, fakat duam var” diyebilmektir.