Derin Bosna, derin yara!

Doğu’nun Kudüs’ünde Filistin sorunu neyse, Batı’nın Kudüs’ü olan Bosna aynı önemdedir. Ancak Filistin’de zalim açıkta ve saldırı şekli bellidir. Bosna’nın zalimi gizli, saldırısı rafine edilmiş ve “hayalet” gibi iş görmekte. Unutmayalım, hayaletlerle ancak korkusuz erdemlerle mücadele edilebilir, hayâllerle değil. Bosna’yı erdemlerin yalnızlığına itmek istiyorlar. Romantik bakış erdemi yüceltebilir ama yalnızlığı derinleştirir.

Konuşan Bosna, sessizleşen dünya

YERYÜZÜNÜN seçilen son nebisi Hz. Muhammed (sav), gözyaşları içindeki kızı Fatıma’ya, “Üzülme, baban bir daha acı ve üzüntü çekmeyecek” dedi ve vasiyet olarak Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın vahyettiği Kur’ân’ı bıraktı.

Bosna’nın mümin lideri Aliya vefat etmeden önce, ömrü boyunca emanet edilen Kur’ân’a sadık kalmanın huzuru içinde, gözyaşlarını gizlemeye çalışan dostu Erdoğan’a, “Bosna bir daha üzülmesin ve acı çekmesin!” dedi ve vasiyet olarak insanlığın son kalesi Bosna’yı, dostunun liderliğini yaptığı Türkiye’ye emanet bıraktı.

İki vasiyet arasında ise yeryüzünde çok şey yaşandı; vasiyetlerin hüznü, ağır bedeller ödenerek insanlığın hafızasında yankılandı. Bugün Bosna, bir elinde Kur’ân, diğer elinde dost eli Türkiye ile bir daha acı çekmemek ve üzülmemek için içten bir seslenişle konuşuyor. Bu konuşmalarda özgüven, özgürlük ve inanç var.

Bosna, konuşmak için gerekirse her eşya, her olay ve her canlı olabiliyor; değilse Türkiye oluyor, Balkanlar oluyor, hatta mecbur kaldığı için Avusturya-Macaristan, Almanya, -haydi açıkça söyleyelim yarası kanasa da- bazen Sırp ve Hırvat bile oluyor. Zira yeter ki bir daha acı ve üzüntü çekilmesin. Çünkü insanın en büyük acısı ve kederi, “yalnızlaşması ve konuşacak birine sahip olmaması”dır.

Bosna’ya giderken aramızda “Boşnakça” bilen yoktu, fakat bunu bir “sessizlik sebebi” görmüyorduk. Çünkü çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı, taşla taş olmayı biliyorduk. Baba ve ana ocağımız Anadolu, bize eşya, olay ve canı olan her şeyle hemhâl olmayı, konuşmayı öğretmişti. Nitekim hazırladığımız programda seçtiğimiz eşyayı, olayı, insanı, zamanı ve mekânı konuşturmakta kararlıydık. Bu noktada elinize aldığınız Kültür Ajanda’nın “Derin Bosna Özel Sayısı”, bir dergi değil, Bosna’nın uzanan elleridir. Keza ihtiva ettiği yazılar da gözleridir. Çünkü eller kavuşmuş ve gözler kalbe giden yolu kollamış olunca, konuşmak için ortam hazır demektir.


Bosna’nın mümin lideri Aliya vefat etmeden önce, ömrü boyunca emanet edilen Kur’ân’a sadık kalmanın huzuru içinde, gözyaşlarını gizlemeye çalışan dostu Erdoğan’a, “Bosna bir daha üzülmesin ve acı çekmesin!” dedi ve vasiyet olarak insanlığın son kalesi Bosna’yı, dostunun liderliğini yaptığı Türkiye’ye emanet bıraktı.

Bosna hakkındaki konuşmayı isimlendirirken, “Derin Bosna” etiketlememizdeki derinlik vurgusu, özü, gizleneni, yaranın derinliğini ve derinlemesine analizi betimlediği gibi, sığ, yüzeysel, köpük olana mesafe koymayı da tercih etmektedir. Fakat bu vurgu, daha fazla ciddiye alınmasını ümit ettiğimiz bir iddiayı da taşıyor: Konuşmada derinlik yoksa ve konuşulan “Derin Bosna” değilse, o zaman yapıp edilen bir “konuşmak” değil, olsa olsa gezi lakırdılarıdır; gezinin kendisi de bir “turistler için tercüme” turudur.

Eğer geride kalan yalnız börek kokusu, köfte tadı, Mostar hatırası, Başçarşı hediyesi, Travnik’te ata yadigârı, duvarlardaki kurşun izlerinin fotoğrafını çekme telaşı yahut da bu tür şeylerse, o zaman zaten Bosna sizinle konuşmamış demektir. Konuştuğunuzu sandığınız Bosna, aslında sadece “benzettiğiniz” biridir. Bir turistin rehber kitapçığında, tarih derslerinde birkaç sahnede, gidip gelenlerin “Görmeniz lazım, çok güzel!” çapındaki reklâm afişinde de sadece bu Bosna vardır: “Benzettiğiniz” Bosna…

Oysa Bosna’nın bir benzeri yoktur. Kendisini tanımak ve konuşmak istiyorsanız eğer, onunla tanışan ve konuşan birini bulmanız gerekir. İşte bu yazı, sizi o adrese götürecektir!

Özün sözü, “konuşan” iki liderden biri vefat etti: Aliya… Diğer lider Erdoğan da vefat ettiğinde geriye konuşacak bir şey kalmazsa, acı da, üzüntü de çoğalacak. O zaman iki liderin bize bıraktığı vasiyeti yerine getirelim ve Bosna’yı dinleyelim. Çünkü o konuşunca insanlık konuşuyor…

Derin Bosna’nın derinliğini biz yalnızlaştırmayalım. Konuşmak yalnızlığı bir nebze de olsa giderecekse eğer, acı da olsa konuşalım. Yeter ki susan Bosna, konuşan Bosna olsun! Çünkü o konuştuğunda insanlık konuşuyor… 

Birinci konuşma: Türkiye, “jeopolitik” değil, “reel-politik” yaklaşmalı

Konuşmaya gerçeklerden başlamak, beklenmedik ve sarsıcı gelebilir. Türkiye-Bosna ilişkileri özeldir ve kardeşlik hukukuna dayalı köklü bir geçmişe sahiptir. Dolayısıyla bazı yorumlar, eleştiriler ve tavsiyeler, duygusal açıdan kabullenilmesi zor da olsa gereklidir. Ancak buna iki tarafın da ihtiyacı var. Özellikle Bosna’ya giden Türklerin gerçeklerle yüzleşmeleri gerekiyor. Çünkü yüz elli yıldır terk edilen bu topraklarda yaşanan öyle şeyler var ki, bunları yok sayarak konuşmak ve davranmak, fayda getirmediği gibi incitici ve itici olabiliyor.

Bosna’daki gözlemlerimiz ve özellikle ikili görüşmelerimizde bir gerçeği fark ettik. Bu gerçek, -geçmişte- değişen dünyayı ve Bosna koşullarını unutarak, sanki hâlâ Osmanlı dönemindeymişiz de yönettiğimiz bir toprak varmış gibi gerçekçi olmayan hayâller kurmamıza ve politikalarımızda yer yer “Türkleştirmek” izlenimi veren bir tutumla donatılı dil kullandığımıza dair verilen örneklerdi. Üstelik bu örnekleri akademisyenlerden kültür insanlarına, iş adamlarından Bosna’daki birçok Türk’e kadar farklı kesimlerle yaptığımız sohbetlerde de duyar olduk. Oysa Bosnalılar, 19. yüzyılda kalmış “jeopolitik”, yani imparatorluk özlemiyle toprak yönetmeyi değil, onun yerine yeraltı kaynakları ile yer üstü gücü birleştiren ve birlikte yöneten “neo-politik”, yani yenilikleri merkez alan politikalar önermektedirler. Bir anlamda reel-politik unsurlarla hareket edilmesinin faydası dillendirildi.

Gerçekten de günümüzdeki anlayışlar, “Dünya ancak bir büyük devlet tarafından yönetilecek kadar küçük bir yerdir” felsefesinin işlediği 19. yüzyıldan kalma “jeopolitik” kadrajdan çıkmaktadır. Çünkü jeopolitik kodlara hükmetmeniz için, bizzat o coğrafyada “toprak hakkı”, “askerî üs”, “finans merkezi” ve en önemlisi de “azınlık tarafı” gibi diplomasi parkurlarına sahip olmanız gerekmektedir.

Maalesef Osmanlı’nın çekilişi, İngiliz, Portekiz veya Fransız güçlerinin, çekildikleri topraklarda jeopolitik unsurlar bırakması gibi teknik bir çekilme olmamıştır. Dahası, çekildiği süreçte ve sonrasında, Türkiye’nin Osmanlı bakiyesine ilişkin bir stratejiye sahip olmadığı, hatta Balkanlardan çekilirken Avrupa’ya “bir daha dönememek üzere” pozisyon aldığı açıkça bilinmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa dış politikada etkin olmaya çalışan aktör, “Özal” olmuştur. Örneğin Özal’ın, Türk Cumhuriyetleri başta olmak üzere Orta Asya’daki ülkelerin kısa sürede “ağabey” ve hatta “lider” olarak Türkiye’yi benimseyip birlikte dünyaya meydan okuyacak bir güç olacağını düşünmesi, jeopolitik hesapların birer göstergesiydi. Özal’ın en büyük hayâllerinden biri, Orta Asya’daki “uyuyan güçleri” uyandırmaktı. Ancak Özal zamanla fark etti ki, özellikle Rusya’nın bu bölgedeki gücü devreye girince, jeopolitik açıdan dünya eski dünya değildi. Nitekim Özal sonuç alamadı.

Bosna’nın bugün Türkiye için “yüksek iyi niyet” ve “yüksek diplomasi” takdiri bilinmektedir. Ayrıca Sayın Erdoğan’ın kardeşlik hukuku üzerine attığı ciddi “neo-politik”  adımlar takdir toplamaktadır. Ancak bu karşılıklı “iyi” çabalar, yeraltı ve yer üstü kaynakları “ortak çıkar” ilkesine dayalı “birleştirilmiş güç” aşamasına henüz getirmemiştir. Çünkü reel-politik stratejiler ve uygulamalar, ihtiyaç duyulan veya ihtiyaçları karşılayan etkinliğe henüz sahip değil.

Oysa dikkatlice bakıldığında, Bosna’da bizzat AB’nin üst aklı olarak Almanya (sahada ise Avusturya-Macaristan), bir anlamda Orta Asya’da Rusya’nın oynadığı rolü oynayarak hem gizli bir jeopolitik strateji geliştirmeye çalışmakta, hem de neo-politik tüm kodları devreye sokmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin hesapları ve çabaları kardeşlik hukuku ile sınırlı bir “iyilik hareketi” düzeyinde kalmamalı, duygusallığı aşıp daha teknik olmalı ve Bosna’yı küresel güçlere mahkûm olmaktan kurtaracak bütün yönleriyle bir “Derin Bosna stratejisi” geliştirmelidir. Bu derinliği neo-politik atakların sağlayacağı unutulmamalıdır. Bu atakların içinde yumuşak güç (askerî olmayan her türlü etkin güç), sivil dalgakıranlar (olumsuz dış etkilere karşı örgütlenmiş sivil güçler) ve en önemlisi de tarihî hafıza (halkların ortak inanç ve kültürünün inşa ettiği geçmiş) en etkin olanlarıdır.

Bosna-Türkiye neo-politik karnesine baktığımızda, ahlak ve davranış noktasındaki takdir notları sevindirici olsa da, özellikle kurumsallaşma, strateji, etkinleşme derslerindeki verimlilik istenilen düzeyde değildir.

Türkiye’nin, ihracat, ithalat, yatırım, yumuşak güç, paydaş, lobicilik ve etkinlik kategorilerinin çoğunda, yine bizzat Türkiye’nin yayınladığı birçok resmî raporda “son” sırada yer aldığını tespit ediyoruz.

Bosna’ya yatırım yapan Türkiye’deki yerel yönetimlerin bir strateji ve kolektif yol haritası içinde bütünleşik bir verimlilik göstermeksizin birbirinden kopuk ve istişaresiz projeler ürettiğini yerinde görüyor ve biliyoruz.

Rehberlik ve koordinasyon ihtiyacını giderecek merkezler, enstitüler veya başka tip kuruluşlar olmadığı gibi, bütün yük birkaç özverili ve başarılı kurum tarafından yürütülmeye çalışılmaktadır.

Başta Almanya olmak üzere, Avusturya ve Macaristan’ın Bosna’daki sivil örgütlenme, lobicilik, sosyal hizmet kalemleri, politik derinlik vb. alanlardaki ağı ve finans gücü ile kıyaslandığında, Türkiye’nin büyük gayret ve samimî desteklerine rağmen yapılacak daha çok işin olduğu açıkça görülmektedir.

Ayrıca bir tarih araştırmacısının zaman-mekân belgeseli çekmesi, bir gezginin şiirleri, bir tüccarın bağışı, bir diplomatın protokol konuşmaları, bir Mehter takımının sünnet şöleni havasında “etkinlik” turu atması, neo-politiğe hizmet eden güçlü adımlar değildirler.

Türkiye ve Bosna’da, ister öğrenci düzeyinde, isterse yaşayan Türk ve Boşnak kardeşlerin dayanışması ölçeğinde mevcut imkânları siyasî, kültürel ve ekonomik sorunların çözümünde etkin kullanacak sivil örgütlenme ağı zayıf, ayrıca bunu kalıcı yatırımlarla lojistik desteğe çevirecek köprüler az.

Oysa Derin Bosna’yı kendi derinliğinde boğmak isteyen politik seferlerinin arkasındaki üst akılla aynı “üst” seviyede politik satranç oynayabilmek gerekmektedir. Türkiye ve Bosna’nın kardeşlik hukuku iyi ve imkânları zengin, yapılması gereken bir şey var: Özgün ve yerli birgelecek” senaryosuna sahip olmak ve bunu dünyanın da izleyeceği bir özgürlük filmine çevirmek…


Bosna, konuşmak için gerekirse her eşya, her olay ve her canlı olabiliyor; değilse Türkiye oluyor, Balkanlar oluyor, hatta mecbur kaldığı için Avusturya-Macaristan, Almanya, -haydi açıkça söyleyelim yarası kanasa da- bazen Sırp ve Hırvat bile oluyor. Zira yeter ki bir daha acı ve üzüntü çekilmesin…

İkinci konuşma: Bir “gelecek” senaryomuz yok; başkalarının senaryolarında “oyuncu” olmaya çalışıyoruz

“İnsanın onuru” özgürlüğünde, “geleceği” ise kimliğindedir. Kimliği yok olmuş fakat özgür (!) bırakılmış toplumlar, güçlü olana benzemek ve zamanla kimliği inkâr eden veya gizleyen “çift kişilikli” ruhlar haline düşerler.

Boşnakların özgürlük sevdası ve bu uğurda ödedikleri bedeller, Bosna’yı insanlığın son kalesi olarak nitelememizi sağlamaktadır. Bugün de tüm ikili görüşmelerde ve grup sohbetlerinde, fikirde özgürlük, kimlikte özgürlük, ekonomi ve siyasette özgürlük aşkına tanık olduğumuz analizler, öyküler, hatıralar ve söylemler dinledik. Ancak bu özgürlük aşkının yaşaması ve kimliğin yaşatılması noktasında, adeta bir labirent içinde kalma hissi veren, iç içe geçmiş yüzlerce sorunun varlığına tanık olduk. En çok altı çizilen cümle şu oluyordu:

Türkiye ile henüz geliştirilmiş ortak bir  ‘gelecek’ senaryomuz yok; Türkiye dışında başkalarının senaryolarında da ‘oyuncu’ olmaya mahkûm edilmek isteniyoruz. Direniyoruz ve kendi çabamızla bize ait bir gelecek senaryosu yazmaya çalışıyoruz. Ancak bu noktada henüz Boşnaklar bile her alanda birlikte hareket eden bir ‘tek vücut’ olabilmiş değiller. Desteğe, dostluğa, paylaşmaya ihtiyacımız var. Bunu Bosna ve Türkiye hakkında ‘iki ayrı devlet, iki ayrı toplum, iki ayrı imkân’ algısı içinde örgütleyebiliriz. Romantik ve nostaljik övgüler yerine yatırım, katkı, işbirliği, stratejik ortaklık ve sözleşmeye dayalı yol haritaları ile bu gelecek kurulabilir. Oysa bazen bir gezginin veya işadamının, bazen de iyi niyetli bir diplomatın bize sunduğu gelecek senaryosunda nedense hep, ‘Bir zamanlar bu toprakları yöneten irade, yüz elli yıl sonra bakın tekrar size geldi! Kaldığımız yerden devam edelim’ duygusallığında olabiliyor ama bunlara gerek yok! Biz kardeşiz ve geleceğe birlikte yürüyebiliriz. Önceliğimiz Türkiye! Ama Türkiye de bizim önceliklerimize dikkat ederek yönelmeli…”

Aslında dillendirilen ve hatırlatılan bu gerçeklik, Türkiye için de önemli mesajlar içeriyordu. Çünkü Türkiye de yakın tarihe kadar hep küresel güçlerin yazdığı senaryolarda figüranlık rolüne mahkûm edilmek istendi. Nitekim Türkiye için, başta ABD olmak üzere AB’nin ve yer yer küresel güçlerin kullandıkları “Türkiye burada önemli bir rol üstlenmektedir” cümlesinin çok tekrar edildiğini anımsayalım. Gerçekten de oyun kurucu değilseniz, başkalarının size verdiği “rol” ile anılmanız doğaldır.

Hatırlanacağı üzere Turgut Özal, oyun kurucu olmak üzere Türkiye’nin gelmesi gereken noktaların farkında olduğu için “etkin rol” ve “bir koyup üç alan rol” gibi yeni pozisyonların önemini anlattı. Nitekim uluslararası senaryolarda figüranlığı reddedip “yardımcı oyuncu” gibi rollere talip oldu. Bu deneyim, Türkiye için bir psikolojik eşik olan “figüranlığı” aşmayı sağladı. Bu başarı, millî iradenin özgüveni açısından gerçek bir değişimdi.

Ancak bu önemli adım, -açıkça zikretmeliyiz ki- Süleyman Demirel tarafından ucuz hesaplara harcatılmış ve tarihin kaydettiği gibi, Bosna savaşın eşiğine gelmişken ve Aliya’nın tüm uyarılarına rağmen Demirel her zamanki rolüyle “Aliya! Aliya rahat ol! Çağdaş Avrupa’da, çağdaş dünyada soykırım olamaz!” aymazlığını gösterebilmiştir. Soykırım yaşanırken de Demirel’in bu figüran ahlakına tüm dünya tanıklık etmiştir.

Bosna için, Osmanlı’nın çekilişinden bu yana yaşadığı tüm trajedilerde yanında olmasını dilediği ama bazı dönemlerde hayâl kırıklığına uğradığı Türkler açısından “Türkiye’nin talihsizlik albümü”nde Demirel’in özel bir yeri var.

Bosna’ya bugün de gitseniz, her yerde ve her muhatapta samimiyetle bir takdirle karşılaşırsınız; kuşkusuz bu takdir, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’la başlayan yeni dönemin kazandırdıklarıdır. Bosna için umudun, heyecanın, kardeşliğin, yoldaşlığın sembolü, Sayın Erdoğan’dır. Çünkü Erdoğan, “oyun kurucu olmak” aşısını tüm Müslüman coğrafya için diliyor ve elindeki imkânlarla bunu yapmaya çalışıyor.

Bosna’da çok açık gördük ki, Boşnaklara saldırmayı engelleyen en önemli garantör iradelerden biri, Sayın Erdoğan’ın rollere değil, oyun kuruculuğa talip olan örnek duruşudur. Tabiî bunun en önemli yanı da Sayın Erdoğan’ın bu oyun kurucu özelliğini hem kendi öz vatanında, hem de tüm dünya mazlumlarının anavatanlarında temel bir hak olarak savunmasıdır. Bugün Boşnakların öz vatanlarında “oyun kurucu olmak” cesaretine bürünmelerinin en önemli sebebinin Sayın Erdoğan olduğu çok nettir.

Ancak oyun kurucu olmak kadar bunu sürdürmek ve her alanda özgürlüğe kavuşmak da önemlidir. Tüm iyi hareketleri ve cesur adımları takdir etmekle beraber, neredeyse tüm görüşmelerde Bosna için bir “gelecek” senaryosu olmadığı, hatta yazılmaya başlanmadığını da ayrı bir gerçeklik olarak tespit ettik. Bunun sebebi, Boşnakların yaşanan acılar nedeniyle “normalleşme” seanslarına öncelik vermesi ve Bosna’da cirit atan “senaryo avcıları”nın tekrar provokatif eylemleriyle başa dönmemek isteğidir. Çünkü savaş, sadece acı getiriyordu ve bu, anlaşılır bir haldi. Fakat zaman içinde Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın senaryolarında rol kapmaya çalışan ve tek umudu figüranlık olan Bosna’nın, kapının eşiğinde tokmağa vurmak üzere olduğu gerçeğini de acı da olsa söylemeli ve buna göre tedbir almalıyız.

Tedbirlerin en güçlüsü ise “gerçekçi” olmaktır ve bu gerçekçilik içinde senaryonun başaktörü olarak “insan”a rol vermek, insanlığı merkeze almaktır. Açıkça itiraf etmeliyiz ki, Bosna’nın acil bir “gelecek” senaryosuna ihtiyacı vardır ve bu senaryoyu tek başına Bosna veya Türkiye yazamaz -hatta birlikte bile bunu tamamlayamazlar-. Çünkü esas olan senaryoyu bitirmek değil, izleyicisi olan bir hayat filmine çevirmektir. O zaman bir teklifte tüm tarafların buluşması gerekiyor: “Bosna Boşnaklarındır” veya “Bosna, Osmanlı mirasıdır” senaryolarını unutmak…


Özün sözü, “konuşan” iki liderden biri vefat etti: Aliya… Diğer lider Erdoğan da vefat ettiğinde geriye konuşacak bir şey kalmazsa, acı da, üzüntü de çoğalacak. O zaman iki liderin bize bıraktığı vasiyeti yerine getirelim ve Bosna’yı dinleyelim. Çünkü o konuşunca insanlık konuşuyor… 

Oyun kurucu olan bir irade olarak hem Bosna, hem de Türkiye şunu kabullenmelidir: En büyük senaryo “insan”dır.

Önemli olan, ekonomik senaryonuz ve ilgili oyuncular değildir. Esas olan, o ekonomik senaryoya “insan” faktörünün gelip gelmediğidir. İnsan gelmiyor ve sadece kâr amaçlı şirketler buluşup ucuz işçilikle bazı istihdamlar sağlanıyorsa, o zaman orada özgürlük ve oyun kuruculuk yoktur. Aynı özellik veya sorun, siyaset, kültür, diplomasi ve sanat için de söz konusudur.

Tüm senaryolar “insan”a hizmet etmelidir. İnsana hizmet olacaksa eğer, Sırp ve Hırvat ayrımcılığına prim vermeyen bir “yeniden insan” stratejisine dönmek gerekir. Savaşa, acıya ve soykırıma rağmen, yaşananları unutmadan, adaleti gerçekleştirerek fakat bunu nefret, ayrımcılık ve rövanş alanına düşürmeden, aynı topraklarda yaşayan tüm din, dil, ırk, renk ve kültür unsurlarını kuşatarak, bu işi elbirliğiyle gerçekleştirmek durumundayız.  

Ayrıca kendi öz vatanı için bile gelecek senaryosunu tamamlamamış iradelerin Bosna’ya kazandıracağı ne olabilir ki? Bu mesele de ayrı bir özel sayı olacak kadar malzemesi bol bir alandır.

Kuşkusuz “insan”a dokunan, insan sevgisi kokan, insana hizmet eden ve hatta Sırp ya da Hırvat ayrımı yapmaksızın insanda buluşan çok güzel örnekler de gördük. Özellikle Türk bayrağını taşıyan resmî ve sivil tüm kurum ve kuruluşların “insan destanları” diyebileceğimiz özverili çabalarına şahit olduk. Üstelik çok kısa sürede elde edilen başarı öyküleriydi bunlar. Fakat Bosna o kadar özel bir yer, o kadar kritik bir bölge ki hatalar, ölümcül etkiler yapıyor, güzellikler/ iyiliklerse tek başına çözüm olamıyordu. Daha kalıcı, daha etkin ve en önemlisi de daha gerçekçi adımlar atılmalıydı. Bosna’nın, anlamlı fotoğraflar kadar, bu fotoğrafların bir araya gelmesiyle oluşacak “çözüm hareketi”ne de ihtiyacı vardı. 

Tüm görüşmelerde, katıldığımız etkinliklerde, gördüğümüz veya bizimle paylaşılan Bosna’ya dair gezi fotoğraflarında, devlet arşivlerinde, tanıtım kitapçıklarında, dayanışma gecelerinde “iyi”yi taşıyan kareler vardı. Ve tabiî ki her fotoğraf anlamlı bir “şeyler” anlatıyordu. Ancak fotoğrafları arka arkaya dizip hızla çevirdiğinizde hiçbir fotoğrafın tek başına gösteremeyeceği “hareket”in ortaya çıkması gibi, Bosna’nın binlerce ve farklı alanlarda çekilmiş zenginlikteki güzel fotoğraf karelerine değil, bunları hızlandıracağı, bu fotoğrafların birbirine katılarak oluşturacağı “hareket”e ihtiyaç vardı. Bunun içinse fotoğrafları harekete geçirecek projektöre, yani yapılan farklı çalışmaları ortak hedefe dönük bir gelecek hareketine dönüştürücü sisteme sahip olunmalıydı.

Unutmayalım ki, gelecek senaryosunu geleceğin kendisi olacak ve harekete geçirecek makine/sistem bulunmazsa, fotoğraflardan sadece bir “Bosna albümü” çıkar ve biz de tek tek albümdeki fotoğraflara bakar bakar sohbet ederiz.

Oysa Bosna’yı gezdiğinizde ABD ve AB ülkelerinin “Made in Imperial” etiketiyle sundukları, ihtiyaç duyulan o projektörden akan ve perdeye film gibi yansıyan politikaları var. Bu filmi izlerken, elinde patlamış mısır ve gazozla “seyirci” tadında oturan Boşnak ve Türk insanlarının varlığına tanık olmaksa bizi çok üzdü. Seyirci pozisyonunda kalan kardeşlerimize “Neden bu durumdasınız?” diye sorduğumuzda hep aynı cevabı alıyorduk: “Dayton Antlaşması bizi oyun kurucu değil, pasif ve mahkûm kılıyor, aşamıyoruz. Dayton bize, bize ait bir gelecek senaryosu yazma imkânı tanımıyor.”

Üçüncü konuşma: Bosna’daki sistem “Dayton” markalı

Üç dinin bir arada yaşama kültürüne işaret etmek bakımından Bosna için “Batı’nın Kudüs’ü” derler. O zaman küresel güçlerin Ortadoğu politikası ile Bosna politikası arasında bir benzerlik olmalı/kalmalı. Nitekim Dayton Antlaşması olarak bilinen ve madalyonun bir yüzü “ateşkes”, diğer yüzü “ateşlenmeye hazır” mastarlı bir niteliğe sahip olan “sistemsizlik sistemi” dikkatlice izlendiğinde, Ortadoğu’da izlenen politikaların bir “minia-politika” olduğu görülecektir.

Bosna’nın Ortadoğu’dan en önemli farkı, Hırvat ve Sırpların ırk ve din-mezhep üzerinden çatışmaya her zaman hazır olmaları. Nitekim Yugoslavya dağıldıktan sonra Hırvatlar ve Sırplar arasında da çatışmalar olmuştur. Fakat Ortadoğu’da, Hıristiyanların kendi aralarında bir iç savaş olması noktasında hem nüfus, hem de ortam açısından koşullar oluşmamıştır.

Bu bağlamda, küresel güçlerin adeta bir senfoni gibi çeşitliliği ve sayıca fazlalığı olan tüm enstrümanları Bosna’da devreye soktuklarını görmekteyiz. Demokrasinin Truva atı gibi kullanıldığını biliyoruz. Devletlerin satranç masası olarak tercih ettiği “uluslararası hukuk ve sözleşme ağı”nın -hangi hamleyi yaparsanız yapın- bu zeminde kalmaya mahkûm olduğunuz gerçeği var. Akıl oyunlarının sergilendiği ve en önemlisi de insanın iktidar şehveti için açılmış gece kulüpleri gibi “herkes için iktidar fırsatı” ışıltılarının 7/24 yandığı bir ortamın garantörlüğünün Dayton Antlaşması tarafından sağlandığını tecrübe ediyoruz.

Öyle ki, Osmanlı’nın çekiliş, çöküş ve yeniden toparlanma arefesinde dayatılan Lozan Antlaşması ile Dayton arasındaki ruh, adeta bir ikiz komplo gibi durmaktadır: Hezimet mi, zafer mi?

Dünyadaki başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter sistemler içinde hiç birine benzemeyen, adeta onlarca parlamentonun olduğu ama yüzlerce mini başkanlık sistemi tarafından yürütülen ve en ilginci de toplamda ortaya çıkan melez yarı başkanlık sistemi havasında “leopar desenli bir komiserlik” modeli var. Bu kadar karmaşık ve birbirine bağımlı kantonların kendi içinde de başına buyruk davrandığı bir sistemsizlik sistemi söz konusu olabilir mi? Kuşkusuz Dayton’un amaç olarak hizmet ettiği bir tek şey var: “Ateşkes” parolası… Parolayı hatırlayan, sağa sola gidebiliyor.

Biz şu soruyu çok sorduk: Dayton bir by-pass operasyonuna veya revizyona sokulamaz mı? Yeni bir sözleşme imkânsız mı? Cevap hep aynı oldu: “Tek imkânımız Dayton…” Yalnız Bosna’da yakaladığımız ince ayar hükmündeki bir gizli taktik vardı: Rant koridoru…

Dayton’un imkân ve hatta parolasız geçit verdiği tek koridor “rant” idi ve bu koridorun güvenliğini de AB üyeliği sağlıyordu. Çünkü Bosna’nın AB üyeliği erteleniyordu. Ancak Bosna-Hersek içinde olan Sırp ve Hırvat bölgesinde olmak kaydıyla yatırımlara gösterilen müsamaha için Boşnak Müslümanların olduğu bölgelerde bin dereden su getiriliyordu. Doğal olarak rant nehrinde, karşı kıyıya geçmek için rüşvet kayıkları/ tekneleri cirit atıyordu.

Mesele, “İnsan, her yerde insandır” veya “Savaş, rantını yaratır” tecrübesi değildi, Bosna’ya gidenlerin ezici çoğunluğunun niyeti rant idi. Öyle ki, Sırplara karşı dağlarda savaşan Boşnaklar içinde bile rantın güvenliğini sağlayan dokular (ağzım “mafya” demeye varmıyor) bile üreyebilmiş. O zaman şu tespiti yapabiliriz: Hırvat veya Sırp ayrımı bile yapmadan, ancak Boşnaklara öncelik veren bir “adalet ve kalkınma” hareketine ihtiyaç var. Gerçi aynı isimle oluşumlar da mevcut, ancak ekonomik yatırımı “iyilik hareketi” ve “Rant varsa varım!” ikileminden çıkarmak gerekiyor.

Bu bağlamda, -adı konulmamış olsa da- Dayton’u by-pass edebilen kurum ve hareket sayısı çok az. Örneğin medar-ı iftiharımız TİKA’nın çabaları hayatî öneme sahip ve ciddi hamleler içeriyor. Algı seçiciliği için “Tarihî Kültürel Miras Programı” ve yerinde kalkınma ahlakıyla “Tarım ve Hayvancılıkta Cep Projeler” planlaması yüreklere su serpiyor. Buna rağmen, -TİKA’ya yönelik değil ama- genel olarak kendimize dönük bir hatırlatma yapmadan övgülere kanat takmak, ileride yeni nesillerin kızgınlığına sebep olabilir. Bu nedenle bir gerçeği konuşmalıyız: Dayton labirenti, “taş” ve “hayvan” yatırımcılığında aşılabiliyor. Yani bina ve hayvan desteği vermek noktasında zorluklar aşılabiliyor. Ancak “insan” ekseninde çocuk, genç ve kadın odaklı projeksiyon ve onun aydınlattığı bir insanlık yürüyüşüne yönelik çabaların azı da, çoğu da Dayton’u aşamıyor, hemen kara propagandalar yapılarak “Tekrar iç savaş çıkabilir” baskısı kuruluyor. İlginçtir, bazen bunun öncülüğünü, politik çıkarları için bizzat yerli Boşnaklardan bazı gruplar yapabiliyorlar.


Türkiye için Bosna “can”dır. Bosna içinse Türkiye “canan”… Kardeşlik hukukumuz sadece geçmişi değil, geleceği de kuşatmaktadır. Türkiye-Bosna ittifaklarından bahsetmek yerine özeleştiri ekseninde ama sorumluluk duygusuyla demlenmiş bir kardeşlik itikafına girmeyi tercih ettik. Niyetimize Allah’ı şahit tutmak dışında bir delilimiz yoktur...  

Genelde insanlık yürüyüşünün ayak izleri olan eğitim, kültür, inanç ve aidiyet seansları noktasındaki bazı “nostalji” tadında törenlere rastlıyoruz. Hatta resmigeçitlerde -devlet projeksiyonunda- eğitim, kültür, inanç ve aidiyet birimlerini gözlerimiz çok aradı, ama bir hareket olarak akıp gitmediler. Geleneksel sanat sergileri, Mehter geçidi, pilavlı toplu sünnetler, repertuara Boşnakça şarkılar koyma, okul çatısı onarmak gibi, “iyi” denilmeyi hak eden “hayrat” nitelikli bazı fotoğraf albümlerini elimize alıp karıştırma imkânı bulduk, o kadar.

Üzücüdür ama Bosna’nın modeller setine ihtiyacı varken, giden her Türkün kendini rol model sanması gibi bir ironi var. Bizim, Dayton’a binip (“fayton”a biner gibi) tur atarak evine dönen gezicilere, hatta balık vermek yerine balık tutmayı öğreten yöntemlere değil, Bosna konusunu Doğu’da Filistin, Batı’da Bosna gibi jeopolitik, neopolitik, normpolitik labirentten çıkaracak bir model geliştirmeye ihtiyacımız var. Bu model içinde turizm, tarım, inanç, AB, Türkiye ve festival gibi tüm araçların seyredeceği bir “çözüm”e ihtiyacımız var. Çözüm için tek başına “proje” kelimesi doğru PIN kod değil (bir köprülü kavşağın tek başına ulaşım sorununu çözmeye yetmeyişi gibi).

Bosna, Türkiye ile birlikte bir model geliştirmeye hazır; yeter ki eşit değerde ve aynı hedefe dönük birlikte yol alınacak harita ortaya konulsun. Bu harita da sadece devlet diplomasisinin çizdiği politik ve ekonomik atlas değil, aynı zamanda akademik, kültürel, sanatsal ve sportif yolları da içeren bir medeniyet atlası bütünlüğü taşısın.

Oyun kurucu olan bir irade olarak hem Bosna, hem de Türkiye şunu kabullenmelidir: En büyük senaryo “insan”dır. 

Dördüncü konuşma: Türkiye bizim için tek ve kaçınılmaz bir “model” değildir

Bosna hem güzel, hem de çok samimî… Onurlu ve özgüvenle konuşuyor. Konuşurken incitmeden, dostça mesajlarını veriyor. Yanlış anlaşılmamak için de arada bir sarılıp sevgisini ifade ediyor. Ancak bu haller, sözlerini esirgemesine sebep olmuyor; aksine dobra dobra taleplerini sıralıyor da... Şu sözü bir altyazı gibi her sohbet ortamında okuduk, dinledik:

“Yüzümüz Batı’ya dönük ve aklımız dünyayı taramakta. Türkiye tecrübesi, hangi yolu tutarsak tutalım, dikkat edeceğimiz yoldaki işaretler hükmünde bir rehber kitapçık. Evet, bizim için Türkiye, kardeşlik hukuku gereği önceliğimiz olan bir ülke, ancak Türkiye bizim önceliklerimize dikkat ederse birlikte olduğumuzu hissederiz. Türkiye bir rehber olabilir, bir ‘ağabey’ kalabilir, hatta ikinci vatan görülebilir, ancak bir ve kaçınılmaz model olarak sunulamaz. Çünkü artık dünya, eski dünya değil ve Osmanlı dönemi şartları yok. Dahası, artık seçeneksiz, tek bir model, seri üretilen ve pazarlanan bir ürün olmaktan çıktı. Model, artık önce ‘yerli ve yerinde’, sonra kendine özgülüğü taşıyan, özgül ağırlığında ve en önemlisi de ötekileştirilmeye karşı olduğu gibi ‘benzetilmeye’ de karşı çıkan bir anlayış taşıyorsa dikkate alınıyor. Unutmayın, sizin gibi biz de kendimiz olmak hakkına sahibiz.”

Özellikle Boşnakları yerindelik ve özgünlük noktasında hırçın gördük. Çünkü gelenlerin ve gidenlerin içinde yer yer tuhaf bir “Türkleştirme” serenadı programlayanlara rastlamışlar. Hemen tepki veriyorlar: “Hayır! Türk ayrı şey, Boşnak ayrı şey... Boşnakları sadece İslamlaştırabilirsiniz; bu bağlamda İslam’ın Türk yorumuna sahip çıkarız. Ancak Boşnaklar, İslamlaşma ile Türkleştirme arasındaki ikiz gibi benzerliği çabuk fark ediyor ve tepki veriyorlar. Bunu, Türkleri incitmek için söylemiyoruz. Sadece eşdeğer olduğumuz noktasında bir usul hatırlatıyoruz. Gerçekçilik bunu gerektirir.”

Gerçekten de Türkleştirme izlenimi veren ne varsa, bu içerikte olan ve bir model olarak sunulan Türkiye’nin gösteri yapmasıyla hiç ilgilenmiyorlar. Çünkü yüzleri Batı’ya dönük. Çaprazdan bir ayna tutarak bize bakıyorlarmış gibi gösterilmesi ise sadece bir yansıtma, hatta yanılsama. Unutmayalım ki yansıtma, birbiriyle ilişkili çift başlı bir canavar yapar: Devlet ve ideoloji…

Beni en çok şaşırtan örneklerden biri de rahmetli Aliya hakkında, zihnimizdeki Aliya ile Bosna’daki Aliya gerçekliği arasındaki benzer yansıtma yöntemi idi. Öyle ki, Aliya gibi büyük bir lider ve aydın imkânı bile “ideolojik yansıtma” içinde elverişli kılma çabalarına tepki olarak Boşnakların azımsanmayacak bir kesimi tarafından ele alınıyor. Bu kesim Aliya’ya saygı duymakla beraber, onu biz Türklerin anladığı gibi kurucu tek lider olarak görmüyor. Aliya’nın her Boşnak için lider sunulmasına itiraz şerhleri koyanlar var. Dolayısıyla Türkiye’nin Bosna için bir ve kaçınılmaz model olma meselesi, ruh okşayan, göz kamaştıran, dili dilber yapan bir iştaha sahip olabilir. Ancak kendimizi tek model görmek, “Önce aynaya bak!” ironisi içinde kendi gerçeklerimizden de bir kaçışı ifade etmektedir.

Daha açık söyleyelim: Türkiye bile kendini istikrara kavuşturan iktidara on yıl tahammül edememişken ve Erdoğan’sız Türkiye için elbirliği veren katmanlar oluşmuşken, dış politikada kendimizi bir model olarak sunmadan önce ülkemizin ve dolayısıyla her ülkenin kendi içinde “modelleme” tekniği ile kalıcı çözümler geliştirmesi gerekmektedir. Nitekim Bosna’da uyarıldığımız bir soru da “Evet, Sayın Erdoğan’la yeni bir sayfa açıldığı ve ilişkilerin en yüksek düzeyde yürüdüğü doğru. Peki ya Erdoğan sonrası?” şeklinde soruldu. Öyle ya, peki ya Erdoğan sonrası?!

Bosna açısından Türkiye’nin Bosna-Türkiye ittifakı kadar bir de yapıp ettiklerini düşünecek, tartacak ve başta Erdoğan sonrası olmak kaydıyla sonraya ilişkin yapılacak “itikaflara” da ihtiyacı var. Evet, tıpkı Ramazan’ın son on gününde Son Nebi Hz. Muhammed’in (sav) kenara çekilip her şeyi gözden geçirdiği, kendi muhasebesini yaptığı gibi, Bosna ve Türkiye’nin de arada bir hem ayrı, hem de birlikte itikaflara girmesinde fayda var. Nitekim bu yazı, özünde bir itikaf yazısı olarak kabul edilmelidir.

Bosna için, Osmanlı’nın çekilişinden bu yana yaşadığı tüm trajedilerde yanında olmasını dilediği ama bazı dönemlerde hayâl kırıklığına uğradığı Türkler açısından “Türkiye’nin talihsizlik albümü”nde Demirel’in özel bir yeri var.

Beşinci konuşma; Kurum var, kurumsallık yok; koordinatör var, koordinasyon merkezi yok

İlginçtir, herkesin elinde “cevap anahtarı” dolaşıyor. Daha da ilginçtir; soru var, sorunun cevabı var, ama sonuç yok. Eleştiri var, katkı yok. Değerlendirme var, değer verme yok. İstihdam var, müstahdem yok...

Aslında bunlar tüm dünyanın sorunu ve Bosna'ya veya Türkiye’nin hizmetlerine yönelik eksiklikler değil. Ancak bu tarz eksikliklerin “ölümcül” etkiye sahip olduğu hassas yerler ve dönemler var. Bosna’da her hata, ölümcül etki yapıyor. Bunu görmek gerekiyor. Türk erkeklerinin bazılarının oralarda yaptıkları, Hırvat ve Sırplarla “Paranın rengi olmaz!” diye iş tutan işadamlarının “Devletin almadığı riski ben niye alayım?” şiveleri, ciddi görevlere getirilmiş arkadaşların “makam turisti” zaafları, iyilikleri “At denize, mahlûk bilmezse Halık bilir” deyişleri bize bir gerçekler kolyesinin ana taşını hatırlatıyor: Ben, ben, ben…

Oysa mirasımızdan gelen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ve “Kendini bilen, Rabbini bilir” şeklinde iki söz vardı. Alın size modellemenin iki söz divanı! Boşnaklarla Türkleri bir araya getiren ve yüzlerce yıl birlikte yürüten de bu değil miydi? Biri Osmanlı Devlet geleneği, diğerini onun özü olan sufiliğin hizmet aşkı... Zaten “Bosna tarihini bir cümle ile özetleyin!” deseler, herkesin dilinden aynı şey dökülür: “İnsanı yaşatan Osmanlı, sufiliği yaşatan Boşnaklar…”

Osmanlı çekilince Bosna’dan ve sufilik “uyuyan ruh”a evrilince olanlar oldu. Savaş, sürgün, soykırım ve yalnızlaşma ile Bosna’nın kederi kaldı. Bosna’nın normalleşmeye ihtiyacı var. Hatalar, dediğimiz gibi ölümcül etki yapıyor. İnsan ve devlet için genel geçer hatalar, Bosna’da krize dönüyor. Çünkü Bosna yaralı, risk eşiğinde ve en önemlisi de “tetikte” yaşıyor. Onun için kurum var da kurumsallık yoksa, koordinatör var da koordinasyonsuzluk alıp başını gidiyorsa, yatırım var da kalıcı değilse, dostluklar kuruluyor ama sorumsuzluk kanatlanıyorsa, ziyaretler var da hatıra çıkmıyorsa, o zaman konuşmalıyız, hem de konuşulmayanları...

Dünyanın tekrarlamaktan bıktığı ve artık rutine girdiği için bıraktığı “verimlilik”, “sürdürülebilir çözüm”, “kurumsal kimlik”, “model” ve “stratejik derinlik” gibi usullerin tamamı Bosna’da olgunlaşmış değil, çoğu da henüz başlamamış. Savaştan çıkalı yirmi yıl oldu; savaşta genç olanlar şimdi kırklarında, doğan çocuklarsa üniversite öğrencisi. Dolayısıyla “acil” koduyla “koordinasyon-kurumsallık” krizine el atılmalıdır.

Büyükelçiliğimiz, Ziraat Bankası, TİKA, Yunus Emre, Diyanet, THY vb. yapılar, birer “kurumlar” ve kendi içlerinde koordineliler. Ancak bu, “geleceği kuran ve koordine eden bütün”ün parçaları olarak Bosna’daki paydaşlarıyla birlikte Batı’nın Kudüs’ünü özgürleştiren bir tarihi sonuca ulaşmış değil.

Altıncı konuşma (özün sözü): “Bizden ne istiyorsunuz?” demeyin, sadece konuştuklarımızı hayata geçirelim

Sanırım Bosna için konuşulacak çok şey var. “Bunları da konuşalım” diye yukarıda konuşulmayan veya çok az kişinin kendi arasında konuştuğu konuların dışında iyilik hareketi, kardeşlik bereketi, hasret ziyaretleri, onur törenleri gibi yüzlerce güzellik ve erdem var. Hamdolsun her geçen gün Bosna daha fazla konuşuluyor. Herkes elinden geldiğince çaba sarf ediyor. Ancak Bosna bir afet halinde, bir deprem sonrasını yaşıyor ve yüksek depresyon faylarında normalleşmeye çalışıyor; enkazın arasından sızan çığlıklar bitmiş değil.

Bu durum karşısında acil müdahale eğitimi almamış kişilerin rastgele eline kazmayı küreği alıp enkaza yönelmesi, koordine etmeden gıda yığması, yaralıya tam teşekküllü ortam olmadan ameliyat düzeyinde opere etmesi veya bir hesap numarası alıp sadaka sadakati gösterilmesi, sonuçta “çözüm”ün parçası olmayabiliyor. Kaldı ki, “Bosna’ya ihtiyaç var” diye “üstten” konuşmak da şık değil. Önemli olan, Bosna’nın “önemini fark etmek”…

Doğu’nun Kudüs’ünde Filistin sorunu neyse, Batı’nın Kudüs’ü olan Bosna aynı önemdedir. Ancak Filistin’de zalim açıkta ve saldırı şekli bellidir. Bosna’nın zalimi gizli, saldırısı rafine edilmiş ve “hayalet” gibi iş görmekte. Unutmayalım, hayaletlerle ancak korkusuz erdemlerle mücadele edilebilir, hayâllerle değil. Bosna’yı erdemlerin yalnızlığına itmek istiyorlar. Romantik bakış erdemi yüceltebilir ama yalnızlığı derinleştirir.

Derin Bosna’nın derinliğini biz yalnızlaştırmayalım. Konuşmak yalnızlığı bir nebze de olsa giderecekse eğer, acı da olsa konuşalım. Yeter ki susan Bosna, konuşan Bosna olsun! Çünkü o konuştuğunda insanlık konuşuyor…

Sonuç

Türkiye için Bosna “can”dır. Bosna içinse Türkiye “canan”… Kardeşlik hukukumuz sadece geçmişi değil, geleceği de kuşatmaktadır. Türkiye-Bosna ilişkilerinin umut ve heyecan veren yeni sayfasının açılışı bile henüz yirmibeş yıl gibi kısa bir süredir. Bu süre içinde yapılan iyilikler, projeler, çabalar ve devam eden dayanışmalar, başlı başına dua ve övgüleri hak ediyor. Nitekim özel sayıda inanıyorum ki bu övgü ve hak edişlere tanık ettiriliyordur. Ancak istedik ki başyazıda “Derin Bosna”yı konuşalım. Bunun içinse Türkiye-Bosna ittifaklarından bahsetmek yerine (bugüne kadar ittifakla ilgili yüzlerce çalışma kamuoyu ile paylaşıldı), özeleştiri ekseninde ama sorumluluk duygusuyla demlenmiş bir kardeşlik itikafına girmeyi tercih ettik. Niyetimize Allah’ı şahit tutmak dışında bir delilimiz yoktur...