Depresyon çıkışı az ileridedir

Kulluğun hazzı seni depresif hâllerden çıkardığında, o çok önem verdiğin dünyevî tatlar bile başka gelecek. Ama Rabbini unutup dünyanın ipine sarıldığında, en devasa mutluluk ve haz metaları bile seni depresif, tatminsiz ve isteksiz bir varlık olmaktan kurtaramaz.

TIBBÎ literatürde depresyon, ruh bilimi alanında bir terim. Diyorlar ki, depresyon ruhun bunalımıymış. Ayrıca fiziksel bunalım da var çünkü. Fakat temamız, ruhu esir alan “bunalım” olduğundan, söze başlamadan evvel psikolojiden de biraz söz etmek gerek.

Fransızca kökenli bir sözcük “psychologie”, dilimize ruh bilimi olarak çevrilmiş. Sonundaki “-loji” eki, bizi zaten bir bilim alanına ayak bastığımız hususunda şiddetle uyarıyor. Fakat bastığımız ayağı geri çekmiyoruz. Zira “psikoloji, ruh bilimi, depresyon ve ruhsal bunalım” terimlerine yakınlık kurduktan sonra bu alana adım atacak salahiyet ve ehliyette olduğumuzu anlamış olacağız.

Etimolojiyle depresyona giriş yapalım. Affedersiniz, “depresyon hususuna ve bu hususun kapsayıcısı olan psikolojiye” demek istemiştim. “Psiko” kelimesinin aslı Yunancada “psiycé” yani “ruh” demek. “Loji” kelimesinin aslı Yunancada “logia”; “araştırma” anlamına geliyor. Ortaya “ruh araştırması” adlı bir terim çıkıyor.

“Loji” eki akademik bir disiplini işaret ettiğinden, genellikle araştırma, gözlem, deney ve ispat yollarını kullanan “bilim” dalları için münasip görülmüş. Bu sebeple pek çok bilim ve alt bilim dalını işaret eden terimlerin “-loji” ekini aldığına rastlamak mümkün. O hâlde psikoloji terimini ruh araştırması yerine “ruh bilimi” olarak çevirmek de gayet makul.

Ruh bilimini de sosyal bilim, doğa bilimi ve nöroloji ile etkileşim içinde kabul ediyorlar. Zihnin fizikî yapısıyla düşünme, algılama, hissetme gibi duyguları etkileyen sistemi de bu işe dâhil ediyor, bunların dışında çevresel, sosyal ve toplumsal faktörleri de psikolojiyi anlama süreçlerinde başvuru kaynakları olarak sıklıkla kullanıyorlar.

Yanlış yol

Bu genel bilgiler ışığında ruh biliminin ruhta meydana gelen buhranlı hâlleri çeşitli kategorilerde değerlendirmesi de akla yatkın. Ruhun hastalığı olarak kabul edilen pek çok araştırma alanı var. Bunlar bazen iç içe geçmiş vaziyette değerlendirilmesi gereken hassas dengelere sahip. Depresyon, başka değişkenlerle birlikte kişide panik atak, paranoya, özgüven sorunları gibi farklı ruhsal problemleri de tetikleyebiliyor. Tüm bu hâller pek tabiî bilimsel gözlem ve deneyimler neticesinde bilimselleştirilmiş, bu işin uzmanları tarafından davranış ve hissedişler referans alınarak çeşitli adlandırmalarla tasniflenmiş. Ve sonuç olarak, bu hâllerden çıkış/kurtuluş yolları da yine bilimsel verilerle belirlenmiş.

Ne yazık ki bilim, ruhanî çöküşlerde bir yere kadar etkinlik sağlayabiliyor. Çünkü “ruh” dediğimiz geniş ve sınırı belirsiz alan, sadece zihnin işlevleri ya da fiziksel tepkimeler ile ölçülemiyor. Dışarıdan gönderilen uyaranlar her zaman ruha ulaşmıyor. Zihnin işlevleri ve hormonal denge korunabilse dahi ruhun içine düştüğü boşluk her zaman doldurulamıyor. Hatta bazen ruhu iyileştirme gayesiyle reçetelenen ilaç tedavileri ve sözlü terapileri insanın ruhu bile duymuyor. Bu ne demek? Hemen açıklayayım da elinde taşla bekleyen saldırgan ruhların heveslerini kursaklarında bırakayım: Evvelâ ruhların sahibi ve yaratıcısı olan Allah (cc), insanın her türlü hastalıktan kurtulmada tüm yolları denemesini bir zorunluluk olarak kullara yüklemiştir. Fiziksel ya da ruhsal hastalıklar süresince imkânların el verdiği bütün aklî yollar denenmelidir. Çeşitli perhizlerden ilaçlara, doktor tavsiyesiyle yapılan sporlardan değişen yaşam ve beslenme biçimlerine kadar her bir aklî yol, insanın sorumluluk alanı dahlindedir. Ama hiç şüphesiz bütün hastalıklarda olduğu gibi maneviyatın güçlendirilmesi, iyileşme yolundaki en gerekli adımlardan biridir. Hatta benim kalbimce en gerekli yoldur. Maneviyatı zayıf bir beden hiçbir zaman güçlü ruhların bedenleri kadar tedaviye cevap verici olamaz. Bu, fiziksel hastalıklarda bile böyleyken, ruhsal bir rahatsızlığın ruhun ihtiyaç duyduğu manevî iklimle ilişkilendirilmemesi beklenemez. İşte tam da bu yüzden bir bilim alanına bastığımız ayağı geri çekmeye tenezzül etmiyoruz. Çünkü “ruh” dediğimiz alan, imanın, inancın, fıtratın ve bunları besleyen ibadetin iç içe olduğu bir zemin. Yani aslında tam bizlik!

O zaman hastalığın tıbbî tespit ve teşhisleriyle tedavi yollarını işin uzmanlarına bırakıyor, bizi ilgilendiren manevî doygunluk ile iyileşme yollarının ilâhî yol haritasına giriş yapıyoruz.

Herkes kadar ben de biliyorum ki, bazen fiziksel ve zihinsel birtakım bozulmalar, hormonların eksik ya da fazla irtibatı, çeşitli kronik hastalıklar, nörolojik rahatsızlıklar ve çok daha fazlası, ruhsal bozulmalara da yol açabiliyor. Beyni etkileyen fiziksel bir rahatsızlık çeşitli psikolojik sorunları da tetikleyebiliyor. İşte bu yüzden tıp alanı, ruhsal çöküşlere neden olan fizikî faktörleri teşhis ve tedavi etmesi yönüyle muhakkak başvurulması gereken bir alan. Ve bildiğimiz üzere tedavi yolları aramak hepimizin insanî ve İslâmî yükümlülükleri arasında.

Peki, tatminsizlik, küskünlük, sevgisizlik ve dünyaya uyum sağlayamama hâli ile baş gösteren depresif hâllere manevî kimliğimiz üzerinden bakamaz mıyız? Pek tabiî bakarız. Bu bakışla ruhumuzu güçlendirebilir, kalbimizi genişletebilir ve Allah’ın izniyle inşirah bulabiliriz.

Çok zaman ruhun bunalımı, arayışa cevap vermeyen dünyevî yoksunluklar nedeniyledir. Cennet için yaratılmış insan, sıkıştığı beden ve dünya zindanına uyum sağlayamaz. Uyumu sağlayabilecek yolları da sıklıkla es geçer. Dünyanın ve bedenin dışına çıkamayan insan, maddî varlıklarla tatmine erişemez. Nesneler bir yere kadar insanı oyalar da nesneyi aşan ruh, cismi mağlûp eder ve daha hakikatli bir varlık arayışına düşer. Bu varlık arayışı her nefis için vardır. Kimi aradığını bilir de arar, kimi farkında bile değildir ne aradığının. Kimi bu arayışa mutluluk, huzur ve zenginlik gibi ekstra isimler koyar. Kimi aşkta, ailevî tatminlerde arar çareyi. Kimi özgürlük peşinde yeni hazlara ömrünü adar. Kimi bu arayışta çok yanlış adreslere varır da beynini ve ruhunu uyuşturan maddelere bel bağlar. Kimi sanatla, edebiyatla ve benzeri rafine zevklerle içindeki devasa boşlukları tamamlamaya, eksik parçaları birleştirmeye çalışır. Bu yollardan bazıları insanın dünyasına da, ahiretine de zenginlik katarken bazı aykırı yollar insanın bedenini ve ruhunu hasta etmekle hem dünyasını altüst eder, hem de ahiretini yerle yeksan eder.

İşte bütün bu arayış fıtrî ve insanî bir hissediş olmakla birlikte, ararken tutulan yolların bir kısmı ise çöptür. Bir kısmı ararken kayboluştur. Ve en iyi ihtimâlle bile yanlış arayışların sonu hüsran, hüsranın sonu tatminsizlik ve küskünlük ve de pek tabiî depresyondur.

Susayanın ilacı su

Şöyle düşünmek lâzım: İnsanın bir genetiği var, değil mi? Bu genetik kodların dışına çıkılamıyor. Hatta genetiğe aykırı yaşam biçimleri ve hatta beslenme şekilleri bile bedene zarar veriyor. Genetikte var olan kodlar, insana uzun yıllar müsaade etse dahi bir an geliyor, önünde devasa bir duvar olup keyfince yaşama tepisine set vuruyor. Meselâ genetiğinde kemik bozulmaları olan bir beden buna göre bir yaşam sürmez ve önlem almazsa önünde sonunda kemik yapısında bozulmalarla karşılaşabilir. Bunun gibi, pek çok genetik hastalık var.

Meselâ diyabet… “Ben şekeri çok seviyorum, istediğim kadar tüketirim” diyen biri rahatça yaşam sürerken, genetik yatkınlığı olan bir insan günün sonunda diyabetle tanışıyor ve şekerle olan münasebetini -ne kadar istese de- sınırlandırıyor, hatta tamamen terk-i diyar eyliyor. “Beden” dediğimiz bu mekanizma, sisteme yüklenmiş bilgiler ışığında bir yaşam sürmeyi gerekli kılıyor. Bütün gereklilikler yerine getirilse dahi bazı süreçler kaçınılmaz oluyor. Genetiğinde saç dökülmesi olan bir erkek, daha genç yaşında kel kalabiliyor. Bazen genetiği kandırmak, durdurmak ve geciktirmek mümkün olsa da bu bile yine birtakım çaba ve uzun uğraşlar ile ömür sürmeyi mecbur kılıyor. Tüm bunlar akla ne kadar yatkınsa, yaratılışın kodlarına uygun yaşamayan insanın ruhunda gedikler peydah olması da o derece kaçınılmazdır.

İnsan, Rabbine kul olmak için yaratılmıştır. Huzuru da, tatmini de ancak bu yolda bulabilir. İnsan beş vakit Allah’ın huzuruna gelmekle zorunlu tutulmuştur. İstediği kadar kaçsın, “İnanmıyorum” desin ya da inandığı hâlde bahanelerle bu süreçten kaçsın, ruhu bütün bu zorunluluklara ve daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Sen namaz kılmıyor, ibadet etmiyor, dua ve tövbeye gönül vermiyorsun fakat ruhun öyle bir susamış ki yalvarıyor, duymuyorsun. Ama yine de mecbursun onu tatmin etmeye!

Bir arayışa çıkıyorsun, “Ruhum ne istiyor?” diye kapı kapı geziyor, farklı reçeteleri ruh üzerinde uyguluyorsun. Bazen işi daha da ileri götürüyor, ruhun ihtiyacını haramla, ziyanla, günahla gidermeye çalışıyorsun. Aklını kandırıyor, ruhu yine aç ve susuz bırakıyorsun. Sonra ruhunla da aran açılıyor. Sen aklını dünya zevklerinde ve maddî şeylerden duyduğun hazla bir müddet uykuya yatırıyorsun belki ama ruhunun bu süreçten hiçbir tat almadığını bilmiyor, bilmek istemiyorsun. Bir süre sonra aklın uykudan uyanıp da “Ruhta işler nasıl?” diye baktığında, onu derbeder bir hâlde görüp şaşırıyorsun. İşte bundan sonrası bunalım, buhran, dünyaya küskünlük, her şeye karşı isteksizlik, arasında isimleri dışında hiçbir farkı olmayan günler, birbirinin aynısı saatler ve ölümü bekleyen bir yaşama biçimi!

“Bu hâlden nasıl çıkarım?” diye yeniden bir arayışa düşüyorsun. Ruhun yine yalvarıyor “Susadım” diye. Yine su yerine başka mayilerle onu avutmaya çalışıyorsun. Olmuyor. Bedenin ve aklın bir yere kadar dünya nimetleriyle avunabilir ama ruh, Rabbine yakınlık dışında hiçbir yolda inşiraha erişemez.

Bana sorarsan “Nedir depresyondan çıkışın yol haritası?” diye, söyleyebileceğim birkaç yol var fakat hepsi “denge” şifresine ihtiyaç duyar.

Maddedeki tatmin, ruhu ikna edemez. Madde âleminde yaşamı anlamlı kılmak için çalışabilir, kazanabilir, harcayabilir ve harama-günaha bulaşmadan çeşitli dünyevî hazların peşinden gidebilirsin. Ama tüm meşru mutluluk yollarında bile ruhunu tam anlamıyla susuzluktan kurtaramazsın.

Her neye sahip olursan ol, Rabbine kul olmaya çalış. Ona yaklaştıkça azalan kaygıları, genişleyen kalbin serinliğini tadacaksın. Onunla birlikte maddeler ve nesneler de yerli yerine oturacak. Kulluğun hazzı seni depresif hâllerden çıkardığında, o çok önem verdiğin dünyevî tatlar bile başka gelecek. Ama Rabbini unutup dünyanın ipine sarıldığında, en devasa mutluluk ve haz metaları bile seni depresif, tatminsiz ve isteksiz bir varlık olmaktan kurtaramaz.

Yaradılışa riayet etmek, dünya ve ahireti dengede tutmak ve Rabbine kul olmaya gayret etmek, dünyanın metaını bile anlamlı kılar.