Depremin düşündürdükleri

Merkezî ve yerel yönetimler, acil olarak yeni kararlar ve kalıcı tedbirler almak durumundadırlar. İlki de, hasarlı eski binaların mal sahiplerinin rızaları aranmaksızın bir an önce yıkılması olmalıdır.

BU yazımızda, Kahramanmaraş Depremleri nedeniyle “İlim Nedir, Ne Değildir?” yazı serimizi ileriki sayılara bırakarak, 6 Şubat ile beklenen Marmara bölgesi depremleri hakkında düşüncelerimizi paylaşacağız.

Yurt içinde büyük bir afet yaşadık. Milletimizin başı sağ olsun. Şehitlerimize rahmet, geride kalanlara sabır niyaz ediyoruz.

Kayıplarımızın yanı sıra, yıkılmış veya yıkılacak yapılar, bozulmuş yollar, bağ ve bahçelerimiz var. Etkilenen alan ve nüfus, Avrupa’nın birkaç devletinin toplamından fazla. Yine de Devletimiz bütün kurumlarıyla, sivil kuruluşlarıyla olanca hızıyla yardım elini uzattı. Yurdun dört bir yanından gelen kurtarma ekipleri, yüz bini aşan elemanlarıyla geceli gündüzlü büyük bir azim ve özveriyle, canla başla çalıştı. Enkaz altından çıkarılan her canın müjdesi heyecan ve ümit ışığı olarak vatan sathına dalga dalga yayıldı. Bazı çıvıtların ve kendini bilmezlerin fitneleri bir yana, milletimiz tek bir vücut, tek bir yürek olarak bütünleşti. Cihan gördü ve bir kere daha şahit oldu ki, bu millet, Çanakkale ruhuyla, Millî Mücadele ruhuyla yeniden kenetlenebilmekte ve yekpare durabilmektedir. Düşmana yeis, dosta güven olarak…

Yeryüzünün çeşitli coğrafyalarında muhtelif zamanlarda depremler olmaktadır. Yani depremler normal karşılanan bir tabiat hâdisesidir. Japonya gibi teknik seviyesi ileri memleketlerde sık sık karşılaşılır fakat (istisnalar hariç) fazla can ve mal kaybına uğranılmaz. Halk adeta hayatlarının bir parçasıymış gibi alışmıştır. Bize gelince durum değişiyor. Art arda gelen son depremlerle büyük bir afet yaşadık. “Asrın felâketi” nitelemesiyle yer yerinden oynadı. Bunun nedenlerini irdelemek ve çarelerini araştırmak durumundayız.


Büyüklük

Uzun süredir Doğu Anadolu kırık (fay) hattında sessizliğin hüküm sürdüğü ve enerji birikim potansiyelinin yüksek olduğu biliniyordu. Gölcük, Adapazarı ve Düzce Depremlerinden sonra sıranın Marmara Denizi’ndeki hareketliliğe geldiği tartışılırken, bazı yer ilmi uzmanlarımız Doğu Anadolu’daki potansiyel doygunluğa dikkat çekmekteydi. 23 Ekim 2011 Van Depremi 6,7 büyüklüğünde, 24 Ocak 2020 Elazığ Depremi 6,5 büyüklüğünde vuku bulurken de Doğu Anadolu fayına vurgu yapılmıştı. Fakat kimse bu büyüklükte bir deprem beklemiyordu. 6,5-7 civarında tahminler yürütülmekteydi.

İki husus, Kahramanmaraş Depremlerinin afete dönüşmesine vesile oldu: Dokuz saat sonra 7,6’lık bir hareketlenmenin daha olması ve odak noktasının 7 kilometre derinliğinde olması. Odak noktası yeryüzüne ne kadar yakın olursa yıkım etkisi o nispetle artmaktadır. Van Depremi’nde derinlik 16 kilometre, Elazığ Depremi’nde 10 kilometre olarak tespit edilmiştir. 30 Ekim 2020 tarihli İzmir Depremi 6,6 büyüklükle yerin 16,5 kilometre derinliğinde gerçekleşmişti.

Depremsellik açısından milât kabul edilen 17 Ağustos Gölcük Depremi, 7,4 büyüklük ve 17 kilometre derinlikte olduğu kayıtlara geçmişti. Nüfusun yoğun olduğu bölgede açıklanan can kaybı 18 bin 373’tü. Türkiye tarihinin en büyük depremi, 27 Aralık 1939 Erzincan Depremi’dir. ABD Jeoloji Araştırma Kurumu’nun (USGS) kayıtlarına göre bu depremin büyüklüğü 7,8’dir. Odak derinliği ise 20 kilometredir. Resmî bildirime göre bu depremde 32 bin 962 can kaybı olmuştu.

Başta Kahramanmaraş, Malatya, Sivas, Elazığ, Osmaniye, Adıyaman, Adana, Hatay, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere on bir ilimizi 108 bin 812 kilometrekare yüzölçümü ve 13,5 milyon nüfusu aktif olarak etkilemiştir son depremler. Nüfus ve gerekse alan açısından Avrupa’nın birçok devletinden büyük bir coğrafyada etkilenme söz konusudur. Kandilli’nin 7,7 (USGS: 7,8) ve 7,6 büyüklükle ilân ettiği iki depremi tek bir deprem olarak düşündüğümüzde 9-10 gibi bir dereceye ulaşabileceğiz. Çünkü iki deprem arasında 9 saat gibi kısa bir zaman aralığı var. 28 Şubat tarihiyle kayıplarımız 45 bini geride bırakmıştır. Bütün bu bilgiler göz önüne alındığında büyük bir afetle karşı karşıya geldiğimiz hakikati kaçınılmaz olarak belirmektedir.

Âdetullahı mühimsememek

“Sizi çarpan her musibet, kendi ellerinizin (iradenizle) işleyip kazandığı yüzündendir. (Bununla beraber Allah) birçoğunu da affeder.” (Şura, 30)

Kâinat içinde her sistem, varlığını belirli kurallar dâhilinde idame ettirir. Bazıları bunlara “tabiat kanunu” der. Bu tanım Asıl Sahibi (yaratıcısını) görmeden yapılmış bir genellemedir ki noksanlık ihtiva eder. Canlı cansız bütün mevcudatı yaratan, varlıkta tutan, varlığını devam ettiren Allah-u Teâlâ’dır. Varlık, sistem içindeki belirli kurallara paralel hareket etmek zorundadır. Bütün bu kurallar bütününe, Yaratıcısına izafetle “Allah-ü Teâlâ’nın sünneti” yani “âdeti” veya “kanunu” diyoruz.

Galaksilerin uzaydaki hareketleri, galaksileri oluşturan yıldızların seyri, Samanyolu’nun yıldızlarından biri olan Güneş’in gezegenleriyle birlikteki deveranı, Arz gezegeninin yörünge çizmesi, bir günlük dönüş periyodunda gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, yeryüzündeki canlıların doğumlarından ölümlerine kadar hayat serüvenleri velhasıl her şey, belirli nizam ve intizam içinde cereyan eder. Bütün bu hareketlerdeki kaideler manzumesini Allah-u Teâlâ’nın âdeti yani kanunu olarak tarif edebiliriz.  

Yaz sıcak, kış soğuktur. Kışın ince giyinirsek üşütüp hastalanabiliriz. Zararlı alışkanlığı olanlar zamanla rahatsızlanırlar. Hijyene dikkat etmeyen, virüs kaparak yatağa düşer. Yağmur berekettir ama fazlası sellere neden olur; dere yatağı kenarlarına bina yapanlar menfi etkilenirler. Aşırı su akıntısı temel zeminini aşındırdığında bina çökebilir veya suya kapılıp harap olur gider. Kırıklara (faylara) yakın eviniz varsa ve taşıyıcı malzemesi mukavim değilse, deprem anında ev hasar alır veya çökebilir. Yumuşak zemin üzerine kurulan yapı sağlam olsa da sarsıntıda toprağa gömülerek yıkılır. Ne demek istiyoruz? Yapacağımız işi, hayatımızı tabiattaki kanunlara paralel ve meslek kaidelerine uygun yapmalıyız.

Evi selden zarar gören bir kişi, yağmuru yağdıran Rabbini mesul tutabilir mi? Çürük yapı zelzelede yıkıldığında enkaz altında can verene “Yaratan böyle takdir etmiş” demek ne derece doğru olur?

Devesini başıboş bırakana “devesini bağladıktan sonra tevekkül etmesini buyuran” bir Peygamberin (sallallahü aleyhi ve’s-sellem) ümmetiyiz. Lüzumunu yaparak tedbirini aldıktan sonra neticeyi Allah-u Teâlâ’ya havale edebiliriz. Bu mevzuda -çeşitli nedenlerle- zafiyetimiz oldukça fazla, maalesef.

Arsa aranırken taşıma gücü zayıf zemini gösteren el, projeyi ilmine göre değil de müteahhidin arzusuna göre çizen el, yapımda noksan ve kalitesiz malzeme kullanılmasını işaret eden el, işçiliği baştan savma lüzumsuz şekilde kullanan el, denetimi masa başında eli cebinde geçiren el, daire alırken sağlamlığını değil de parasına ve manzarasına bakan el, depremin müsebbipleri olarak tutulabilir.

Birkaç jeofizik profesörü açıklamışlardı ama cılız kaldı. 7,6’lık ikinci fay 9 saat sonra değil de aynı anda kırılsaydı, felâketin büyüklüğünü tahayyül etmek bile zor olurdu. Orta Anadolu ve Doğu Anadolu tümüyle etkilenirdi. Bu da yaptıklarımızdan dolayı Rabbimizin bir affı olarak sıkıntılı ve yaralı gönlümüze bir su serpmektedir.

İmamoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki “İstanbul’un Yeni Çözüm Adımları” başlıklı toplantıdaki açıklamasında, İstanbul’da 500 bine yakın orta hasarlı, 90 bine yakın ağır ve çok ağır hasarlı bina olduğu beyanı var. Buralarda barınan 7 milyon civarındaki vatandaşın tehlike altında olduğu meydandadır.

Uyarıyoruz!

1999 Gölcük ve Sakarya Depremlerinin ardından İstanbul ili sakinlerinde bir telaş, bir telaş… Herkes oturduğu yapının deprem riskini öğrenmek istiyor. Yapı denetim mensupları olarak müracaatları değerlendirmek için o semt senin, bu semt benim, koşturuyoruz. Binaların çoğu eski. Statik hesapların son döneme nazaran hayli yetersiz olduğu projelerle, şantiyede elle karılan harcın, müteahhidin insafına kalmış demir döşenmiş kalıplara, nefer gücüyle aktarıldığı ve beton sulama işinin inşaat bekçisinin ilmî tecrübesine (!) ve gayretkeşliğine bırakıldığı zamandan kalmış, ayakta durma mecâli azalmış yapılar...

Vatandaşa yardımcı olma iştiyakıyla yapılan (tetkik, tahkik) çalışmaları rapor olarak kat maliklerine sunuluyor. Binaların çoğu güçlendirilmeli, güçlendirme maliyetinin yüksek olduğu durumlarda yıkılıp yenilenmeli. İş inşaatın başlaması için paraların toplanması safhasına gelindiğinde ise başlangıçtaki heyecan ve arzunun soğuk ve donuk çehrelere terk edildiğini gözlemliyorsunuz. Bir kısım zevat ise inşaatın “i”sinden bîhaber olduğu hâlde allâme kesiliyor. Yok efendim, binaları o kadar kötü değilmiş, kalfaya ya da filanca ustaya danışmışlar da betonunun çok kuvvetli olduğunu söylemişler, inşaat yapılırken tonlarca demir kullanıldığını gözleriyle görmüşler…

Bazıları da göğüslerini gere gere böbürleniyorlar. Neymiş efendim, apartmanlarında deniz kumu değil, normal kum kullanılmış, onun için sağlammış canım… Böylelikle 30-40 senelik meslek tecrübenizin ceplerinde akrep olan allâmelere (!) yenik düştüğüne şahit oluyorsunuz. Malî durumu müsait olmayanları anlarsınız da, dolarları banka kasalarında istifli olanlara ne dersiniz!? Hele bir hatıramız var ki, aradan geçen uzun zamana rağmen beynimize çakılı kalmış.

Adamın yaşlı binasını bodrum katında inceliyoruz. Depremin etkisiyle kolonlar patlamış. Korozyonlu demirler “Bizden hayır yok” der gibi sırıtıyor. Bina ha yıkıldı, ha yıkılacak. Mal sahibi gelip, “Bunun üstüne bir kat daha atmak istiyorum” demez mi? “Lâ havle” çekip oradan sessizce ayrılıyoruz…

İlk günlerin heyecanıyla müracaat edenlerin ancak yüzde 2 ya da 3’ü durumun vahametini idrak ederek yapılarını güçlendirme cihetine gittiler. Diğerleri, artçı sarsıntıların kaybolmasıyla birlikte endişe kırıntılarından silkinerek dünya hayatının meşgalelerine karıştılar. Zamanla depremde, jeofizikçi uzmanların -her zaman olması ihtimâliyle- “Otuz sene içinde olacak” şeklinde izah ettiği deprem tehlikesi de unutulup gitti.

Kahramanmaraş ve Hatay Depremlerinden sonra İstanbul halkını heyecan ve endişe dalgası sardı. Büyükşehir Belediyesine ve yapı denetim kuruluşlarına müracaatlar yığılıyor. İstanbul’daki mevcut binaların risk durumu ne?

Kandilli Rasathanesinin verilerine göre 2000 yılı öncesi 818 bin bina bulunuyor. 7,5 şiddetindeki bir depremde çeşitli derecede hasar görecek bina sayısı 491 bin olarak bildiriliyor. Buralarda oturanların nüfusu ise 6,2 milyon. Bize göre bu bilgiler iyimser olarak açıklanmış. Burada dikkati çeken husus, 2000 öncesi yapıların değerlendirilmesidir. Niçin 2000 öncesi? Çünkü 1999 Depremi’nden sonra statik hesaplar güncellenerek daha rijid tedbirler alınmıştır. Beton sanayiinin gelişmesi, betonun hazırlanışı ve dökümünün daha modern vasıtalarla yapılması burada etkendir. Ayrıca 2000’de yürürlüğe giren yapı denetim mevzuatıyla binaların denetiminin daha ciddî olmasının sağlanması da önemlidir.

Çok önemli iyileştirmeden biri de mühendislerin “münferit (tekil) temel”, kalfaların “pabuç” dediği basit temellerin yerine binanın bodrum alanının tamamının zemine oturduğu “radye” temellerin tatbikata geçmesidir. Bir kere bununla en az yüzde 50 yapı güvenliğini sağlıyorsunuz. Zira üst yapı ne kadar sağlam olursa olsun, temel kifayetsiz ise çökme kaçınılmazdır.

Diğer bir husus ise temele oturmayan kolonların ortadan kalkmasıdır. Odalarda veya salonlarda tavandan sarkan kirişler estetiği bozuyor diye kolondan kolona bağlantı yapılmayıp oluşturulan konsollar üzerinden kirişler teşkil edilmekteydi. Sallantı hâlinde kolonun yük taşıma kapasitesini bozan ve yapının çökmesine sebep olabilecek bu tertip, yeni yönetmeliklerde yasaklanmıştır. Beton ve demir kalitesinin arttırılması gibi birçok hususta yapılan iyileştirmeler, binaları daha güvenilir hâle getirmiştir.

2000 yılı öncesinde beton, şantiyede ilkel usullerle hazırlanıyordu. Betonun hesap mukavemetinin sağlanabilmesi için çimento, agrega ve su karışımının belirli oranlarda olması lâzım. İnşaatlarda betonu götürü döken ekiplerin ise kendilerine kolay gelen karışım usulü vardır. Bir araba kum, bir araba çakıl, bir torba çimentonun betoniyere atılması gibi… Zor kullansanız da bu miktarları değiştirmeniz kabil değildir. Dolayısıyla 2000 öncesi yapılar, ruhsat alarak projelerine uygun yapılsalar da 2000 sonrası yapılara nazaran çok zayıf kalmaktadırlar. Her iki döneme ait karşılaştırmaları özetleyelim:

a) Zemin açısından: statik hesapta temel teşkil eden zemin değerleri öncesi bölge bazlı veriliyordu. Hâlbuki ilçe bazlı bir bölgede çok farklı zemin çeşitleri bulunabilmektedir. 2000 sonrası zemin etütlerinde her parsel için çalışılması şartı getirildi.

b) Beton kalitesi: Ekiplerin insafına göre şantiyede üretilen betonun yerine, beton santrallerinde beton sınıflarına göre granümetrik değerlerin hassas tartılarla ölçümlendiği üretim tarzı getirilmiştir. Harç, kalıplara asansör ve el arabaları ile değil, pompalarla yerleştirilmektedir.    

c) Yeni yönetmeliklerle, proje safhasında gerekirse tatbikatlardaki yetersiz ve mahsurlu kurallar değiştirilerek depreme dayanıklı yapı imalatının önü açılmıştır.

d) 4708 Sayılı Yapı Denetim Kanunu: 2000 öncesi yapılar TUS ile kodlanan, inşaatın bitmiş olmasına rağmen arsaya gitmesi kısmet olmayan fennî mesullerin denetimi altındaydı. Projeye ve yönetmeliklere uyulup uyulmadığı tamamen işçilerin insafına bırakılmıştı. İnşaatlardaki meslek ekipleri de çoğunlukla işi “götürü” denilen pazarlık usulü ile aldıklarından, bundan sonraki neticeyi artık siz tahayyül edin!

2000 ve 2008 yıllarındaki yapı denetim mevzuatının işler hâle getirilmesiyle, proje üretiminden iskân alımına kadar bütün safhalar “denetim elemanları” adı verilen çeşitli branşlardaki mühendislerin kontrolü altına girmiştir. İmalattaki başıboşluk ortadan kalkarak depreme dayanıklı yapıların teşekkülüne imkân tanınmıştır.

Yapı denetim yönetmeliği ilk hâline nazaran inkişaf etmesine rağmen, bazı maddelerdeki eksiklik hâlâ giderilememiştir. Müteahhidin elemanı olarak istihdam şartı koşulan şantiye şefinin şantiyede bulunmasının sağlanamaması, yapı denetim ücretinin düşük olması gibi durumlar buna örnektir. Yapı denetim kuruluşları, düşük gelir karşısında istediği tecrübede mühendisi bünyesinde bulundurmakta zorlanmaktadır.

Netice olarak, İstanbul ve tüm Marmara Bölgesi’nde 2000 öncesi yapılar çok fazla risk taşımaktadır. İstanbul’daki 2000 öncesi bu yapılar, Gölcük, Adapazarı ve Düzce Depremlerinin ve gerekse artçılarının etkisiyle taşıyıcı elemanları önemli derecede hasar almıştır. Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki “İstanbul’un Yeni Çözüm Adımları” başlıklı toplantıdaki açıklamasında, İstanbul’da 500 bine yakın orta hasarlı, 90 bine yakın ağır ve çok ağır hasarlı bina olduğu beyanı var. Buralarda barınan 7 milyon civarındaki vatandaşın tehlike altında olduğu meydandadır.

Merkezî ve yerel yönetimler, acil olarak yeni kararlar ve kalıcı tedbirler almak durumundadırlar. İlki de, hasarlı eski binaların mal sahiplerinin rızaları aranmaksızın bir an önce yıkılması olmalıdır.

Okuyucularımızın Ramazan ayını ve de Ramazan Bayramı’nı tebrik eder, istikbâlin hayırlı olmasını Rahmân ve Rahîm Rabbimizden niyaz ederiz.