Deprem gerçeği ve toplumsal değişim

Yaşadığımız büyük felâket yalnızca bedenlerimizi değil, dün ve bugüne ait duygu ve düşünce dünyamızı da ağır enkazlar altında bırakmış olabilir. Ancak bize düşen, toplumsal bir zihniyet değişimi ekseninde bir an önce aksiyon alarak yarınlar adına bu ağırlığın altından daha güçlü çıkmaya çalışmaktır.

ŞUBAT ayının başlarında yaşadığımız deprem felâketi hepimizi derinden sarstı. Yakınlarımızı, sevdiklerimizi, yaşadığımız, gezdiğimiz, türlü türlü anılarımızı biriktirdiğimiz kadim şehirlerimizi kaybetmenin büyük üzüntüsü içerisinde uzunca bir süre kendimize gelemedik.

Zihnimiz, duygularımız, iç dünyamız bir taraftan enkaz altında kalan canlar için gönülden dualar eşliğinde tarifsiz bir ümit ve hüzün çemberinde kavrulurken, diğer taraftan evini, yuvasını, ailesini ve dostlarını saniyeler içerisinde kaybederek adeta sıfır noktasını yaşayan insanlarımıza hızlı bir şekilde yetişmeye ve onulmaz yaralarını bir nebze olsun sarabilmeye gayret ettik.

Tarihsel sürece bakıldığında, deprem gerçekliğiyle çoğu zaman yüzleşen ve etkileriyle çeşitli boyutlarda sınanan bir ülke olmamıza rağmen, yaşanan depremin gerek büyüklüğü ve şiddeti, gerek oldukça geniş bir sahaya yayılmış olması bireysel, toplumsal ve kurumsal alanlarda bazı noktaları yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini de bizlere gösterdi. Özellikle her ne kadar önceki felâketlere nazaran belli bir yol kat etmiş olsak da depremi bir gerçeklik olarak kabul edebilme ve toplum düzeyinde ona öncesi ve sonrasıyla hazır olabilme anlamında eksikliklerimizle hep beraber acı bir şekilde yüzleştik.

Peki, bundan sonra ne yaparsak artık depremi ölümcül bir felâket olmaktan ziyade geçici bir doğa olayı olarak karşılamamız mümkün olur? Bu bağlamda, hangi seviyede ne tür çalışmalara ihtiyaç vardır? Ne öğrenirsek, neyin farkına varırsak, hangi çıkarımları yaparsak ve bizden sonraki nesillere neyi öğretebilir ve onlara hangi kabiliyetleri kazandırmayı başarırsak depremi artık bir korku ve acı çemberi olmaktan çıkarmış oluruz?

İşte bu gibi soruların ve bu sorulara kısa ve uzun vadede vereceğimiz cevapların deprem gerçekliğine dair toplumsal bir farkındalık geliştirme hususunda bize bir miktar rehberlik edebileceğini ifade etmek mümkün.

Öncelikle varlık, yaradılış, evren ve doğaya bakış gibi açılardan düşünce sistemimizde bir değişimin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. İnsanoğlu yapı itibariyle hatalara açık, yanlış yapmaya meyilli, unutkan, çoğu zaman dünya ile olan ilişkisinde geçicilik, ölüm ve asıl gaye gibi sorgulamalardan uzaklaşarak hırs, kibir ve açgözlülük benzeri insan-evren-doğa etkileşimini bozan eylemler içerisine kolayca girebilen bir varlık. Bu anlamda gerek kendi iç dünyasında, gerek fiziksel varoluşunu sürdürdüğü dış dünyada zaman zaman tahribat yaşadığı görülüyor. Ömür sermayesinin bir gün biteceğini bildiği hâlde belli bir amaç doğrultusunda kendisine verilen dünya misafirliğini unutarak sonsuz sayıda nesneye hükmedebilmenin telaşını yaşıyor. Bu telaş hep daha fazla tüketmesine, doğadan ve doğal olandan koparak zihnini doyumsuz bir servet birikimine odaklamasına yol açıyor.

Dolayısıyla doğa ile uyumsuz, varoluş ile zıtlaşan ve süregelen dengeyi bozucu etkilere sahip girişimler gerçekleştiriyor. Ve bu hâl üzere daha kendi ruhunu inşâ edemeden yollar, köprüler, binalar, şehirler, ülkeler inşâ etmeye çalışıyor. Doğanın gerçekliklerine uygun olmayan yaşam alanlarında bu defa ya canını, ya sevdiklerini, ya uğruna ömrünü harcamayı göze aldığı servetini acı bir şekilde kaybediveriyor. İnsanlık tarihi bu açıdan oldukça fazla ibretlik dersle dolu ve belki de dünyanın son gününe kadar ne söylenirse söylensin ve ne yapılırsa yapılsın bu düzenin çarkları bu şekilde dönmeye devam edecek. Ancak yine de burada bizden istenen, oturup o acı sonu öylece beklemek yerine son ana kadar bile olsa değişim için çaba göstermek.

İkinci olarak ahlâkî mânâda bir dönüşüme ihtiyaç olduğunun altını çizmek gerek. İnsan-insan, insan-toplum ve insan-doğa gibi etkileşimlerde saygı eksenli bir çerçeveye uygun davranış ve eylemlerde bulunma yetisinin her anlamda geliştirilmesi oldukça önemli. Yaşanan son deprem felâketi özelinde konuyu ele aldığımızda, yapı inşâ süreçlerinde öncelikle sorumlu birey ve kurumların belli bir ahlâk düzeyine göre hareket etmesinin kıymeti bir kez daha ortaya çıkıyor. Diğer taraftan, özellikle dürüstlük, sorumluluk, iyilik, merhamet ve adalet gibi temel değerlerin her konuda olduğu gibi iş süreçlerinde de fark yaratan unsurlar olarak dikkat çektiğini ifade etmek mümkün. Ancak burada toplum olarak hepimize ayrı ayrı birtakım sorumluluklar düştüğünü de belirtmek gerek. Buna göre iş yaşamında görev ahlâkına uygun hareket etmek, işin türü ve boyutundan bağımsız olarak her bir eyleme disiplin, sorumluluk ve hesap şuuruyla yaklaşmak ve elbette bu noktada meydana gelebilecek çeşitli ihmâl ve yanlışlara karşı hem iç, hem dış denetim mekanizmalarını güçlendirmek hepimizin görevi.

Üçüncü olarak, bilgi sistemimizi gözden geçirmenin ve doğa ile uyum içinde yaşamamıza olanak sağlayacak şekilde mevcut düzeyi geliştirmenin önemini vurgulamak gerek. Bu bağlamda hem kadim kültürümüzde var olan mimarî uygulamalardan, hem de içerisinde yaşadığımız zaman diliminde yer alan inovatif çözümlerden yararlanmak suretiyle doğaya saygılı bir yapı inşâ sistemi oluşturmaya çalışmak gerekiyor. Bunun yanında, deprem olgusunun net bir şekilde bilindiği bölgeler açısından mevcut yapıların bu gerçeğe uygun hâle getirilmesi konusunda da çabaların artırılması elzem. Ancak bu noktalarda sadece devlet ve kurumlar bazında değil, toplumsal kodlarda da bir paradigma değişimine ihtiyaç olduğu aşikâr.

Diğer yandan, olası deprem felâketleri karşısında deprem anı korunma tedbirlerine ek olarak ilk yardım ve kurtarma amaçlı eğitim ve uygulamaların tabana yayılması doğrultusunda yapılabilecek çalışmaların hayata geçirilmesi de oldukça önemli. Bu bağlamda örneğin üniversiteler, okullar, meslek grupları, fabrikalar ve işletmeler gibi çeşitli kurumların kendi bünyelerinde gönüllü birimler kurmaları desteklenebilir.

Sözün özü şu ki, depremi yaşamımızın bir gerçeği olarak kabul etmek ve yaşam döngümüzde bu gerçekliği inkâr etmeyen, yok saymayan, doğanın işleyişine saygılı ve evrenin yapısal özellikleri ile uyumlu çözümler üretmeye kafa yormak ve bu çözümler çerçevesinde yeni bakış açıları geliştirmek kritik önem taşıyor. Bu konuda gerek mevcut toplumsal yapı üzerinden bir değişim ve dönüşüme, gerekse yeni nesiller açısından olabildiğince hızlı ve etkin bir ruh ve zihin inşâsına ihtiyaç olduğunun altını çizmek gerek.

Evet, yaşadığımız büyük felâket yalnızca bedenlerimizi değil, dün ve bugüne ait duygu ve düşünce dünyamızı da ağır enkazlar altında bırakmış olabilir. Ancak bize düşen, toplumsal bir zihniyet değişimi ekseninde bir an önce aksiyon alarak yarınlar adına bu ağırlığın altından daha güçlü çıkmaya çalışmaktır.