Demokratikleşmeyi sindirebilecek miyiz?

Batı’daki ulus milletler kendi devletlerini ortaya çıkarırken, bizde ise devletin kendisine bir ulus oluşturmaya çalıştığı görülmektedir. Din, kültür, lîsan gibi kavramlar “ulus” oluşturma içerisinde devlet tarafından tanımlanmış ve bu alanlara kimsenin dâhil olmasına izin verilmemiştir. Devletin belirlediği bu alanların ihlâl edilmesi durumunda ise ağır müdahalelerde bulunulmuştur. Takınılan otokratik tavır, tanımlanan yeni yaşam alanının ayaklar altından kayıp gitmesine müsaade etmemiştir.

HER toplumun tarzı farklıdır. Giyimi, konuşma biçimi ve en önemlisi de hayata bakışı farklılıklar arz eder. Bu farklılıkların muhafazası ve gelecek nesillere aktarılması, insanlığın vicdan görevidir. Bunun da temelinde, kendisi gibi düşünmeyenlere karşı o farkındalığı koruma ve saygı duyma bilincine erişilmesini sağlamak yatar.  

Günümüz dünyasında, özellikle Batı sömürge eksenli ithâl ne varsa hayatımıza nüfûz etmiş durumdadır. Fikir, kılık kıyafet, düşünce ve algı çok büyük oranda Batı’nın sömürgeciliğine teslim olmuş hâldedir.

Anadolu’nun herhangi bir şehrinde “mecburiyet” caddesini dolaşırken tabelâlara dikkat edilirse, büyük çoğunluğunun yabancı kelimelerden oluştuğu görülür. Esnaf, arz-talep meselesine göre bu tercihi yapıyor. Bir dükkân ismi yabancı kelime olursa, akıl, göz ve nefis, “Buradan alışveriş yap” diyor. Çünkü bunların görmediğini gören “vicdan”, susturulmuş hâle bürünüyor.

İşi gücü “para”, “masa” ve “arsa” olan bir anlayışın özendirildiği ve revaçta olduğu düzlemde ilim, sanat ve hikmet insanlarından bir şeyler beklemek akla terstir. Fikrî iktidarın olmadığı yerden fikrî iktidar ürünleri de beklenilemez. Bir yerde siyâsî kadrolar zemin oluşturup fikrî iktidar yükselecekse, bunun fidanlarının dikim işinin ilim, bilim ve hikmet erlerine bırakılacağı bilinirken, olanlar bunun tersidir.

Modernleşme tarihimiz de benzer yanılgılarla dolu. Batı’da modernleşme aşağıdan yukarıya doğru seyir takip ederken, bizim modernleşme tarihimiz sancılı bir şekilde küçük bürokratik elitler aracılığı ile yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşmiştir.

Devlet-i Aliyye’nin son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyetimizle birlikte artarak devam eden gelişme politikaları, beraberinde “demokratikleşme” sorunlarını da getirmiştir. İlerleyen yıllarla birlikte bu sorun sürekli olarak kendisini ciddî bir şekilde hissettirmiştir.

Batı’daki ulus milletler kendi devletlerini ortaya çıkarırken, bizde ise devletin kendisine bir ulus oluşturmaya çalıştığı görülmektedir.

Din, kültür, lîsan gibi kavramlar “ulus” oluşturma içerisinde devlet tarafından tanımlanmış ve bu alanlara kimsenin dâhil olmasına izin verilmemiştir. Devletin belirlediği bu alanların ihlâl edilmesi durumunda ise ağır müdahalelerde bulunulmuştur. Takınılan otokratik tavır, tanımlanan yeni yaşam alanının ayaklar altından kayıp gitmesine müsaade etmemiştir.

Topluma yapılan bu müdahaleler toplumsal travmaları beraberinde getirerek yeni problemlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toplumun baştan aşağıya “modernleşme” ve “demokratikleşme” adına yenilenme çabasıyla bürokratik devlet elitlerinin farklı argümanları kutsallaştırdığı ve dikte ettiği de görülmüştür. 28 Şubat, bunlardan sadece bir tanesidir.

Yukarıdan aşağıya doğru bürokratik elitler tarafından başlatılan “modernleşme” ve “demokratikleşme” adımları, bürokratik elitin nüfûz alanı genişledikçe ve devlet içerisinde ağırlığı arttıkça, burjuvanın da hep bu elitler ile birlikte hareket ettiği görülmüştür. Günümüzde de “sivillerin” bu tür burjuvazi elitler tarafından yeniden dönüştürüldüğü anlayışı giderek yaygınlaşmaktadır.

Topluma yapılan müdahalelerde burjuvazinin sürekli olarak bürokratik elitler safında yer aldığı bir gerçektir. Bu paradigmanın kırıldığı ilk nokta ise 15 Temmuz’da halkın sokağa inmesidir.

Bugün siyasal hayatımız oldukça değişti. Yani “siviller” siyâsette söz sahibi oldular. Batı’da burjuvaziler Kilise ile devler arasında yer alsalar da çatışma hâlinde devletin yanında durmuşturlar. Bunun yanında devleti de etkilemeyi başarmışlardır.

Bizde ise burjuvazilerin “para” ve “arsa” arasına sıkıştığı yaygın görüştür. Yani “Gerek Devlet-i Aliyye’de, gerekse Cumhuriyet dönemimizde Batı’daki gibi bir burjuvazi yok” desek yanlış olmaz. Bizdeki burjuvaziler, daha çok kendilerine devlet içerisinde ve bürokratik elitler yanında bir yaşam alanı oluşturmaya çalışmaktadırlar.

Yaygın görüşün yeniden bu şekilde oluşmaya başladığı hengâmede, demokratikleşme adımlarının, “para”, “mâkâm” ve “arsa” odaklı “burjuvazi” alışkanlıkların oluşturduğu paradigma terk edilmeden ne derece istenen düzeyde gerçekleşeceğine hep birlikte şâhit olacağız…