Kuruluşunun 74’üncü yılı münasebetiyle: Demokrat Parti hangi siyâsî şartlarda kuruldu?

İnönü, rejimin temellerini ve Atatürk devrimlerini yıkmaya yönelmeyen güçlü bir muhalefet partisinin yararlı olacağına inanıyordu. Bu inançla ülkede muhalefet partilerinin kurulmasına yeşil ışık tutmuştu. İlk olarak 2 Temmuz 1945’te Millî Kalkınma Partisi kurulmuş ve ondan bir süre sonra da Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, CHP saflarından ayrılarak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardı.

ÜLKEYİ birkaç kısa aralık dışında tıpkı bir kral gibi 49 yıl boyunca Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak idare eden Millî Şef İsmet İnönü’nün demokrasi ve çok partili hayata iyi gözle bakmadığı, bilinen bir gerçektir. Sonraki yıllarda ortaya çıkan demokrasi teşebbüsleri, dünyada gelişen olayların İsmet Paşa’nın gündemine dayattığı zorunluluklardan ibarettir.

Prof. Dr. Turan Güneş’in tespitine göre “Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırmış genç inkılâpçı kadrolar, artık yaşlanmışlardı; ortaya çıkan bütün sosyal gelişmelere muhafazakâr pencereden bakıyorlardı” (Özdemir, 1993:86). Dolayısıyla ülkenin önünü tıkıyorlardı. Netîcede ortada bir memur devleti bütün haşmetiyle hüküm sürüyordu.

1945’e gelindiğinde, halkla organik bağlara sahip olmayan CHP, desteğini kaybetmiş ve o zamana kadar tek parti rejimini desteklemiş olan, bürokrat-aydınlarla tüccar-toprak sahiplerini birleştiren elitler koalisyonu dağılmaya başlamıştı (Findley, 2015:267).

Millî Şef’in gizli kalmış bir demokrasi havârisi (!) olduğuna dair yegâne kayıt, aynı zamanda Paşa’nın damâdı da olan gazeteci Metin Toker’in şahsî kanaat ve yorumlarına dayanmaktadır. Millî Şef İsmet İnönü’ye kalsa, bir padişah gibi ülkeyi tek parti rejimi ile yönetecekti. Ancak dünyada gelişen dış dengeler Türkiye’de çok partili hayatı mecbûri kılınca, İsmet Paşa da buna göre yeni bir tertip içine girivermişti.

İsmet Paşa, hiçbir zaman demokrasiye inanan bir lider olmamıştı. Bu yüzden, “1943 yılında Meclis’teki tenkid havası büyürse gelip Meclis’i sarması için şarktaki Muğlalı Mustafa Paşa’ya talimat vermişti” (Ağaoğlu Samet, 1993:221).

Şef için temel esas “daima iktidarın zirvesinde kalmak” olduğundan, bu netîceyi elde etmeye yarayan her tarz, ona mubah gelebiliyordu. Nitekim 1947 yılında, daha Demokrat Parti’nin çiçeği burnundayken, “Hadımköy’de bazı üst seviye subaylara DP’yi şikâyet ederek, ‘Size güveniyorum. Belki hareket edeceğiz!’” (Ağaoğlu Samet, 1993:69) sözleriyle bir darbe münasebeti içine girmekten çekinmemişti.

Özetle İnönü, “Hiçbir zaman ne demokrasiye, ne de çok partili rejime ısınmış, bu rejimi sevmemiş, bu yanını itiraf etmiştir” (Ağaoğlu, 1972:101).

Nitekim, “Bir dönem İnönü’nün Başbakanlığını yapmış Recep Peker bile İnönü’nün yetkilerini kullanırken diktatörce davrandığını söylüyordu” (Toker, 1970:338).

Sonunda bir tertip doğrultusunda bir grup CHP milletvekili partiden ihraç edilerek Demokrat Parti kurduruldu. Gazeteci Engin Ardıç, bu olguyu şöyle izah eder: “CHP demokrasiye değil, ‘çok partili sisteme’ geçmişti. İkisi farklı şeylerdir. İnönü, çok partili sisteme geçti ama demokrasiye değil.”

Dış dinamikler

Millî Şef’in ve onun partisi CHP’nin penceresinden her şey böylesine otomatiğe bağlanmışken, savaş sonrası ortaya çıkan dengeler bütün dünyayı olduğu gibi Şef’in iktidarını da sarsmıştı. Değişen dünya dengeleri ortaya yeni bloklar çıkartmış, küçük devletleri bu bloklar içinde yer almaya zorlamıştı. Dünya dengelerini daima çok iyi takip eden ve ustalıkla daha güçlünün yanında yer almayı başarabilen Millî Şef, çâreyi Batı Bloku’nun yanında saf tutmakta bulmuştu.

Çünkü komşumuz olan Rusya, Türkiye’den toprak isteyecek şekilde bir dış politika izlemeye başlamıştı. Batı Bloku’nun yanında saf tutma mecbûriyeti diktatörlük rejimine son vermeyi, usûlen de olsa çok partili hayata geçmeyi gerektiriyordu. İnönü telâş içerisindeydi. Dayanacak bir yer arıyordu. Nereye başvursa kapıları kapalı buluyordu. Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda kalabalık bir misafir topluluğu karşısında kendisini tutamayarak, ‘Yalnızız, elimizden tutan yok’ diye bağırmıştı. Onun bu çâresizliği Türkiye’yi Amerika’nın kucağına atmıştı” (Sertel Zekeriya, 1968:258).

Türkiye’nin çok partili hayata geçiş merhalelerini araştıran dönem araştırmacıları, işte bu değerlendirmelerden dolayı daha çok dış sebeplerin üzerinde dururlar. Baskın görüş, “Millî Şef’in Sovyet tehdidi karşısında Batı’nın yanında yer alma zarûretinden çok partili hayatın doğduğu” (Akandere, 1998:266) yönündedir.

25 Nisan 1945 tarihinde toplanan San Francisco Konferansı, Millî Şef’in imdadına yetişir. Millî Şef, bu konferansla kendini Batı’nın korumasına aldırır. “Türkiye’nin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Anlaşması, tek partili rejime son vermeyi bir yükümlülük hâline getiriyordu” (Ekinci, 1997:276).

Demokrasiye geçişte San Francisco damgasının bu kadar baskın olmasından hareketle devrin bazı aydınları gelişmeleri değerlendirirken, “San Francisco markalı bir demokrasiye kavuştuğumuzu dile getirmişlerdir” (Ekinci, 1997:310).

İnönü, ABD’ye kendini kabul ettirmek için de olsa demokrat görünmeye çalışıyordu. Demokrasiden yana olduğuna dış âlemi inandırmak zorundaydı. “Türkiye’nin demokratik bir rejime gidiyor görünmesi kaçınılmaz bir hâl almıştı” (Sertel Zekeriya, 1968:259).

Amerika’da Başkan Truman’ın önerisi üzerine Kongre, Sovyetler Birliği’nin baskısı altında olan Türkiye’ye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık bir yardımı kabul etti. Bu devletlerin sivil ve askerî personeli de Amerika’da eğitim göreceklerdi. Önce Türkiye’yi ve Yunanistan’ı Sovyetlere karşı kışkırttılar, Sovyetler de iki yıl önce bize bir nota vererek 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’nı yenilemeyeceğini bildirdi. Sovyetler hangi akılla bu işi yaptılar bilmem, ama bizi Amerika’nın kucağına attılar.

Truman Doktrini’nin yanı sıra bir de Marshall Plânı ortaya atıldı. Bölgedeki bütün ülkelerin tarım işlerine el attılar, ellerinde kalmış ve ne kadar modası geçmiş üretim aracı varsa bize yutturdular; yedek parçaları bulunamadı, bir süre sonra bu araçlar çürüğe çıkarıldı. Ama biz borçlanmış olduk. Tarım üretimine Amerika yön verdi, bizi bitirdiler. Amerika bizim efendimiz oldu, biz de yeni sömürge olduk (Topuz, 2005:196).

1946 Nisan’ının ilk günlerinde, gazetelerde en önemli haber, Amerikan Missouri zırhlısının “Providence” ve “Power” adlı iki zırhlı ile İstanbul’a geleceğiydi. Missouri, Washington’da ölen Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini getiriyordu. Ama olayın önemi, cenazenin gelişinden değil de Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesinden kaynaklanıyordu.

İstanbul’da da yer yerinden oynadı. Missouri Üsküdar, Dolmabahçe ve Sarayburnu önünden geçerken binlerce kişi gemicilere sevgi gösterilerinde bulundu. Halkın zırhlıları yakından görmesi için bazı iskelelerden özel vapurlar kaldırıldı. Amirallere halı, kilim ve plâketler verildi. Konuklar hiçbir limanda böyle ağırlanmadıklarını anlattılar. 1946 Nisan’ında Türk-Amerikan dostluğu işte bu tür bayraklı, pankartlı ve badanalı şenliklerle başlatıldı (Topuz, 2005:197-198).

İç dinamikler

İnönü, demokrasiye geçmeyi iyice sıkışan toplumsal enerjinin bir patlamaya dönüşmesinden endişe ettiği için bir çözüm çâresi olarak görmüştü. Ona kalsa, “Ömrünü tek parti rejimiyle pekâlâ geçirebilirdi” (Akandere, 1998:357).

Son tahlilde Millî Şef İnönü’nün kendi arzusuyla demokrasiye geçmediği ortadadır. “Asker, bürokrat, seçkinler, toprak sahipleri ve burjuvazi arasındaki siyâsî ittifakta statükonun korunmasını imkânsız hâle getiren bir aşınma” (Ahmad, 1999:125) da bu değişimi mecbûri kılıyordu. İnönü’yü demokrasiye götüren sebeplerden biri de onun kafasındaki iç konjonktür dengeleridir.

Esasen, “İnönü, İspanya diktatörü Franco gibi harpten sonra da totaliter rejimi devam ettirebileceğine inansaydı, bunda tereddüt etmeyecekti” (Ekinci, 1997:288).

Eğer Halk Partisi yöneticileri 1950 arefesinde “Seçimleri biz kazanıyoruz” diye İsmet Paşa’yı yanıltmamış olsaydılar, ne seçimlerin kanunla yapılmasına, ne Demokrat Parti’nin seçimleri kazanmasına imkân ve ihtimâl olabilirdi! “Demokrat Parti de Büyük Millet Meclisi’nde sandalye kazanacak, ama seçimleri biz alacağız” düşüncesi, “beyaz ihtilâl”in kapısını açmıştı (Sarol, 2014:338).

İnönü, 1969 yılında TBMM’de yaptığı bir konuşmada, o günlere atıfta bulunarak, “Demokratik rejimi getirmeseydik ihtilâl olabilirdi” açıklamasını yapmıştı. Çünkü CHP, “yirmi yedi yıldır milletin kanını emen bir teşekkül olarak” artık alenen suçlanıyordu (Özdemir, 1993:87)

Cumhuriyet Halk Partisi toplumsal kalkınmayı sağlayamamış, halk, eskiden olduğu gibi köylerde yaşayan köylüler olarak kalmıştı. 1950’de nüfusun aşağı yukarı yüzde doksan beşi eski işleriyle uğraşıyordu. Nüfusun yüzde yetmiş beşi köylerde yaşıyordu ve resmen kasabalarda yaşadıkları kabul edilenlerin yüzde beşi de toprak işlemekteydi (Stirling, 1984:563).

Bir yandan da halkın değerlerine yabancı ve düşman politikalar izleniyor, bu politikalar Devlet’e ve yönetime karşı bir büyük öfkenin birikmesine sebep oluyordu. Dönemin Millî Eğitim Bakanlarından Tahsin Banguoğlu, bu vaziyeti şöyle anlatır: “İstanbul’un fatihinin, Fatih Sultan Mehmet Han’ın bile türbesi kapatılmıştı. Yavuz Sultan Selim’in, Kanûnî’nin ve Eyüp Sultan’ın türbeleri de kapalı idi!” (Banguoğlu-Yazıcı, 2001:81)

Dönemi inceleyen bütün kaynaklar, Halk Partisi rejiminin sosyolojik ömrünü tamamladığına dikkat çekerler. Ali Naci Karacan, bu durumu şöyle anlatır: “Artık Halk Partisi’ne bağlı hiçbir umudu kalmamıştı. Parti, 27 yıl içinde bütün o yapıcı, değiştirici, iyileştirici rûhunu kaybetmiş; hantal, duygusuz, beceriksiz, lök gibi bir iktidar olup çıkmıştı.” (Karacan-Tanju, 1986:158)

Çok partili hayatla ilgili Millî Şef’in tavrı, bir “zoraki demokratın” katlanmak zorunda kaldığı yeni gelişmelerden ibarettir. Şef, iktidardan düşmeden dünyaya, “Türkiye’de demokrasi var” dedirtme gayret ve çabası içerisindedir.

Sonunda bir tertip doğrultusunda bir grup CHP milletvekili partiden ihraç edilerek Demokrat Parti kurduruldu. Gazeteci Engin Ardıç, bu olguyu şöyle izah eder: “CHP demokrasiye değil, ‘çok partili sisteme’ geçmişti. İkisi farklı şeylerdir. İnönü, çok partili sisteme geçti ama demokrasiye değil.” (Ardıç, 2010)

Özetle CHP ve onun Millî Şef’i, yönetimi, 1950’de genel seçimlerle Demokrat Parti’ye bir lütuf şeklinde devretmemiştir. Halkın tepkisi ve biriken öfkesi karşısında başka çâresi kalmadığı için “bir zoraki demokrat” olarak demokrasiye geçmeye mecbur kalmıştır.

Demokrat Parti

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak, kendi partilerine sert eleştiriler getirip CHP Grubu’na “Dörtlü Takrir” adlı bir önerge verdiler. Önerge ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını öngörüyordu. Ancak Dörtlü Takrir reddedildi. Bunun üzerine Menderes ve Köprülü, o günkü Vatan Gazetesi’nde Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına karşı o güne değin örneğine rastlanmayan sertlikte yazılar yazmaya başladılar.

Sonuç olarak Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildiler. Aynı gruptan olan Celâl Bayar ise önce milletvekilliğinden, sonra da CHP’den istifa etti. Celâl Bayar, 1 Aralık 1945’te parti kuracaklarını açıkladı. 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti (DP) kuruldu.

İnönü, rejimin temellerini ve Atatürk devrimlerini yıkmaya yönelmeyen güçlü bir muhalefet partisinin yararlı olacağına inanıyordu. Bu inançla ülkede muhalefet partilerinin kurulmasına yeşil ışık tutmuştu. İlk olarak 2 Temmuz 1945’te Millî Kalkınma Partisi kurulmuş ve ondan bir süre sonra da Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, CHP saflarından ayrılarak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardı.

 

Kaynaklar

Ağaoğlu Samet, (1972), DP’nin Doğuşu ve Yükselişi, İstanbul: Baha Matbaası

Ağaoğlu Samet, (1993), Siyâsî Günlük, İstanbul: İletişim Yay

Ahmad Feroz, (1999), Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul: Kaynak Yay

Akandere Osman, (1998),Milli Şef Devri, İstanbul: İz Yay

Ardıç Engin, (2010), Star,19.3.2010

Banguoğlu Tahsin-Yazıcı Olcay, (2001), Eğitim ve Kültür Trajedimiz, İstanbul: Marifet Yayınları

Ekinci Necdet, (1997), Çok Partili Hay. Geçişte Dış Etkenler, İstanbul: T.D. Yay.

Findley Carter V, (2015), Modern Türkiye Tarihi, İslam Milliyetçilik ve Modernlik,1789-2007 İstanbul: Timaş Yayınları

Karacan Ali Naci-Tanju Sadun, (1986), Doludizgin/Bir Gazetecinin Hayatı, İstanbul: Karacan Yay

Özdemir Hikmet, (1993), Sol Kemalizm, İstanbul: İz Yay.

Sarol Mükerrem, (2014), Bilinmeyen Menderes, Cilt:1, İstanbul: İnkılap Yayınevi

Sertel Zekeriya, (1968), Hatırladıklarım, İstanbul: Yaylacık Matbaası

Stirling Paul, (1984), Uluslararası Atatürk Sempozyumu, Cumhuriyet Türkiye’sinde Toplumsal Değişme ve Toplumsal Denetim Ankara: İş Bankası Yay.

Toker Metin, (1970), Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul: Milliyet Yay.

Topuz Hıfzı, (2005), Savaş Yıllarında Kültür Devrimi, İstanbul: Remzi Kitapevi