YOLUMUZ düştü ve o
coğrafyaya gitmek nasip oldu. O zamanki adı Yugoslavya’ydı henüz, lime lime
olmamıştı ülke, hatta “parçalı bohça”yı bir arada tutan “maharetli bohçacı” General
Tito hayattaydı, lakin yaşlanmıştı. Yaşlı önderin ölümünü bekliyordu her
federal bölge ve içten içe tüm Yugoslavya, ondan sonranın ince hesabını
yapıyordu. Cumhuriyet halklarının aralarında anlaşarak İkinci Cihan Harbi
sonrasında toprağa gömdükleri baltalarını çıkarmış olan fanatikleri durdurmanın
imkânı yoktu. Zira o fanatikler, baltalarından evvel dişlerini karanlık
dehlizlerde bilemeye başlamışlardı.
Bu
fanatiklerin en yoğun olduğu muhtariyet olarak elbette başta ülkenin en geniş
toprağına ve en kalabalık nüfusuna sahip Sırbistan geliyordu, ardından da Hırvatistan.
Diğer dört bölge daha sakindi, hatta bazıları tedirginlik içerisindeydi. Tedirginler
arasında ülkenin mevcut halini korumasını isteyenler de vardı ve doğal olarak bunlar
arasında Bosna da vardı. Kısmen Kosova ve birazcık Makedonya da bu kategoriyi
oluşturuyordu. Zira bunlar, Sırpların bir hayal peşinde olduğunun farkındalardı;
o hayal, “Büyük Sırbistan”dı.
Tedirgin
komşular, Sırpların “Megalo Idea”sının kendi arazilerini de kapsadığının
farkındaydılar. Ancak Bosna, bir şeyin daha künhüne ermişti: Sırplar sadece
Bosna arazisine değil, bilhassa Boşnak kavminin kimliğine de göz dikmişlerdi.
İşte asıl sorun, bu idi!
Peki,
Boşnakların o sıradaki kimliği ne idi ve en önemlisi o kimlik ne durumdaydı?
Bir başka soru da, göz dikilen o kimliğin, göz dikilmeye değer mi olduğu
yönündeydi.
Bu
sorulara cevap aramadan evvel, Bosna tarihine bir göz atalım istiyoruz.
Bosna
ve kendilerine “Ero” adını veren Hersek bölgesi halkı, Büyük Sırp Krallığı’nın
içinde yer alan bir alt yönetim olarak milattan beri varlığını sürdürüyordu.
Sava ve Drina nehirlerini doğusuna alan ve bu nehirlerle Dalmaçya kıyısı
arasındaki bölgede, ırkî bir isme sahip olmayan Bogomil halkı yaşıyordu ve
Bogomil, Hazreti İsa’ya oğul değil, kul diyen ve Hz. Muhammed’i tanıyan bir
Hıristiyan mezhebiydi.
Her
dönem dominant Sırp ve
Macar zulmüne maruz kalan “teoetnik” bu toplum, Sırp ve Bulgar zulmünü
iliklerinde hisseden ve “Pomak” adı verilen bir toplumla aynı dili konuşuyordu.
Bogomillerin dili, komşu Ortodoks, Sırp ve Katolik Hırvatlarla da benzerdi.
Ancak günümüzdeki Boşnak kültürü, halkın ortaya çıktığı 1. yüzyılda değil, 15.
yüzyılda belirginleşmişti. Dolayısıyla Bogomil toplumu, ilk bin 500 yıla yakın ön
ömründe bir başkasıydı, daha sonra “Slavik” bir toplumsal kültüre evrildi.
Benzeşik Slavizme sahip olan Sırp ve Hırvatlarla ya aynı dönüşme/dönüştürülme
operasyonuna tâbi tutuldu ya da onlar tarafından Slavikleştirildi. Her iki
durumda da toplum preslenmiş olmalı. Yani gönüllü bir benzeşmeden söz etmenin
olanağı görülmüyor. Hatta sonucu belli olan bu “asimilik ameliye”ye direndiği
de belli oluyor. Bu saldırının ve direnmenin tek argümanı Bogomilizm idi. Yani
halk Bogomil olmasa ya Ortodoks olacak ve Sırp sayılacaktı veya Katolikliği
kabul etmiş olarak Hırvat coğrafyasına dâhil olacaktı. Ancak olmadı, zira bir
başka inanca iman ediyordu bölge halkı, Bogomilizm’e.
O
topraklarda Bogomilyanlık, Vatikan Katolisizminden de, Konstantinopol
Ortodoksluğundan da önce meriydi. Ortodoks olmadan Sırplar, Katolik olmadan
Hırvatlar ve hatta Protestan olmadan Slovenlerin de imanının temeli
Bogomilyanizmdi. Ve bir gün Katolik, ardından Ortodoksluk, daha sonra da
Protestanlık çıkageldi. Parça parça kopardı Orta Balkan toplumunu ve “Tevhid” tek
ilahcılığından aldı, “Teslis” üç tanrıcılığına evirdi. Hepsini mi? Hayır, tek
parçalı toplumun en inançlı ve inatçı dağlıları hariç; onlar eski imanda
direndi. Akabinde direnmeyenler, direnenlerin direncini kırmak için elinden
geleni ardına koymadı ve yüzlerce yıl süren zulüm, Osmanlı’nın araziye
inmesiyle noktalandı.
Bogomil
halkının efsanelerinde geçen “Bonyak”ın adı yeni efendilerin tercih etiği bir
etnik isim olarak ortaya çıktığında, artık onlar Boşnak/Boşnyak’tı. Bu isimle anılır olmak bile Bogomillerin, Sırp ve
Hırvatlara karşı kazandığı bir zaferdi ve ilkti. Artık onların da bir
kimlikleri vardı ve yüzyıllardan beri inat ve inançla sarıldıkları Bogomil
etiketinden vazgeçebilirlerdi. İsa’yı insan ve Hz. Muhammed’i peygamber kabul
etme özellikleri işi kolaylaştırdı ve kökü, çok ötelerde ve uzak yıllarda
kalmış olan demode Bogomillikten kurtulmaları kolay oldu. Boşnak kavmi olarak
yeni dinlerine geçtiler ve Müslüman oldular.
Aradan
300 yıl geçti, Türkler geldiler ve gittiler. Bogomiller Müslümanlaşarak Boşnak
olmuşlardı, lakin bu durum hiç de önemli değildi. Zira yeni dininin Boşnaklığa verdiği
siyasî destek çökmüştü. Özellikle Sırplar açısından bu mühimdi; tam da harekete
geçme zamanıydı. Böylece 300 yıl önce ara verilen asimilasyon savaşı, kaldığı
yerden devam etti. Daha evvel Bogomilizme dikilen gözün hedefinde, şimdi
Osmanlı desteğinden yoksun kalmış olan İslamiyet vardı. Çünkü her ne kadar yeni
bir etno-isme kavuşsa da eski Bogomillerin yeni “inanç ve inatları” İslamiyet
olacaktı. Dolayısıyla Sırpların hedefi de oydu. Eğer İslam yok edilirse,
Boşnaklığın herhangi bir direnci kalmazdı.
Büyük
Sırbistan hayalinin önündeki engel, sadece İslam değildi tabiî. Hırvatların
Katolikliği ve Slovenlerin Protestanlığı da İslam’la aynı değerdeydi. Ancak
Sırplar açısından behemehal yapılması gereken, araziden Müslümanlığın
kazınmasıydı ve bu son fırsattı.
Her
devir asimile olmuş Sırpın asimile etme hırsı
İstanbul’un fethinden altı yıl sonra Osmanlı’nın bir eyaleti olarak İmparatorluğa katılan Bosna ve Hersek, Osmanlı’yla beraber yaşadığı 300 yıl içerisinde yeni bir kültürün gönüllü talipleri olarak, Slavlaştıkları sürecin en az üç katı kadar bir sürede İslam dini ve kültürüyle yoğruldu. Ancak Bosnalılar, dinsel ve kültürel konudaki iştahlarını dillerinde gösteremediler ve can düşmanları olan komşularıyla aynı ya da benzeş dili konuşmayı sürdürdüler. Zaten Sırpları iştahlandıran da konuşulan dildeki benzerlikti. Adına Boşnakça da dense, komşuları, konuşulan lisanın kendilerine ait olduğunu iddia ediyor ve söz konusu dilin kendilerine Boşnak dininin üzerinde operasyon yapma yetkisi verdiğini iddia ediyorlardı. Zira Sırpçanın yan benzeşlerini konuşan herkes Sırp’tı, “Değilim!” diyorsa Sırplaştırılmalıydı. Gerekirse zorla!
19.
yüzyıla doğru kuzey komşu Avusturya-Macaristan Habsburgya’sı, güç erozyonuna
uğrayan ve yüzyıl önce imzaladığı Karlofça Antlaşması’yla gerileme dönemine
giren Türk İmparatorluğu’nun elinden aldığı Sloven arazisiyle yetinecek gibi
görünmüyordu. Kısa bir sürede Protestanlaştırdığı Sloven toplumu üzerinde
yaptığı “ruh operasyonu”nunda ulaştığı başarının da verdiği hızla yeni tebasının
karşı kıyıdaki uzantısı durumundaki Sırp, Hırvat ve Boşnak halkına göz dikmişti.
Viyana kışkırtıcıları, Osmanlı’nın uç bölgesine indi. Kışkırtmaya verilen cevap
Sırbistan’da olumlu, Bosna’da pek iç açıcı değildi.
Burada
durup bir ara paragraf yazmak elzem oldu.
Yukarıdan
beri yazageldiğimiz hususlar arasında bir durum dikkat çekiyor: Gerek Sırp,
gerek Hırvat ve gerekse Boşnaklarla Sloven toplumlarının çok kolay ve kısa
zaman zarfında bir kültürden öteki kültüre evrildiğini görüyoruz. Ne yazık ki
ırkî orijinleri tespit edilememiş bölge insanı, bin 500 yıl içerisinde lisan ve
kültür düzleminde Slavlaşmış, Bulgarlaşmış, Cermenleşmiş, Karadağ yöresinde
İtalyanlaşmış, hatta Türkleşmişti. Bunca evrilmeye bölgenin güneyindeki kısmî
Makedonlaşmayı, kuzeyindeki Voyvodina’da da Macarlaşmayı katmakta bir beis yok.
Neden böyle olduğu anlaşılması zor bir durum. Fakat bu durum, bir avuç bölge
halkı üzerinde komşu devlerin siyasî ve kültürel emellerini her daim canlı tutagelmişti.
Zaten bölgenin içinden olmasına rağmen “biti kanlanan” Sırpların “ötekiler”
için “asimil emeller” taşımasının nedeni de bu kolaylıktı.
Terk
edilen toprak, terk edilen evlat
Bölgede
husule gelen 1805’teki ilk isyana elbette Boşnaklar katılmamışlardı, ama bu
isyanın onların da kaderini belirleyeceği belliydi. İsyan Osmanlı gücü
tarafından bastırıldı, ancak elde edilen haklar “Sırp ulusal bilinci”ni
kamçılamıştı. Osmanlı tarihinde Sırp isyanının ardından gelen Mora isyanının
bir Yunan devletini ortaya çıkarması, tüm Balkan milletlerini iştahlandırmaya
yetmişti. İştahlananlar arasında Müslüman Arnavutlar da vardı. Sadece Boşnaklar
bu koronun dışında kaldılar, sonuna kadar da bu kararlarının ardında durdular.
Tarihimizde
93 Harbi olarak bilinen, 1877 yılında Osmanlı’nın Balkanları kaybetmesi
sürecini baş döndürücü bir hıza eriştiren muharebeler zinciri sonunda Rus
ordusu, o zamanki adıyla Ayestefanos’a, yani Yeşilköy’e kadar geldi;
İngiltere’nin araya girmesiyle Çar ordusu orada durdu ve İmparatorluğun en ağır
antlaşmalarından birini imzalattı Osmanlılara. Kanaatimizce Devlet-i Âliyye’nin
akıbetini belirleyen bir savaştı 93 ve öyle bir antlaşmaydı Ayestefanos. Kıbrıs
karşılığında antlaşma İngiltere tarafından bozuldu ve Rusya, Berlin Konferansı’na
razı edildi. İki yıl sonra Berlin’de imzalanan yeni antlaşmayla sözünü
yazageldiğimiz “Bosna” toprakları elimizden ebediyyen çıktı. Zaten o
antlaşmadan sonra “Osmanlı’nın Bosna Eyaleti” ismini yitirdi ve “Güney Slavya”
olarak adlandırılmaya başlandı. Bu adlandırma, elli yıl sonra devlet adı oldu: “Yugoslavya”.
Berlin
Antlaşması’yla bölgeye yeni bir statü kazandıran İngiltere, Boşnakları
önemsemedi doğal olarak. Onları da tıpkı Hırvatlar gibi Sırplardan saydı ve
Sırbistan Prensliği böylece teşekkül ettirilmiş oldu.
93 Harbi esnasında tüm Balkanlar, duvarda yer tutan birkaç iri taş gibi yerinden oynamıştı. Bir parça eşyasını kapan Boşnak ve Pomaklarla beraber Türkmenler de Trakya’dan anavatana giriş yaptılar. Bu göç, konferans sonucunda Osmanlılığını devam ettiren Makedonya’daki “diğer Boşnakları”, yani Torbeşleri etkilemedi. “Torbalı Bogomil keşişleri”nin evlatları, Türkmenlerle birlikte Manastır, Debre ve Ohri gibi Makedon şehirlerinde yaşamaya devam edegeldiler. Onlarla beraber topraklarını terk etmeyen Boşnaklar da günümüz Bosna’sının kaidesi olarak oralarda kaldılar.
Sırpların insafına terkedilmiş olan Boşnaklar üzerinde Belgrad Slavizminin ameliyesi devam etti elbette. Önce Osmanlılık mantosu çekilip alındı “Turkuvaz Bosnalılar”ın üzerinden. Zaten ne Osmanlı’nın, ne de daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin onların üzerindeki hamiliği sürecek gibi değildi. “Kurda terkedilmiş kurbanlık kuzu” durumunun Boşnakları çok zorladığı muhakkak, buna bağlı olarak içine kapanan, dinini sadece evinde yaşamak zorunda kalan bir “kripto”luğa doğru adım adım evrilen sürece girmişti toplum ve bunun neticesinde zamanla kazandıkları tüm kimlikleri de hızla erozyona uğruyordu.
Bogomil halkının efsanelerinde geçen “Bonyak”ın adı yeni efendilerin tercih etiği bir etnik isim olarak ortaya çıktığında, artık onlar Boşnak ya da Boşnyak idi.
Boşnak:
Dininden soyununca milliyetsiz kalacak millet
Yıl
1939’a geldiğinde, Balkanlarda yeni bir dönem başladı: Nazi devri… Eli kanlı
Cermen lideri Adolf Hitler, Birinci Dünya Harbi’nin öcünü almak ve gecikmiş “(Hayalî)
Cermen İmparatorluğu”nu kurmak üzere harekete geçti ve birkaç hafta içerisinde,
günümüzdeki Avrupa Birliği arazisinden daha fazlasını istila etti, tabiî Balkan
yarımadasını da. Savaş 1945’e kadar tam altı yıl sürdü. 40 milyona yakın insan
öldü. Garip bir şekilde Bosna, bu savaşta Nazilerle çatışmamıştı. Boşnaklar, tüm
tarihlerinde olduğu gibi edilgendiler; onca vahametine rağmen mevcut durumu
kabullenerek yeni döneme uyum sağladılar.
Savaş
bittiğinde, yanmış yıkılmış bir Avrupa, intihar ettiği iddia edilen bir Führer,
şımarmış bir Rusya ve Rusya’nın Komünist Çarı olarak dünyaya göz dikmiş bir
Gürcü köylüsü kalmıştı. O palabıyıklı “Köylü Çar”ın pazarlık mahareti sayesinde
Avrupa’nın doğusu, Balkanların -Yunanistan hariç- tamamı Rus Sovyet
İmparatorluğu’nun payına düşmüştü. Yalta Konferansı’nda Batılı liderlerin elini
hararetle sıkan Gürcü Çar Stalin’in çantasında Bosna havalisi de vardı.
Slav
ırkının “starring”i Ruslar, Güney Slavların yamalı bohça gibi duran
başıbozukluğuna Makedonya’yı da katarak “Yugoslavya disiplini”ni oluşturdular.
Neyse ki yapı federaldi ve Boşnaklar da kendi federalizmine sahip edilmişti. Ki
onlar, Moskova’nın ayaklarına kapansalar böyle bir statü elde edemezlerdi. Tarihte
ilk kez “Bosna” adında bir muhtar devlet kurulmuştu. Doğal olarak bu duruma en
çok Sırplar bozuldu, lakin devletin başına geçirilen General Tito, demir
yumruklu bir “Ağır Abi” idi.
Ağır
Abi’nin döneminde Boşnaklar rahat ettiler, lakin bu rahatlığın karşılığında
ruhlarını verdiler. Çünkü komünizm denilen gayriinsanî sistem, bedenin değil,
ruhun düşmanıydı; kendisine intisap edenlerden ruhlarını soyunup “tanrı tanımaz
sistem” içerisinde salt maddesiyle kalmasını istiyor, hatta bunu şart
koşuyordu. Her millet ruhunu soyunabilirdi, zira çift ruhluydu: Milliyet ve
din…
Fakat Boşnakların ruhu tekti: Din… Uluslar milliyeti doğuştan getiriyor, dini sonradan kazanıyorlardı. Daha doğrusu insan için bir dinden çıkmak, dinsiz olmak veya bir başka dine girmek mümkünken, ırktan çıkmak namümkündü. Bu sebeple dinini soyunan Sırp, yine Sırp; Hırvat, yine Hırvat’tı. Ancak dinini terk eden Boşnak hiçbir şey… Ya da o durumda üryan kalan Boşnak, ya Hırvatlığı ya da Sırplığı seçmek zorunda kalacaktı. Zaten Sırp’ın istediği de buydu, hem de yüzyıllardan beri, ta Bogomil çağlarından bu yana.
Sorunlu
format
Burada
yazının başına dönelim ve bir göz atalım başlığa: “Bosna Savaşla Dirildi/Kutsal
Bosna Savaşı”… Yazının ilk paragrafında şöyle yazıyordu: “Yaşlı Tito’nun ölümü
bekleniyordu ve Tito’dan sonra savaş için baltalar bilenmeye başlanmıştı.”
“Baltalar”
demiştik, ancak tekil anlamda “balta” demek daha doğru, çünkü baltasını bileyen
Sırbistan’dı. Eğer diğer bölgeler böyle bir yola girmişse, bu savunma amaçlıydı
ve müsebbibi yine Sırplardı. Ve Sırpların hedefinde en başta Bosna vardı, öteki
unsurlar tali durumdaydı.
Peki,
henüz “Kral Tito”nun birleştiriciliği etkisini sürdürürken, bir kardeş
muhtariyeti hedef yapmak neden sebepti? Bu sorunun iki cevabı var: Biri tarihî
ve yazının buraya kadarki kısmında izah edilmeye çalışıldı. Diğeriyse sosyal
yapının konjoktürel biçimi.
Ne
demek “konjoktürel sosyal durum”?
Yugoslavya
oluşturulurken, harita çizimi için ırkî ve dinsel birlikteliklerle oluşan doğal
bölgeler temel alınmıştı. Bu bakımdan bir başka milleti teşkil eden Makedonya
ve Arnavutlardan müteşekkil Kosova’yı belirlemek en kolayı olmuştu. Bunların
dışında kalanlar, tali farklarla Slavcanın bir alt kolunu konuşuyorlardı. Aynı
kökenden gelip gelmedikleri kuşkuluydu, lakin ayrı inançlarda oldukları aşikârdı.
Bunlardan üç kısmı Hıristiyanlığın üç ana akımına, bir tanesi de ayrı bir dine,
yani İslam’a inanıyordu. Bu dört grubun ayrıştırılmasında en kolay olan Müslüman
Bosna’ydı. Dolayısıyla ilk onun sınırı çizilmeli, diğerleri gerekirse aynı
sınırlar içerisinde tek yapı halinde şekillendirilmeliydi. Lakin öyle olmadı;
önce Hıristiyan bölgeleri ayrıştırıldı, sıra sonra Bosna’ya geldi.
Müslüman
bölgesini, tıpkı Müslüman Kosova ve Ortodoks ancak Macar orijinli Voyvodina
gibi bir alt muhtariyet şeklinde Sırbistan’a bağlamayı düşündüler. Lakin köken
itibariyle Hırvat olduğu söylenen Tito’nun dediği oldu ve Bosna da ayrı bir
federal yapı ölçüsünce biçimlendirildi. Ancak…
Bosna, kendi içinde minik bir Yugoslavya şeklinde formatlanarak, tıpkı İngilizlerin Ortadoğu’da yaptıkları gibi, gelecekte olması istenen sorunlara, hatta savaşlara açık kapı bırakılarak oluşturuldu. Yani Bosna’da sadece Boşnaklar yaşamıyordu; bidayette federatif yapının adı bile sadece Bosna değil, “Bosna-Hersek”ti. Devletçiğin popülasyonu içerisinde Boşnaklar, Hırvatlar, Sırplar, Karadağlılar ve Arnavutlar vardı. Ülkeyi biçimlendirenler Karadağlılara Hersek bölgesini verirlerken, Sırp ve Hırvatlara da birer bölüm ayırdılar. Oysa pekala bu üç bölgeyi yanlarındaki ana gövdelere dâhil edebilirlerdi, etmediler. O durumda Bosna daha dar bir alana sıkıştırılabilirdi, sıkıştırılmadı. Belki Boşnaklar, sadece Müslümanların yaşadığı daha küçük bir Bosna’ya razı olabilirlerdi, ancak -galiba- bu durum onlara da sorulmadı. Bu bölüşümde Osmanlı’nın flu hudutları da baz alınmış olabilir.
Debreliler, “fundamentalist grubun” şeflerinin adını biliyorlardı. O fundamentalistlerin şefinin adı “Aliya” idi, soyadı da “İzzetbegoviç”.
Yugoslavya’nın
fundamentalist Müslümanı: “Aliya”
Tekrar
başa dönelim. Yugoslavya gezisinde, Tito’nun hayattayken yaptığını görmeyi
umduğumdan daha garip bir toplumsal manzarayla karşılaştım ve hayal kırıklığına
uğradım. Ülkedeki tüm toplumların üzerinden geçen Tito komünizmi, komşu
Arnavutluk ölçeğinde olmasa da sosyal kodları neredeyse tamamen değiştirmiş
gibiydi. Şunu demek istiyorum: Tanrı tanımazlığı öğretisinin temel taşlarından
biri yapan komünizm, Yugoslavya’da yaşayan Hıristiyan’ı Hıristiyan, Müslüman’ı
Müslüman olmaktan çıkarmıştı. Toplumları “öz yönetim” diyerek fukaralıkta
eşitlerken, din hususunda da neredeyse tıpatıp yapmıştı. İnsanların hangi
topluma mensup oldukları sadece isimlerinden anlaşılıyordu. İş biraz daha uzasa,
Bulgaristan zalimi Jivkof gibi adlar da eşitlenecekti belki.
Dinden
uzaklaştırma ya da uzaklaşma, en çok da Müslümanlar üzerinde kendini
göstermişti ve İslamî toplum, -sadece yaşlıları kısmî Müslüman olan- dinini
unutmuş bir ekalliyet görünümündeydi. Camileri kapalı, minareleri yıkık,
kitapları kaybolmuş, imamları ölmüş bir harabeden söz ediyoruz. Bosna, Kosova
ve bölgedeki diğer Müslüman cemaatlerin yaşadığı bölgeler olarak tam bir
tükenmişlik gözleniyordu. Bu manzara beni o kadar üzmüştü ki…
Misafir olduğum Makedonya Debre’deki Novak adlı Türkmen köyünün camisi yerle bir olmuş, duvar taşları başka yapılarda harcanmış, fakat her nasılsa ayakta kalmış. Ucu yanık bir karakalemi andıran minaresine çıkıp kısık sesle okuduğum ezanın ardından gözyaşlarına boğulduğumu hatırlıyorum. En kötüsü de zavallı mihmandarım ve arkadaşları, ezan okuma isteğimi engellemek için ellerinden geleni yapmışlardı. Gerekçeleri, “Ya polis duyarsa?” şeklindeydi.
Yine
onlardan öğrendiğim bir kriminal haber vardı ki oldukça ilginç gelmişti bana.
Dediklerine göre “Bir grup fundamentalist Müslüman” diye başlıyordu haber.
Gidişattan hiç de memnun olmadıkları belli olan Debreliler, “fundamentalist
grubun” şeflerinin adını biliyorlardı. O fundamentalistlerin şefinin adı “Aliya”
idi, soyadı da “İzzetbegoviç”. Aliya, arkadaşlarıyla yakalanmış ve hapse
atılmıştı. Ne onlar, ne de ben tahmin edebilmiştik o vakit o fundamentalist
İzzet Beyoğlu’nun on yıl sonra ülkesinin “Bilge Kral”ı olacağını.
“Sözünü
ettiğim Yugoslavya seyahatini yaptığımda, takvimler 1987’yi gösteriyordu ve coğrafyada
bir grup ‘fundamentalist’ dışında Müslüman kalmamış gibiydi” dersem inşallah
fakire kızmaz Bosna’nın günümüzdeki samimi Müslümanları. Zaten ülkede “Müslüman
kalmamış gibi” oluşuydu Bosna toplumunu “Sırpların hedefi” yapan. Zira toplum,
sahipsizlik ve ruh erozyonu açısından Bogomil oldukları yılların daha da
arkasına düşmüştü. İnanç barometresi sıfır, hatta eksiyi gösteriyordu; her
dönem kimliğini ve kişiliğini inanç ve imanından alan bu öksüz halk, komünizm
marifetiyle son dinleri İslam’dan soyununca yine kimliksiz kalmışlardı. İşte bu
halleri sebebiyle hedefteydiler!
Oysa
“öz yönetim Titoculuğu”, onları “Müslüman Milleti” şeklinde etiketlemişti. Bu
da bir başka açıdan pozitif tarifti, lakin kalıcı olmamıştı.
Yan
komşudan düşman çıkmıştı
Ve
Tito öldü, akabinde Yugoslavya dağıldı. Federal devletlerin her biri ayrı baş
çekti ve birlikten koptu. Sırbistan, son bir gayretle birliği kendi ekseninde
tutmaya çalıştı, lakin bunda başarılı olamadı ve en sonunda Karadağ da federal tespihi
terk etti. İlk kopan boncuk, ülkenin Avusturya’yla komşu olduğu Slovenya
Federatif Bölgesi olmuştu. Zaten ülkenin en gelişkin bölgesi olan Slovenya’nın
hamisi Cermenlerdi, bu sebeple ülke ortalıkta bırakılmadı ve derhal Almanya
tarafından sahiplenildi. Arada Almanya olunca, Slovenya’nın koparılmasına
kimsenin söz etme hakkı kalmamıştı; ne Sırbistan, ne Hırvatistan gıkını çıkarabildi.
Ülke, Avrupa Birliği’ne giden yola sokuldu.
Slovenya’nın sessiz sedasız Cermen bölgesine atlaması diğer bölgeleri cesaretlenmeye yetmişti; kopuş art arda gelmeye başladı. Ve sonunda modaya uyarak Bosna-Hersek de bağımsızlığını ilan etti. Slovenya’nın kopuşuna ses etmeyen Sırbistan, Bosna’nın ayrılışını hazmedemedi. Bölge bir anda ateş alanı haline gelmişti. Elbette Sırbistan doğrudan girmedi Bosna’ya, Bosna federal alanı içerisindeki Sırpları kışkırtarak savaşı başlattı.
Demir için ateş, Bosna için savaş o! Demiri ateş, Bosna’yı savaş diriltti…
Daha
düne kadar aynı dili konuşan, aynı dine inanmasa bile Sırplarla aynı kültürü ve
günlük hayatı yaşayan Boşnaklar, komşularının bir sabah kapılarına
dayanacaklarını ve çoluk çocuk demeden hane halkını kurşuna dizeceklerini
düşünmemişlerdi. Düşünmedikleri/düşünemedikleri her şey başlarına geldi.
Oğulları vuruldu, kızlarına tecavüz edildi, malları yağmalandı ve insanlar
doğup büyüdükleri yerlerden sürüldüler.
Bu
kan ve ateş ortamında Boşnakların anlamadıkları bir şey vardı ve önlerine gelen
herkese ve bilhassa kendi kendilerine şaşkınlıkla soruyorlardı: “Ama neden?”
Bidayette
bu sorunun cevabı yoktu. Bosna halkı bunca zulmü hak edecek bir şey yapmamış,
tıpkı komşu Sırplar gibi yaşamış, Tito’yu sevmiş, Yugoslavya’nın milli
günlerine iştirak etmiş, Sırp arkadaşlarıyla meyhanelere gitmiş, iki tek atmış,
yılbaşını beraberce kutlamış, onların kiliseye gitmediği gibi kendileri de
camiye gitmemiş, hatta birçoğu soranlara “ateist” olduğunu söylemiş, Ramadan, Ali
veya Ramiz olan isimlerinin de kendileri için bir anlamı olmadığına inanmış… Bunca
–mış -miş’e rağmen neden Sırp komşu “Müslümanlara ölüm!” diyerek saldırmıştı
kendilerine?
Bosnalılar,
“Ama neden?” sorusunun cevabının, “Müslümanlara ölüm!” haykırışının içinde
saklı olduğunu nice sonra bulmuşlardı. Evet, künhüne ermemiş de olsalar, unutsalar,
hatta inkâr da etseler, Sırplar onlara “Müslüman” diyorlardı. “Fundamentalist
Aliya”ya da, adından başka İslam’a dair hiçbir şeyi olmayana da, ateist olanına
da… Çünkü derdi, Bosnalı için “Müslüman” bir dinden öte, bir kimlikti. O yoksa
Bosnalının hiçbir şeyi yoktu, üryandı; o durumda avcılar, kendi kabanlarını
atarlardı üstlerine. Yetmez, asimilasyonu tamamlamadan evvel tezgâhtan geçirirlerdi.
İşte Bosna Savaşı bu sebeple, yani toplumdaki son “İslamik” emareleri
“temizlemek” için çıkartılmıştı.
O
temizliğin ardından “kimliksiz halk” önce “Sırplaşma eğitimi”nden geçirilecek, sonra
da kendi elleriyle yıkılmış olan camilerini tamir ederek minarelerini kuleye
çevirip çan takacaklardı. Onlar için kader ve tek yol, Ortodoks dinibütünler
olmaktı.
Katliam
Ama
bambaşka bir şey oldu; kimliksiz, kişiliksiz, öksüz Bosnalılar, “Müslümanlara
ölüm!” diye üzerlerine abanan Sırplardan yepyeni bir şey öğrendiler: Müslüman
olduklarını… Üryan halkın öğrendiği, unutulmuş kimliğinin ölüm sebebi olduğuydu
ve çok geçmeden yaşam nedenine dönüştü. Bir anda Bosna Savaşı, “Kutsal Bosna Harbi”ne
evrildi. Hatta “cihad-ı asgar” oldu ve tüm Bosnalıları içine çekti. Artık onlar
ölünce “şehit”, kalınca “gazi” oluyorlardı. Şehadet ve gaziliğin tadını alan Boşnak
gençler, ölüme “güvercinka çığıra çığıra” gidiyorlardı artık. İlk şaşkınlık
çabuk atlatılmış, Bosnalılar kendi kendilerini keşfetmişlerdi. Bu keşif, aynı
zamanda iki milyarlık İslam dünyasının, Osmanlı’nın ve Türklerin de keşfiydi.
Her keşif, kendi küçük medeniyetlerini kurma ve bu uğurda göze aldıkları savaşı
kazanma düzleminde yeni bir dinamik oluyor, uğraşılarına kutsiyet katıyordu.
Çok
kan aktı, can alındı; insanın tüylerini diken diken eden olaylar yaşandı.
Şehitlere mezar yetmedi, parklarla bahçeler şehitlik oldu. Yetişkinler pazar
yerlerinde vuruldu, gençler sokaklarda kırıldı, çocuklar keskin nişancıların
hedefi oldu. Kadın ve kızların hâl-i pürmelalini yazmaya kalemi varmıyor
fakirin.
Hülasa
Bosna, kocaman bir Anka kuşu gibi ateşler içinde yandı, bitti, kül oldu ama
hikâye bitmedi ve ülke küllerinden yeniden doğdu. Hem de etle tırnak olduğu
kimliğine sıkı sıkı sarılarak…
Dönelim
demir denen sert metale… Şekil vermenin imkânsız olduğu metal külçe demir…
Görünen haliyle şekil vermenin namümkün olduğu demirin hamura dönüştürülmesinin
ve istenen şekle sokulmasının ya da kendine biçilen ilahî kaderi yaşamasının da
bir yolu var: “Ateş”… 1260 selsiyusa sokulan o inatçı demir külçeleri, nar gibi
kızardığında insana ve kaderine teslim oluyor ve geometrik bir şekle bürünüyor.
İşte demir için ateş neyse, Bosna için de savaş o oldu. Bosna Savaşı işte bunun
için kutsal!
Demir için ateş, Bosna için savaş o! Demiri ateş, Bosna’yı savaş diriltti…