PANDEMİ yasaklarının kısmen devam ettiği sıcak bir yaz günüydü.
Bir bahar mevsimini daha doya doya yaşayamadan hayatımızdan uğurlamış, kavurucu
sıcaklarla baş başa kalmıştık…
Aşılama çalışmaları büyük bir hızla devam etse de hâlâ dışarıda
takmak zorunda olduğumuz maskeler yüzünden nefes almakta zorluk çekiyorduk. Kafelere
getirilen serbesti sonrası Meryem ile randevulaşmış, bir AVM’nin açık alanında
bugün öğleden sonra buluşmaya karar vermiştik.
Geçirdiğimiz bu olağanüstü dönem içinde insanların
birbirlerini gerçekten özlemiş olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz özlemini birbirine
sarılarak gideren bir toplumduk. Sadece özlem değil tabiî; acımızı birbirimize
sarılarak azalttığımız gibi, sevincimizi de yine birbirimize sarılarak çoğaltan,
duygusal yönü ağır basan insanlardık. Oysa virüs denen illet, o görünmez hâliyle
bile bizim aramıza öyle bir duvar örmüştü ki arkadaşı arkadaştan, anneyi babayı
evlâdından, dedeyi torunundan, kısacası insanı insandan, üstelik de kendi
rızasıyla uzaklaştırmıştı. Bırakın sarılmayı, insanlar birbirlerine yaklaşmaya bile
korkar olmuşlardı.
Biraz uzun zaman sonra tekrar görüşecek olmanın heyecanı,
biraz da geç kalma endişesiyle apar topar annemle vedalaşıp çıktım evden.
Annemin umutsuzca sarf ettiği “Kızım kahvaltını bitirseydin bari” sözü kapıya
çarpıp döndüğünde, ben merdivenleri yarılamıştım sanırım. Aynayı es geçmiş, saçlarımı
bile merdivenlerden inerken toplamıştım. Hızlı adımlarla durağa yürüyüp ilk
gelen metrobüse attım kendimi. Allah’tan dünkü telefon görüşmemizde Meryem
hatırlattı da kartıma HES kodu tanımlaması yaptım. Yoksa otobüse binemeyecek, turnikelerde
perişan olacaktım.
Birkaç duraktır metrobüsün içinde zorlukla yürümeye
çalışan küçük bir kızı göz hapsine almıştım. Annesi boynuna astığı müzik
aletiyle bir şeyler çalıyor, o da hiç konuşmadan ve insanların yüzüne bakmadan
elindeki metal kutuyu yolcuların önüne doğru uzatıyor, bir iki saniye tutup
sonra geri çekiyordu. Biraz sonra benim de yanımdan geçecek ve insanların içine
para atmasını istediği kutuyu bana da uzatacaktı. Ne yapacağıma karar
verememiştim. Gayr-i ihtiyarî sol elimle sağ kolumu yokladım. Acıların fiziksel
özelliklerini yitirdikten sonra ruhsal boyuta taşındığını öğreneli çok olmuştu.
Yani acıların aslında geçmemek gibi bir özelliği vardı. Bu yüzden her defasında
kolumdaki ağrı hissettirir kendisini. Küçük kıza karşı nasıl davranmam
gerektiği konusunda bocalamaya başlamıştım ki muhtemelen birkaç yıla kadar kel
kalacak çillenmiş, sarkmış etlerini açıkta bırakan askılı elbisesiyle yaşlıca
bir kadın el kol hareketleri ile durdurdu onları.
Annesinden çok kıza odaklanmıştım. Beş altı yaşlarında
görünüyordu. Belki biraz daha büyüktü de sıskalığından dolayı öyle duruyordu,
bilemiyorum. Çünkü zayıf, ufak tefek bir kızcağızdı; “Üflesen düşecek gibi”
derler ya, hah öyle işte! Üzerinde çizgi kahramanlı bir tişört, ayağında terlik
vardı. Örgülü sarı saçlarının rengini belli ki otobüsün ortasındaki körüğe
yaslanıp, parmaklarını boynuna astığı klavyenin tuşlarında gezdiren annesinden
almıştı. Orta yaşlı anne bir iki anonim türkü sonrası aynı yüz ifadesiyle tarz
değiştirip marş çalmaya başladığında çıkmıştı o yaşlı kadın da ortaya. Düşmanın
denize döküldüğü söylenen şehrin ismiyle anılan marştan kadının çok keyif
aldığı, elinde bayrak varmış gibi kolunu havaya kaldırıp var gücüyle
sallamasından belliydi. Yaşı müsait olsa ya da enerjisi olsa muhtemelen
otobüsün içinde zıplayıp duracaktı.
Zıplayamadığı için kolunu bayrak gibi sallamakla yetinen
yaşlı kadın, klavyeyle çalınan marşa, doğrusunu bilmediği için uydurduğu
sözlerle eşlik etmeye çalışıyordu. Parça bittiğinde, kadın aynı marşı tekrar tekrar
çalmasını isteyerek elini cüzdanına götürdü. Çalınan parça marş olmaktan çıkıp
propagandaya dönüşmüştü artık. Âdeta kutsallık atfedildiği için kimsenin müdahale
edemeyeceğinden emin olan teyzemiz gaza gelip hükûmet karşıtı sloganlar da
atmaya başlamıştı ki belki de yorgunluktan çalmayı bıraktı kadın. Onca tacize
rağmen “Olsun” dedim içimden, “Hiç olmazsa yaşlı militan teyzemiz bu propaganda
ve aldığı keyif karşılığı küçük kızın para kutusunu dolduracaktır”.
Militan teyzemizin yaşadığı hazza biçtiği değeri çok merak etmiştim doğrusu. O nedenle gözümü ayırmadan kaç para vereceğini takip ettim. Öyle göz ucuyla falan değil, iki gözle de değil, bildiğiniz dört gözle baktım. Ama maalesef düşündüğüm gibi olmadı. Yurdu düşmanlardan kurtarmış (!) olmanın gururuyla elini el kadar çantasının içinde yarım saat dolaştıran militan teyzemiz, çıkarıp kızcağızın kutusuna sadece 1 lira (bildiğiniz bir, o sıfırdan sonra gelen rakam işte) atınca büyük ihtimâlle benim gibi küçük kız ve annesi de büyük hayâl kırıklığına uğramıştı.
Klavyedeki melodi yine bildik bir şarkıyla tınlamaya
başladığında küçük kız da annesinin eteğini bırakıp tekrar para kutusunu
insanlara uzatmaya başladı. Bir iki adım sonrası o kutu benim de önüme
gelecekti. İçinde bulunduğum durum, kaçabileceğim bir kader değildi ama sanırım
başa çıkabileceğim bir kaderdi. Sağ kolumdaki ağrıyı bunca yıl sonra birdenbire
iyiden iyiye hisseder olmuştum. Yıllar önce tam da bu yaşlarda küçük bir kız
çocuğu olarak tramvaydan yaka paça atıldığımda kırılan kolumu hatırlamıştım ki,
o adamın, çocuğun kolundan tuttuğunu gördüm.
“Dokunma ona!”
Hiç tartıp düşünmeden, hesap kitap yapmadan bu söz, bu
tonda nasıl çıkmıştı ağzımdan, bilmiyorum. Şimdi ne olacaktı, onu da
bilmiyorum. Dedim ya, hiç hesap etmedim.
Emri duyan herkes başını benden tarafa çevirmişti. Bu
sert ve otoriter sesin sahibini merak etmiş olmalılardı. Birden onlarca bakış yüzümde
gözümde dolaşır olmuştu. Doğrusu bağıran ben olmasam, ben de merak ederdim bu
cevvâl insanı(!). Buna benzer hır güre alışkın metrobüs yolcuları birazdan
başlayacak yeni bir kavgaya şahit olacakları ve de akşama anlatacak bir hikâyeleri
olacağı için heyecanlıydı. Kimisi telefonunu görüntü kaydı moduna alarak yüzüme
doğru tutarken, kimisinin de başparmakları cep telefonlarının şeffaf yüzeyinde
hızlı hızlı hareket etmeye başlamıştı bile. Büyük ihtimâlle, “Kanka metrobüste
mevzu var, birazdan burada kan gövdeyi götürecek” ya da buna benzer şeyler
yazıyor olmalılardı.
Adam, birçok insanın yaptığı gibi para vermeyebilir,
görmezden gelebilirdi. İlgisiz kalabilirdi. Ama o bunlarla yetinmemiş, kolundan
tutup ittirmeye kalkmış, şiddete meyyâl bir harekette bulunmuştu.
Benim devrelerimi yakan nokta tam olarak neresiydi
bilmiyorum, ama yanmıştı sonuçta. Herkes gibi doğal olarak adam da döndü sesin
geldiği tarafa. Merakla dönüp bakması en doğal, hatta merak ve bakma hakkı olan
tek kişi oydu aslında. Zira sözün muhatabıydı ve emre itaat etmesi istenen kişi
kendisiydi. Muhtemelen cüssesine denk, babayiğit birini arıyordu gözleri. “Benim!”
der gibi baktım adama. Kalın, kır bıyıkları üst dudağını kapatmış, geniş yüzlü,
esmer bir adamdı. Yüzünü daha da korkunç hâle getirerek, biraz da şaşkınlıkla baktı
bana. Fil ve tavşan kadar orantısız bir yapıdaydık ikimiz. Adamın bedeni,
oturduğu koltuktan koridora taşmıştı. Yaba gibi elleri vardı.
Savursa, bırakın değmesini, rüzgârından otobüsün camına
yapışabilirdim. Adamın benden korktuğunu hiç sanmıyorum. Ben neredeyse oyuncak
adamların bile korkmayacağı minyon yapılı biriydim. Boyum, kilom kadar değil de
boyumu çok çok aşan sözler sarf etmiştim ama olan olmuştu. Ya “Ortak mı çalışıyorsunuz?”
diye sorarsa ne cevap vereceğim? Şimdilik düşünemiyorum, sorarsa söyleriz bir
şeyler…
Adam bir müddet beni süzdükten sonra, ne düşündüğünü
bilmiyorum, gözlerini benden çekip başını sessizce telefonuna gömdü. Belki de beni
ciddîye almamıştı, “Delinin biri” diye düşünmüş de olabilir. Aslında gerçekten
ne düşündüğünü merak ediyorum adamın, keşke sorabilseydim ama bunu ona
sorabilmem imkân dâhilinde değil. Bu olay sonrası küçük kız ile annesi ilk
durakta indiler. Ben de peşlerinden… Meryem biraz bekleyebilirdi. Önceliğim
değişmişti çünkü.
Annemle tramvaydan atıldığımız gün de bizimle birlikte
bir adam inmişti. Yakasız, beyaz gömlek giyen, sakallı, orta yaşlı bir adamdı. Bir
vakıfta başkanlık yaptığını, istersek bize yardımcı olabileceğini söylemişti. Tramvaydan
bir çuval gibi atılınca benim kolum kırılmış, annemin çaldığı ekmek teknemiz
akordeonumuz ise parçalanmıştı. Zor durumda iken şimdi hepten çaresiz
kalmıştık. Adama güvenmekten başka yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktu. Ama şimdi,
sarhoş bir babadan kurtulmuş konservatuvar öğrencisi olarak diyorum ki, iyi ki güvenmişiz!
Selâm verip kendimi tanıttım. Bir yardım vakfında gönüllü
olarak çalıştığımı, isterlerse kendilerine yardımcı olabileceğimi söyledim. Az
önce kızını, elli kiloluk cüsseme rağmen savunduğum için kadının bana
güvenebileceğini düşünüyordum. Bu yüzden rahattım ama kadınla küçük kızının
birbirlerine bakıp gülümsediklerini görünce daha çok mutlu oldum.
Adım Zeliha’ydı ama yıllar önceki beyaz gömlekli adam oluvermiştim
birden. Meryem’i arayıp vakfa gelmesini söyledim...