SANAYİ Devrimi, dönemin mevcut feodal yapısını yıkıp hak ile yeksan etti. Feodal bey, Kilise ve serf (köle) olarak adlandırılan köylülerden ibaret olan feodal yapı, yerini burjuvazi ve proletaryaya terk etti. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, feodalitenin üçlü yapısı gitti, onun yerine liberalizmin ikili yapısı gelmiş oldu.
Liberalizmin ikili yapısında var olan iki unsur da yani burjuvazi ve proletaryanın yanında feodalite de var olan Kilise’ye karşıydı. Dolayısıyla Sanayi Devrimi’yle oluşan yeni yapıda eskiden var olup sonra var olmayan tek şey Kilise’ydi. Çünkü Kilise, refakat üretimden pay almaktaydı. Aslında bu durum hem feodal bey cephesini, hem de serf cephesini rahatsız etmekteydi. Kilise, feodal beyden serfleri teskin etme bedeli alırken, serflerden de onları cennete ulaştırma hakkını alıyordu. Bu durum zaman içinde öyle bir hâl aldı Kilise tıpkı feodal beyler gibi toprak sahibi olmuş ve serfleri çalıştırmaya başlamıştı.
Liberalizmin iki unsuru da Kilise’yi istemiyordu. Hâl böyle olunca Kilise, yeni yapıda kendine yer bulamadı ve kabına çekildi. Böylelikle burjuvazi de, proletarya da Kilise’den kurtulmuştu. Buraya kadar her şey iyi gitmişti. İşçi ve işveren, emek ve kazancından bir üçüncü kişiye pay vermiyordu. Ancak tam bu noktada Batı’da kitleleri teskin edecek bir unsura ihtiyaç duyulmuştu. Çok zaman geçmeden bu ihtiyaç giderildi. Batı’nın liberalizmi, feodal yapının kilisesinin yerine “bilim”i koymuştu. Artık din diye bir şey yoktu Batı’nın liberalizminde. Onun yerine “bilim” vardı. Liberalizm için kilise, artık bilim olmuştu.
Batılı sözümona entelektüeller ve aydınlar, kilisenin bütün işlevlerini bilime yüklemişlerdi. İnsanlar artık din yerine bilime inanacaklardı. Çünkü her şey bilimde vardı ve bilimde olmayan şeylere inanmak gerekmiyordu. Bunun bizim ülkemizdeki izdüşümünde yer alan zavallılar da ısrarla, “Ben din min bilmem, bilime bakarım, bilim ne derse odur” diye çığlıklar atıyordu. Oysa din zaten vahye dayalıydı. Dinin vahyettiği bazı gerçekleri anlamak için bilime ihtiyaç olduğu doğruydu ama bilim tek başına bir din olamazdı.
Ancak bu dönemde olduğu gibi o dönemde de dine küfretmek moda olduğu için, bu zevat, bilimi bir din olarak ortaya koyuyor ve kendi kıt akıllarınca İslâm dinine saldırıyordu. Liberalizmin asıl derdi İslâm dini değil, feodal yapıda var olan Kilise’ydi oysa. Bizim ülkemizde bu bilime din gibi inanan ve bilimi dinin karşısına yerleştiren zevattan hâlâ mebzul miktarda var, onları bırakıp asıl konumuza dönelim…
Kilise’nin kullanışlı aparatı: Deizm
Batı liberalizminin bilim dini, Kilise’yi adeta sahne dışına itmiş ve Kilise handiyse tarihten silinecek noktaya yaklaşmışken, bilim hiç beklemediği kişiden, daha önce “Evrenin sırrını çözen adam” olarak lanse ettiği Albert Einstein’dan büyük bir darbe aldı. Einstein, İzafiyet Teorisi ile bilimin tahtını salladı. Sallamakla kalmadı, yıktı geçti. Bunu pek beklemese de durumu fırsat bilen Kilise atağa geçti. Kilise, daha önce yaptığı hatalardan ders çıkarmıştı. İnsanları doğrudan Hıristiyan dinine davet etmiyor, onun yerine ısrarla deizmi savunuyor ve yaygınlaştırıyordu. İnsanların öncelikle deist olmasını istiyordu. Deizm yaygınlaşınca bilime inananlar azalacak ve ardından Hıristiyan inancı kitlelere verilecekti.
Kilise, deizmi sadece Batı insanlarına yaymak için uğraşmadı. Diğer dinlerin olduğu ülkelere de deizmin yaygınlaşması için finansman ayırdı. Gönüllü ya da akçeli gönüllü ilişkilerle deizmi tabana yaydı. Bunun için kullandığı aparatlara daha sonra “dinler arası diyalog” tasması taktı.
Kilise’nin finansman sorunu yoktu. Deizm konusunda Batı kadar İslâm ülkelerinde de başarılı olmuştu. Bunun için seçilmiş insanları kullanıyordu. Bu insanlar bilerek ya da bilmeyerek Kilise’nin değirmenine su taşıyorlardı. Son kertede konu “dinler arası diyalog” ile tamamlanıyordu. Zaten dinler arasında fark yok (!) idi. Oysa Kur’ân açıkça, “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim” (Maide, 3) diye yazıyordu.
Batı’da deizm sonrasında Hıristiyanlık geliyordu. Bu konuda zaten Protestanlık son derce aktifti. Müslüman ülkelerinde ise durum farklıydı. Bilime inananlara karşı önce deizm ileri sürülürken, ardından soft ya da kapalı sistem bir İslâm modeli sunuluyordu. Bu model, var olmak için İsâam ile sarılıp sarmalanmak zorundaydı. Aksi takdirde Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan daha kötü bir durum yaşanacaktı.
Oysa kitleler ancak İslâm ile deizmi güçlendirebilirdi. Bu model Batı’yla barışıktı ve dinler arası diyalogdan yanaydı. Bu noktada İngiltere’nin (lütfen bazılarının “Büyük Britanya” ifadesine dikkat edin) “ılımlı din” projesi devreye sokuldu. Bu model, kısa sürede Batı’nın kilisesinde var olan “günah çıkarma” ve “günahtan arınma” uygulamasının İslâm’da olmadığını fark etti. Oysa İslâm ülkelerinde, liberalizmin ilk yıllarında olduğu gibi gizli bir vahşi kapitalizm vardı. İnsanlar bir şekilde büyük paralar kazanıyorlardı. Ancak bu kazançlarda bir şekilde bir gayrimeşruluk (hiçbir şey olmasa devlete verilen vergiden çalma mümkündü) olduğu için bu insanların ruhu mutmain olmuyordu.
Son 50 yılda hiçbir siyâsî aktör bu hareketin önüne geçebilecek cesareti gösterememişken, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan dik durmuş ve FETÖ’ye karşı mücadeleyi göze almış tek liderdir.
FETÖ tipi yapılanmaların deizm ve nihayet Kilise’ye angaje edilmesi
Kilise’de günah çıkarıp aklanma da yoktu İslâm’da, öyleyse yapılacak iş ve tutulacak yol belliydi: O insanlardan maddî yardımlar alarak onları mutmain etmek…
Maddî yardım bazen para olabildiği gibi, bazen de okul yaptırmak oluyordu. İlginçtir, cami, Kur’ân kursu, imam-hatip okulu gibi eserler yaptırmak zinhar yasaktı. Hatta o grubun dışında olup gerçekten ihtiyaç sahibi olsa dahi hiç kimseye yardım yapılması mümkün değildi.
Bu gruba göre, bir ihtiyaç sahibi açlıktan ölse dahi ona yardım yapılması doğru değildi. Yardım sadece bu yapıya yapılacaktı. Öyle bir yardım yapılırsa “günah çıkarma” olmazdı(!). Günah çıkarmanın (!) mümkün olması için tek yol, sadece o gruba yardım etmek, sadece o grubun dediği yardımı yapmak gereğiydi. Anadolu’nun ücra bir kasabasının bir okul ya da bir Kur’ân kursu ihtiyacı olmasına rağmen asla ve kat’a böyle bir hizmet yapılmazken, Afrika’nın kuş uçmaz kervan göçmez bir kasabasına okullar yaptırılabiliyordu. O okullarda da zaten Afrikalılar pek okutulmuyordu.
Bu deizm sultasının oluşturduğu yapının devamı ya da günah çıkarmanın (!) daha güçlü olması için devlet mekanizmasına sızmak gerekliydi. Büyük paralarla önemli şahıslar bilerek ya da bilmeyerek malzeme hâline dönüştürülecekti. Devletin her kademesine sızılmalıydı elbette, ancak özellikle ordu, emniyet, yargı, basın ve maliye, bu işin olmazsa olmazıydı. Bilim dünyası ve Kalkınma Bakanlığı da önemliydi. Çünkü günah çıkarma mevzuu inandırıcılığını kaybettiği anda devletin bu güçleri işin içine sokulacaktı. Yani cebren ve hileyle günah çıkarma gerçekleşecekti.
Buna mugayir davranışlar ya da engelleme teşebbüsleri devlet eliyle bertaraf edilecekti. Bunun için gerekli olan neyse o yapılacaktı. Merkezî olmayan sınavlarda mensuplar kayırılacak, merkezî sınavlarda ise sınav soruları çalınıp has elemanlara verilecekti. Buna engel olma ihtimâli olanlar emniyet ve yargı yoluyla bertaraf edilecekti.
Siyaset de buna göre dizayn edilecekti elbet. Yapıya karşı çıkan siyasiler bir şekilde başarısız kılınacaklardı. Nitekim 28 Şubat sürecinde Refah Partisi’ne karşı takınılan tavır, bunun bir dışa vurumuydu. Buna rağmen ileri gidenler de PKK terörüyle terbiye edileceklerdi.
“Devlete sızma” ile başlayan tutum, “Devlet bizim, hiç kimse sızamaz!” hâline gelivermişti.
Soruları çalınan sınavlardan 99 alınmasına tahammül yoktu, mutlaka 100 alınacaktı. Askerî liselere sadece mensuplar alınacaktı, hasbelkader gözden kaçanlar olmuş ve girmişse onlara askerî okullar zindan edilecek ve bıraktırılacaktı. Maliye müfettişleri, hâkimler, savcılar sadece mensuplardan olacaktı.
Bu hareket başlangıçta adını “Nurculuk” olarak duyurmuş, sonrasında “Gülen Hareketi” olarak adlandırılmıştı. Nihayet gerçek adı paralel devlet yapılanması, Fetullahçı Terör Örgütü ve “FETÖ” olarak tarihe geçti.
FETÖ’nün 28 Şubat’taki tutumu, Mavi Marmara hâdisesindeki tavrı, MİT Tırları soruşturması, Halkbank baskını, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın gözaltına alınmak istenmesi ve benzeri hareketlerin nihaî hedefi, Recep Tayyip Erdoğan’ı siyasetten uzaklaştırmaktı. Nitekim 17/25 Aralık’ta ifade alan savcıların ifade verenlere, tıpkı 27 Mayıs Darbesi’nde rahmetli Menderes’e yapıldığı gibi Recep Tayyip Erdoğan’dan söz ederken “Devrik/Eski Başbakan” olarak ifade vermeye zorlamaları manidardır.
Hülâsa
Türkiye, 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe teşebbüsüne işte böyle hazırlanmıştır. Son 50 yılda hiçbir siyâsî aktör bu hareketin önüne geçebilecek cesareti gösterememişken, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan dik durmuş ve FETÖ’ye karşı mücadeleyi göze almış tek liderdir. FETÖ, amaç ve yöntemleriyle Batı güdümünde bir harekettir ve asıl sahibi İngiltere ile Vatikan’dır. FETÖ’nün arka plânındaki üst akıl Kraliçe (şimdi Kral) ve Papa’dır. FETÖ taşerondur ve ipleri Kral ile Papa’dadır.
Bu, böyle biline!