Deist yazara bir mektup: “Olmak ya da olmamak”

“Yapılan iyilikler sonucu açığa çıkan pozitif enerji, yapılan kötülükler sonucu açığa çıkan negatif enerji nereye gidecektir? Madem maddenin aslı enerjidir, her enerjinin de maddeye dönüşme imkânı vardır; iyilikler ve güzel davranışlar ikram ve güzellikler olarak, kötülükler ve zulümlerse azap ve işkence olarak sahibine dönecektir. Nerede mi? İki zıt mekânda... Cennet ve Cehennem’de... İşte bütün mesele bu!”

3 EYLÜL 2016 tarihli yazınızda, “(...) deist olduğum…” şeklindeki ifadelerini okuduğumda şöyle bir irkildim. Hafızam, bin 400 küsur sene öncelerinin Mekke sakinlerine götürdü beni. Onlar da deist idiler. Allah’a inanıyorlardı fakat inanç dünyalarının bir kenarına itivermişler idi.

“‘Yer ile gökleri kim yarattı?’ desen, ‘Allah’ derler” şeklinde bildirildiği gibi Allah’a inanıyor ama îcâd ettikleri başka mevhumlar peşinden koşmayı yeğliyorlardı. Kıyametmiş, dirilmeymiş, sorgu sualmiş, bu kavramlar onlar için boş bir kuruntudan ibaretti. “Bu kemikler toz olup dağıldıktan sonra mı dirilecekmişiz?” diyorlardı. “Evet, onları ilk yaratan, tekrar yaratmaya kadirdir” âyetini duyunca şaşakaldılar.

Eski Roma ve Yunan filozofları da bu meselelerde çok kafa yordular. Birçoğu kâinatın kadim olduğu (başlangıcının olmadığı, yaratılmadığı) görüşünde idiler. Uzun düşünce maratonundan yorulan filozof Calinus, kâinatın kadim mi, yoksa hadis mi olduğunu anlayamadığının itirafında bulundu.

Yirminci yüzyılda fozitivizimciler, sonsuz durağan (statik) kâinat savunucularıydılar. Onların ilâhı kâinat (doğa) idi. Çünkü kâinatın statik olması, başlangıcının ve sonunun olmaması yani sonsuz olması demektir. Yaratıcıya gerek duymayan bu modelde “Böyle gelmiş, böyle gider” sloganı rahatlıkla söylenebilirdi. Statik kâinat modeli savunucularından Einstein’in yazdığı relativite denklemlerinin dinamik bir modeli işaret ettiğinin farkında değildi. Einstein’in alan denklemlerini inceleyen fen adamlarından önce Hollandalı W. Desilter, sonra Sovyet A. Friedman, denklemlerin genişlemekte olan uzayı gösterdiğini söyleyerek dâhi fizikçi (!) Einstein’i uyardılar. Tepkilerle ayılan üstün zekânın (!) canı oldukça sıkıldı. Denklemlerinin sonuna uzayın değişmez ve sabit olduğunu gösterir bir “astronomik sabite” ilâve ederek vaziyeti kurtarmaya çalıştı. Rahattı artık, tenkitlerin önü alınmıştı. Ne var ki, 1929 yılında astronom E. Hubble’nin California’daki Hale Rasathanesi’nde yaptığı gözlem sonuçları, “bomba gibi gündeme düştü”.

Galaksiler uzayda birbirinden korkunç hızlarla ayrılıyorlardı. Kâinat genişlemekteydi. Einstein’in yüzünü görmeliydiniz. Kamuoyundan özür dileyerek büyük bir hatâ yapmış olduğunu kabul etti ve koymuş olduğu ilâve terimi silerek denklemi eski hâline getirmek zorunda kaldı. “Biz göğü kuvvetle bina ettik, Biz onu genişleticiyiz” mesajı alınsaydı, bunca uğraşı ve bunca mahcubiyetin önü alınmaz mıydı?

Bugün “Big Bang” ve termodinamiğin ikinci kanununun kâinatın bir başlangıcının olduğunu gösterdiğini biliyoruz. Zaman ve mekânın sıfırdan başlaması, “yaratılmış olmasıyla eşanlamlıdır”. Prof. Dr. George Gamow, “Evrenin Yaratılışı” adlı eserinde, “Başlangıçta ısı ışıması biçiminde enerjiden başka hiçbir şeyi kapsamayacak bir evren söz konusudur. Enerji o kadar yoğun idi ki âdeta sıvı kıvamında idi” der. Sıfır zamanın irdelenmesinin imkânsızlığına değinen Prof. Steven Weinberg (İlk Üç Dakika), “Ne yazık ki filmi sıfır zamanından ve sonsuz sıcaklıktan başlatamıyoruz. Evren 1 buçuk trilyon Kelvin derecelik bir eşik sıcaklığı üzerinde, “Pı mezonları” diye bilinen ve bir çekirdek parçacığının yedide biri kadar ağırlığa sahip çok sayıda parçacık içeriyordu” der. Daha sonraki evreyi yine Gamow şöyle ifade eder: “İlk evren maddesinde çekirdeğin yapısı, proton, nötron ve elektronlardan oluşan sıcak bir gaz durumda idi. Sonra duman hâlinde göğe yöneldi.” (11/41)

Daha sonra parçacıkların birleşmesiyle madde teşekkül etmiş, bulutsular, bulutsulardan yıldızları ve gezegenleri ihtiva eden galaksiler doğmuştur. “Göklerle yer bitişik bir hâlde iken Biz onları birbirinden yarıp ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan yarattığımızı o inkâr edenler görmedi mi? Hâlâ inanmayacaklar mı onlar?” (30/21)

Hubble’nin keşfettiği galaksilerin birbirinden korkunç hızlarla uzaklaşması, “Biz göğü kuvvetle bina ettik, Biz onu genişleticiyiz” (47/51) ifadeleriyle bildirilmekteydi. Peki, bu genişleme ne zamana kadar devam edecek? Steven Weinberg, “İlk Üç Dakika” adlı eserinde, “Öte yandan kozmik yoğunluk kritik değerden daha büyük ise, bu durumda evren sonludur; genişlemesi sonunda duracak ve yerini hızlanan bir büzülmeye bırakacaktır” demektedir. “O gün göğü, kitapların sahifesini dürer gibi düreceğiz.” (104/21)

Bu kâinatın bozulması, yokluğa doğru gitmesi demektir. Kütlesi, güneşimizden birkaç misli büyük yıldızlar (süpernova) patlayarak dağılacaklar: “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman...” (82/1,2) 

Güneş kütleli yıldızlar ise şişerek kızıl dev hâline dönüşeceklerdir. Kızıl dev safhasından sonra yıldızlar içine düşüp “süper cüce” adı verilen çok küçük boyutlara dönerler, ışımaları da kalmamıştır. “Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman, yıldızlar düşüp söndüğü zaman...” (81/1,2)

Astronomların hesaplarına göre, şişen Güneş, Merkür ve Venüs gezegenleri yutup yere kadar yaklaşabilecektir. “Güneşle ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan, ‘Kaçacak yer nerede?’ der. Hayır, hayır, bir sığınak yoktur.” (Kıyamet, 9-11)

Yok oluştan sonraki durum nedir? Denklemlerin iflâs ettiği, fen adamlarının zihinlerinin altüst olduğu bir durum... Tıpkı yaratılmadan önceki gibi... “Bazı evrenbilimciler bu belirsizliklerden bir çeşit umut duyarlar. Olabilir ki, evren bir tür kozmik sıçramaya uğrayacak ve yeniden genişlemeye başlayacaktır.” (S. Weinberg, İlk Üç Dakika)

“Biz ilk yaratılışta aciz mi kaldık? Doğrusu onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindeler.” (15/50)

“Allah yaratmaya nasıl başlıyor, sonra geri çeviriyor, görmediler mi? Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.” (19/29)

“(…) Allah yeni bir ahiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” (20/29)

İlk yaratılışta zıtlar bir arada yaratılmıştır. Güzel-çirkin, iyi-kötü, şevkat-nefret, sevap-günah vs. Tekrar yaratılışta bunların ayrı olarak iskân edileceği anlaşılıyor. İlmî olarak izah etmeye çalışırsak, yapılan iyilikler sonucu açığa çıkan pozitif enerji, yapılan kötülükler sonucu açığa çıkan negatif enerji nereye gidecektir? Madem maddenin aslı enerjidir, her enerjinin de maddeye dönüşme imkânı vardır; iyilikler ve güzel davranışlar ikram ve güzellikler olarak, kötülükler ve zulümlerse azap ve işkence olarak sahibine dönecektir. Nerede mi? İki zıt mekânda... Cennet ve Cehennem’de... İşte bütün mesele bu!

“İşte bu misâller var ya, Biz onları insanlar için beyan ediyoruz. Onları ancak âlimler anlar.” (43/29)

“Dosdoğru yol” üzerinde olmanız dileğiyle…