
CEVAPLANDIRILMASI zor sorular soruyorum kendime. Aklımın sınırlarını zorlayan bazı durumlara “Nasıl oldu da böyle oldu?” ile biten belirsizlikler ekliyorum. Keşmekeşte kalıp çıkmazlarda yürüyorum. Ve o soru hâlâ aklımı meşgul ediyor: “Nasıl oldu?”
Tarih perspektifinde süzülüp yiten asırlar, doğaldır ki değişimi beraberinde getirir. Modern ve kültürel gelişim, bilgi dağarcığımızın artışı, yeni keşif ve buluşlar günümüzü dünden daha ileriye taşımaktadır. Lâkin yaşanan gelişim ve sürekli ileriye gidişe rağmen neden bizler için bir terslik söz konusu? Neden her millet ileriye giderken bizler asırlar evvel sahip olduğumuz yer ve güce haiz değiliz?
Tarihî pencerelere bakan araştırmacılar yazdıkları eserlerinde yaşanmış olayları aktarıyorlar. Bunlardan ikisini onların kalemiyle paylaşmak istiyorum.
İlkinde, “Ortaçağ Müslümanlarıyla ilgili bir araştırmada İslâm dünyasında kimya sanayiinin çok ileride olduğu ve Sabuncular Loncasının da bu sanayinin önemlilerinden olduğu” aktarılıyor. “Müslümanların her gün yıkandıkları, tertemiz oldukları, kıyafet ve sarıklarının bembeyaz olduğu” da bildiriliyor. Öyle ki, “İspanyol Engizisyon Mahkemeleri, İspanyol Müslümanları diğer etnik unsurlardan kokularına ve kıyafetlerine yani temizliklerine bakarak ayırt edebiliyor” deniliyor.
Aynı araştırmacı bir başka meselede, yaşanmış bir olayı şöyle aktarıyor: “İsviçre’nin Branderburg Prensi, ziyafete çağırdığı bir derebeyine gönderdiği davetiyeye şu notları düşüyor: ‘Eti yedikten sonra kemiği arkaya atmak yok. Yağlı ağzını yenine silmek yok. Tabağı kaldırıp altına tükürmek yok.’”
Bize tuhaf gelen bir davetiye olduğu kesin, lâkin bir vakitler modern olmadan önce Batı böyleydi. Bunu nice yaşanmış hikâyeyle destekleyebiliriz. Mesele dünün ne olduğu kadar, bugün ve yarının nasıl olacağı değil midir? Dün böyle olanlar bugün neredeler ve dün gıpta ile bakılanlar bugün ne yapmaktalar?
İslâm ışığı ve bilgisiyle asırlar evvel medeniyeti, temizliği, adap ve edebi, adalet ve kültürü zirvede yaşayan Müslümanlar, zaman değirmeninde yüz seksen derece geriye dönerek Batı medeniyetiyle rol değişimi yapmıştır. İşte tam olarak soru bu noktada devreye giriyor: Nasıl?
Avrupa ve dünyanın birçok bölgesinde beş asır tıp kitabı olarak İbni Sina bilgileri kullanılırken, nasıl oldu da şimdi İslâm dünyası her şeyden mahrum kaldı? Tıbbı, temizliği, adabı, kanunları, yaşam şekillerini onlardan alır hâle nasıl geldik, neyi yok ettik?
Dün var olan ama bugün olmayan ne var, var için şükredip yoğa üzülmeyen atalardan şimdi var olanı yok sayıp yok olana sızlanan bir nesle evrilmek nasıl oldu?
Cevabı zor görünen sorunun kilidi aslında kolay bir anahtar ile açılmaktadır: “İnanç ve benlik”… Bu iki kavram, hem milletimiz, hem İslam âlemi için yitirilmiş anahtardır. Kendi benliğinden kopan milletler doğal olarak başka milletlerin çekim alanına girerler. Yaşam şekillerinden kıyafet ve yemek alışkanlıklarına kadar birçok noktada değişime uğrarlar. Bu benzeme taklitçiliği bir süre sonra anlayış, inanç ve çalışma alanlarında da erozyona neden olur ve bizi biz yapan, bizi onlardan ayıran noktaları azaltarak onlara benzetir. Lâkin onlar bu durumu tersi çalıştırmaktadır: Biz kaybolurken, onlar yükseliyor.
İnanç, tüm Müslümanların ortak paydası olmakla birlikte getirdiği yenilikleriyle hayatın her aşamasında yol gösterici olur. İslâm ile başlayan gelişim ve gelişime yol açan rehber Kur’ân sayesinde yerden göklere, cehennem çukurlarından Arş-ı Âlâ’ya kadar aklımızın alamayacağı büyüklükte bilgiye sahibiz. Bugün hâlen çözülememiş sırlarıyla Kur’ân, yabancı bilim insanlarının dikkatini fazlasıyla çekmektedir. Bilgiyi bilime çevirmeyi öğreten bu eşsiz rehber sayesinde bilmedikleri nice soruya cevap bulabilmektedirler. Duvarlarımızın ve raflarımızın en kıymetli köşelerinde yer verdiğimiz Kur’ân’ı anlama derdini bir kenara bıraktıktan sonra değişim ve gelişimin ibresi yönünü çevirdi.
Yok etmeyip vazgeçmeseydik, yeniden toparlanma hareketlerinin görülmeye başladığı bugünlere çok daha evvel erişebilecektik. Gerçek şudur ki, bilgi ile ilerlerken İslâm ahlâkıyla süslenmek topyekûn bir milleti ayağa kaldırabilir. Bu iki büyük kavrama “benliğimize sahip olmayı” ekleyebilirsek gücü yeniden ele almamızın karşısında hiçbir engel kalmayacaktır.
Zaman değirmeni kıyamete kadar çalışacak ve görevi olanı yerine getirecektir. Biz insanoğluna düşen bu değirmenin çarklarına girmeden önce bize verilen vazifeyi yerine getirmektir. Yarın ölüm geldiğinde bize faydasız olan mallarımız ve varlıklarımız başkalarınca har vurulup harman savrulurken ve adımız silinip giderken, vazifesini yerine getirenlerin isimlerinin unutulmadığı, hatıralarının silinemediği gerçeği bugün her yerdedir. Tarihin hangi devri Fatih Sultan Mehmet’i, Mimar Sinan’ı, Alparslan’ı, İbni Sina’yı, Yunus Emre’yi ve daha adını sayamadığımız nicelerini unutturabilir.
Kaynaklar
Tarihi Öyküler, Murat Ertan,
Orta Çağ’da Müslümanların yaşayışları, Ali Mazaheri,
Bağ Bozumu, Samiha Ayverdi