Değişim

Kapıda Elif Hanım karşıladı beni, “Hoş geldiniz, yeni yapılacak site için...” diye söze başladı. Beraber odaya doğru yürüdük. Yoldaki çöp kovalarından birine bardağı attım. Basket!.. Kapıyı açınca “Hah! Gel Ercan gel!” dedi. “Ne oldu Mehmet abi, yemek yiyordum” dedim. “‘Mehmet Bey’ oğlum ‘Mehmet Bey’… Kaç kere söyleyeceğim sana?!” dedi…

GÖZÜMÜ karanlığa açtım. Güneşten önce uyanmak huzur veriyordu insana. Koskoca güneşten bile daha çok mesai yapmak iyi geliyordu. Ancak bu şekilde verebiliyordum bana bahşedilen rûhun, canın vergisini…

Namazdan selâm verdiğim anda, küçük çay bardağına doldurulan önce dem, sonra sıcak su sesi geldi kulağıma; sonra da annemin sesi: “Ercan! Çayını soğutma oğlum…”

Uzun uzun duâ etmek için seccâdemin başında kalırdım ama annem sabırsızlanıp doldurmuştu çayımı. “Anne rızâsı daha önce gelir” deyip kalktım seccâdeden. Sofraya oturdum. Bugün Mehmet Bey ile buluşacağımı bildiği hâlde “Ne yapacaksın bugün?” diye sordu. Normalde köyde ne iş olsa çalışırım, genelde kısa süreli işler olur ama geçiniriz annemle. Bugün ise daha farklı bir mevzu vardı, o yüzden soruyordu annem.

Mehmet Bey, ben 10 yaşlarındayken köyden İstanbul’a göç etmiş ve orada dikiş tutturmuş, çalışmış, çabalamış bir abimizdi; İstanbullu oldu diye “Bey” demeye başlamıştık hepimiz. Köye bir ev yapmaya ve bazen gelip gitmeye niyetlenmiş; onun inşaatında çalışacaktım. En az birkaç ay götürecek bir iş bulmuştum yani. Annem de buna seviniyordu. Mehmet Bey’in nasıl bir insan olduğunu anlatmaya başladı bana. Halim selim bir insanmış, “‘İstanbul farklı yer’ diyorlar, giden eskisi gibi gelmiyormuş. Gittiğinde çok iyi çocuktu, inşallah Mehmet diğerleri gibi olmaz. Suyundan mı oluyor neyse, giden aynı gelmiyor oğlum” diye bana ne ile karşılaşacağımı anlatıyordu annem.

 “Olsun be anne, birkaç gün çalışıp sonra kahvede iş olsun diye beklemeyeceğim ya, buna şükür” dedim. Annem benim rahat etmem için mi, yoksa Mehmet Bey’in karakterine halel gelmesinden korktuğu için mi bu duâları ediyordu, kestiremedim. Ama gözlerinden, ikinci ihtimâlin daha ağır bastığı anlaşılıyordu.

Sofradan kalkıp sabah haberlerini izlemek için televizyonun karşısına geçtim. Düğmesine bastım, önce inceden bir ses geldi, bir müddet siyah ekran ve ses devam etti, sonra görüntü de geldi her zamanki gibi…

Evde biraz daha vakit geçirdikten sonra Mehmet Bey ile buluşmak için yazıya doğru yürümeye başladım. Evin yapılacağı arsada buluşacaktık. Uzaktan Mehmet Bey’i gördüm; benden önce gelmiş, arsanın bir köşesinde oturuyordu. Karşıdan beni görünce yürümeye başladı, ortada buluştuk. “Hoş geldin Ercancığım, hayırlı günlerin olsun” dedi, “Hoş buldum Mehmet Bey, asıl siz hoş geldiniz” dedim. Kafasını kaldırıp şöylece bir bana baktı, tek kaşını da kaldırdı. “Ne beyi oğlum, iki bina gördük diye herkes bizi bey bellemiş, kısa pantolonlu peşimizden ‘Abi, abi’ diye gezdiğin günleri unutmadık” deyip gülmeye başladı. Ben de gülerek karşılık verdim. Ciddileşip arsaya baktı, “Olur mu sence?” dedi. “Allah’ın izniyle oldururuz abi” dedim.

“Gel, seninle bugün plân yapalım. Kim çalışacak, hangi malzemeleri kullanacağız?” dedi ve koluma girip köy meydanına doğru yönlendirdi beni. Yolda ne yaptığımı, nasıl gittiğini sordu, ben de olduğu kadar anlattım. Birkaç kez derin nefes aldı, söze başlar gibi oldu, yutkundu. Anladım ne demek istediğini, lâfı dolandırmadan, “Evet abi” dedim, “Üç sene evvel kaybettik babamı, canı kuş oldu, rahmet-i Rahmân’a yürüdü” dedim. “Başın sağ olsun kardeşim” dedi, sırtıma iki kez vurdu. Kelâmdan daha güçlüydü bu hareket.

Oturur oturmaz çaylarımız geldi önümüze, “Şimdi Ercancığım” dedi, araya girdim, “Abi kusura bakma, sözünü kesiyorum ama sen bana inşaat işi deyince ben kaba iş sandım, çünkü bu zamana kadar hep o işlerle ilgilendim. Yani bu plân programdan anlar mıyım, bilmem; istersen işin daha ehli birini bulalım?” dedim. “Yok yok, benim gönlüm senden yana! Hem sana, hem sözüne güveniyorum, elhamdülillah” dedi.

Oturup etraflıca konuştuk, önümüzdeki ayların plânını yaptık. Öğle ezanının okunmasıyla vaktin geçtiğini fark ettik. Bir yandan ceketlerimizi giyip bir yandan kalkarak caminin yokuşunu tuttuk. Namazdan sonra da yarın sabah tekrar buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Ben de eve yürüdüm.

Annem sokakta karşıladı beni, “Hoş geldin Ercan’ım, erken geldin, bir şey olmadı ya?” dedi. “Yok annem, olmadı bir şey” deyip bir yandan eve yürürken, bir yandan da anlattım olanları. Mehmet abinin rûhunun İstanbul’un süsüne kanmadığını öğrenince gözleri ışıldadı kadının. “İyi iyi, maşallah! Ben de çorba yapmıştım, gel bir kâse iç” dedi, sofraya oturdum. Çorbam önüme geldi…

***

Tam kaşığımı çorbaya daldıracaktım ki telefonum çaldı. Elif Hanım: “Ercan Bey, Mehmet Bey sizi çağırıyor efendim…” “Yemeğe indiğimi söylediniz mi?” dedim. “Söyledim ama ‘Hemen gelmesi gerek, yemeği sonra yer’ dedi. Bir de efendim, kusura bakmayın, iletmek zorundayım, ‘Ne zaman ihtiyaç olsa ya yemekte, ya namazda’ diye eklememi istedi. Tekrar kusura bakmayın efendim” diye cevapladı. “Tamam Elif Hanım, geliyorum ben” dedim.

Kalktım masanın başından, hiç el değmemiş çorbanın çöpe gitmesine gönlüm râzı olmadı, bir karton bardak bulup çorbayı onun içine doldurdum, öyle bindim asansöre. 32’nci kat… Ne havalı ama! İnşaat mühendisliğini İstanbul’da, güzel bir okulda güzel bir ortalama ile bitir, mezun ve işin ehli ol, seni şirketine dâhil etmek için her şeyi yapıp kedi gibi olan patronun -akraban-, sen kabul ettikten sonra aslan kesilsin.

32 katı çıkarken o kadar fazla zamanı oluyor ki insanın(!), tüm yılları boşa geçirmiş gibi hissediyorsun. Asansör yukarı çıktıkça yıllarım aşağı iniyordu sanki. Asansörde içtim çorbamı. Otomatik olarak asansörün sesini duyar duymaz adım attım. Kapıda Elif Hanım karşıladı beni, “Hoş geldiniz, yeni yapılacak site için...” diye söze başladı. Beraber odaya doğru yürüdük. Yoldaki çöp kovalarından birine bardağı attım. Basket!.. Kapıyı açınca “Hah! Gel Ercan gel!” dedi. “Ne oldu Mehmet abi, yemek yiyordum” dedim. “‘Mehmet Bey’ oğlum ‘Mehmet Bey’… Kaç kere söyleyeceğim sana?!” dedi…