GÖZÜMÜ karanlığa açtım.
Güneşten önce uyanmak huzur veriyordu insana. Koskoca güneşten bile daha çok
mesai yapmak iyi geliyordu. Ancak bu şekilde verebiliyordum bana bahşedilen rûhun,
canın vergisini…
Namazdan
selâm verdiğim anda, küçük çay bardağına doldurulan önce dem, sonra sıcak su
sesi geldi kulağıma; sonra da annemin sesi: “Ercan! Çayını soğutma oğlum…”
Uzun
uzun duâ etmek için seccâdemin başında kalırdım ama annem sabırsızlanıp
doldurmuştu çayımı. “Anne rızâsı daha önce gelir” deyip kalktım seccâdeden.
Sofraya oturdum. Bugün Mehmet Bey ile buluşacağımı bildiği hâlde “Ne yapacaksın
bugün?” diye sordu. Normalde köyde ne iş olsa çalışırım, genelde kısa süreli
işler olur ama geçiniriz annemle. Bugün ise daha farklı bir mevzu vardı, o
yüzden soruyordu annem.
Mehmet
Bey, ben 10 yaşlarındayken köyden İstanbul’a göç etmiş ve orada dikiş
tutturmuş, çalışmış, çabalamış bir abimizdi; İstanbullu oldu diye “Bey” demeye
başlamıştık hepimiz. Köye bir ev yapmaya ve bazen gelip gitmeye niyetlenmiş;
onun inşaatında çalışacaktım. En az birkaç ay götürecek bir iş bulmuştum yani.
Annem de buna seviniyordu. Mehmet Bey’in nasıl bir insan olduğunu anlatmaya
başladı bana. Halim selim bir insanmış, “‘İstanbul farklı yer’ diyorlar, giden
eskisi gibi gelmiyormuş. Gittiğinde çok iyi çocuktu, inşallah Mehmet diğerleri
gibi olmaz. Suyundan mı oluyor neyse, giden aynı gelmiyor oğlum” diye bana ne
ile karşılaşacağımı anlatıyordu annem.
“Olsun be anne, birkaç gün çalışıp sonra
kahvede iş olsun diye beklemeyeceğim ya, buna şükür” dedim. Annem benim rahat
etmem için mi, yoksa Mehmet Bey’in karakterine halel gelmesinden korktuğu için
mi bu duâları ediyordu, kestiremedim. Ama gözlerinden, ikinci ihtimâlin daha
ağır bastığı anlaşılıyordu.
Sofradan
kalkıp sabah haberlerini izlemek için televizyonun karşısına geçtim. Düğmesine
bastım, önce inceden bir ses geldi, bir müddet siyah ekran ve ses devam etti,
sonra görüntü de geldi her zamanki gibi…
Evde
biraz daha vakit geçirdikten sonra Mehmet Bey ile buluşmak için yazıya doğru
yürümeye başladım. Evin yapılacağı arsada buluşacaktık. Uzaktan Mehmet Bey’i
gördüm; benden önce gelmiş, arsanın bir köşesinde oturuyordu. Karşıdan beni
görünce yürümeye başladı, ortada buluştuk. “Hoş geldin Ercancığım, hayırlı
günlerin olsun” dedi, “Hoş buldum Mehmet Bey, asıl siz hoş geldiniz” dedim.
Kafasını kaldırıp şöylece bir bana baktı, tek kaşını da kaldırdı. “Ne beyi
oğlum, iki bina gördük diye herkes bizi bey bellemiş, kısa pantolonlu
peşimizden ‘Abi, abi’ diye gezdiğin günleri unutmadık” deyip gülmeye başladı.
Ben de gülerek karşılık verdim. Ciddileşip arsaya baktı, “Olur mu sence?” dedi.
“Allah’ın izniyle oldururuz abi” dedim.
“Gel,
seninle bugün plân yapalım. Kim çalışacak, hangi malzemeleri kullanacağız?”
dedi ve koluma girip köy meydanına doğru yönlendirdi beni. Yolda ne yaptığımı,
nasıl gittiğini sordu, ben de olduğu kadar anlattım. Birkaç kez derin nefes
aldı, söze başlar gibi oldu, yutkundu. Anladım ne demek istediğini, lâfı
dolandırmadan, “Evet abi” dedim, “Üç sene evvel kaybettik babamı, canı kuş
oldu, rahmet-i Rahmân’a yürüdü” dedim. “Başın sağ olsun kardeşim” dedi, sırtıma
iki kez vurdu. Kelâmdan daha güçlüydü bu hareket.
Oturur
oturmaz çaylarımız geldi önümüze, “Şimdi Ercancığım” dedi, araya girdim, “Abi
kusura bakma, sözünü kesiyorum ama sen bana inşaat işi deyince ben kaba iş
sandım, çünkü bu zamana kadar hep o işlerle ilgilendim. Yani bu plân programdan
anlar mıyım, bilmem; istersen işin daha ehli birini bulalım?” dedim. “Yok yok,
benim gönlüm senden yana! Hem sana, hem sözüne güveniyorum, elhamdülillah” dedi.
Oturup
etraflıca konuştuk, önümüzdeki ayların plânını yaptık. Öğle ezanının okunmasıyla
vaktin geçtiğini fark ettik. Bir yandan ceketlerimizi giyip bir yandan kalkarak
caminin yokuşunu tuttuk. Namazdan sonra da yarın sabah tekrar buluşmak üzere
sözleşip ayrıldık. Ben de eve yürüdüm.
Annem
sokakta karşıladı beni, “Hoş geldin Ercan’ım, erken geldin, bir şey olmadı ya?”
dedi. “Yok annem, olmadı bir şey” deyip bir yandan eve yürürken, bir yandan da
anlattım olanları. Mehmet abinin rûhunun İstanbul’un süsüne kanmadığını
öğrenince gözleri ışıldadı kadının. “İyi iyi, maşallah! Ben de çorba yapmıştım,
gel bir kâse iç” dedi, sofraya oturdum. Çorbam önüme geldi…
***
Tam
kaşığımı çorbaya daldıracaktım ki telefonum çaldı. Elif Hanım: “Ercan Bey, Mehmet
Bey sizi çağırıyor efendim…” “Yemeğe indiğimi söylediniz mi?” dedim. “Söyledim ama
‘Hemen gelmesi gerek, yemeği sonra yer’ dedi. Bir de efendim, kusura bakmayın,
iletmek zorundayım, ‘Ne zaman ihtiyaç olsa ya yemekte, ya namazda’ diye
eklememi istedi. Tekrar kusura bakmayın efendim” diye cevapladı. “Tamam Elif
Hanım, geliyorum ben” dedim.
Kalktım
masanın başından, hiç el değmemiş çorbanın çöpe gitmesine gönlüm râzı olmadı, bir
karton bardak bulup çorbayı onun içine doldurdum, öyle bindim asansöre. 32’nci
kat… Ne havalı ama! İnşaat mühendisliğini İstanbul’da, güzel bir okulda güzel
bir ortalama ile bitir, mezun ve işin ehli ol, seni şirketine dâhil etmek için
her şeyi yapıp kedi gibi olan patronun -akraban-, sen kabul ettikten sonra
aslan kesilsin.
32 katı çıkarken o kadar fazla zamanı oluyor ki insanın(!), tüm yılları boşa geçirmiş gibi hissediyorsun. Asansör yukarı çıktıkça yıllarım aşağı iniyordu sanki. Asansörde içtim çorbamı. Otomatik olarak asansörün sesini duyar duymaz adım attım. Kapıda Elif Hanım karşıladı beni, “Hoş geldiniz, yeni yapılacak site için...” diye söze başladı. Beraber odaya doğru yürüdük. Yoldaki çöp kovalarından birine bardağı attım. Basket!.. Kapıyı açınca “Hah! Gel Ercan gel!” dedi. “Ne oldu Mehmet abi, yemek yiyordum” dedim. “‘Mehmet Bey’ oğlum ‘Mehmet Bey’… Kaç kere söyleyeceğim sana?!” dedi…