Değersizleştirilen “değer”

Komşumuzdan dahi sorumlu olduğumuz bir inanca mensup olduğumuzu bilerek davranış sergilemeliyiz. Kendi isteklerimize göre yeniden bir İslâm görüntüsü oluşturmadan, gereğine göre yaşamın huzurunu bulmaktadır çözüm. Aksi takdirde, inandığımız gibi yaşamayarak, yaşadığımızın inanç olduğunu zannederek beyhude bir ömür geçirmiş olacağız.

İNSAN, doğduğu andan itibaren yaşadığı çevrenin etkisiyle ve değer yargılarıyla kuşatılır. İyi, kötü, doğru, yanlış, temiz, kirli, sevap, günah, terbiyeli, terbiyesiz gibi daha birçok kavram, insan yaşamını yönlendirmek üzere hazırda bulunurlar. Bu değer yargılarıyla donatılan insanın karakteri de beraberinde şekillenerek “birey” oluşturacaktır.

Kaynağını dinî ve ahlâkî gerçeklerden alarak şekillenen belirli alışkanlıkların ise, toplum içinde tutunabilmesi veya yapılarak süregelmesi için davranış boyutuna geçmesi gerekir. Davranış boyutuna gelen bu her bir alışkanlığın mantığa yani diğer bir anlamda aklın ahlâkına uyduğu takdirde toplumda yapılması, beklenen bir değer boyutuna erişecektir. Yapılması beklenen, öğretilerek kuşaktan kuşağa geçen ve özelde insana, genelde ise tüm insanlığa yarar getirecek tüm değerler, toplumun evrende varlığını idrak ederek ve hakkını vererek yaşaması için insana aksettirilen bir toplumsal gerçekliktir.

Bütün toplumlarda genel geçer olan ve evrensel kabul edilen insanî değerler vardır: Sevgi, saygı, hoşgörü, eşitlik, özgürlük, dostluk, dayanışma… İnsan olmak, bu değerleri içselleştirmeyi davranışlarıyla da göstermek olarak hedeflenir. Kaynağını nereden alırsa alsın, tüm bu değerler insan yaşamını daha anlamlı ve kaliteli yapmak adına ortaya çıkmıştır.

Kendi toplumuzda bulunan değerler ise, kaynağını İslâm inancından almaktadır. Allah’a kalpten inanan ve bunu dili ile tasdik eden her Müslüman insan, dinî değerlere aykırı davranmak şöyle dursun, onlardan uzaklaşmanın bile onu zamanla bir başıboşluğa iteceğinin bilincinde olur. Allah inancı, insan bilincini kâinatı yaratan güce bağlar. Böylelikle insan yalnızlıktan kurtulmuş olur. Ayrıca dinimizde ahiret inancı da insan davranışlarına sorumluluk yükleyerek bilinçli hareket etme düşüncesini oluşturur.

Ne var ki, gelişen ve değişen teknolojinin insan davranış ve düşüncelerinde birtakım değişikliklere yol açtığı aşikârdır. Özellikle iletişim teknolojisindeki değişimlerin sosyal ve kültürel hayata yansıyan sorunları vardır. Yeni teknoloji ile insanlar bir işin nasıl olacağı konusunda yeni bir anlayış kazanırlar, davranış ve alışkanlıklarını da bu yeni işleyiş tarzına göre ayarlarlar.

Değişen teknolojik şartlar ve beraberindeki küreselleşme koşulları bizleri yaşantımız içindeki özellikle dinî değerleri yeniden sorgulamaya, hatta reddetmeye kadar götürebiliyor. Bunun altında da küreselleşme ve değer ilişkisi bağlamında hemen her dinin evrensel olduğu düşüncesi yatar. Bu sebeple küresel dünyada dinlerin neredeyse tamamı evrensel görüş ve değerlere sahip olduğu düşüncesinden hareketle bunu tüm dünyaya anlatmaya, duyurmaya çalışır ve teknolojik imkânları kullanır. Bu bağlamda diyebiliriz ki, “Küreselleşme, dini yayma hareketlerinin teknoloji vasıtasıyla hızlandırılmasıdır”.

Küreselleşme, bütünüyle olumsuz bir durum değildir. Din anlayışının gelişmesine olumlu katkılar sağlayabileceği gibi, mevcut olan dinî algının değişmesine ve yeniden şekillenmesine yol da açabilir. Bu da toplumsal düzen için uyum problemi ve düzensizlik oluşturarak bir tahribata yol açacaktır. Küreselleşmenin din algısına olumlu katkısı, teknoloji aracılığıyla olur. İnsanlar bilgisayar teknolojisi sayesinde dini daha kolay araştırma kolaylığına erişebilirler, dinî kavramlar daha hızlı ve çabuk anlaşılabilir hâle gelebilir.

Ne var ki küreselleşme, bilişim ve teknoloji vasıtasıyla her geçen gün hızla değişirken kendine ait bazı değerleri de değiştirdi. Kimi zamansa toplumumuzda var olan değerlerle yer değiştirdi. Çoğu zaman da köklü değerlerimizi bile hiç anlaşılmadan silip, yerine yenisini koyabilmeyi başarabildi. Batı, kendine has kültürü küreselleşme sayesinde o kadar kolay şekilde empoze ettirdi ki toplumsal yapımıza, artık geçmiş tüm değerleri, gelenekleri ve geleceğimizi kendimiz eleştirmeye ve hatta reddetmeye başladık.

Evet, küresel güçlerin amacı, geçmiş tarihlerden beri buydu. Gerçekleştirilmeye de hızla devam ediliyor. Bu yazıdaki amacım, toplumumuza yönelik negatif eleştiri yazısı yazmak değil, bilhassa eksiklerimizi ya da giden, kaybolmaya yüz tutmuş benliğimizi yeniden diriltmeye yönelik bir hissiyat oluşturmak. Anadolu şehirleri bir yana dursun, bugün metropol boyutuna erişmiş (başta İstanbul olmak üzere) şehirlerimizde insanların gözlerindeki endişe, korku, güvensizlik, yalnızlaşma ve müthiş derecede tüketim isteği, değil değerlerimizi, var olan tüm benliğimizden bizleri aldı.

Üzülerek ve hatta çaresiz şekilde belirtmek gerekirse, insanımız kendisini eşrefü’l-mahlûkat merhalesinden alıp “değersiz insan” olma durumuyla karşılaştı. Küreselleşme ve aracısı teknolojinin getirdiği olumsuzluklar sadece burada amaç değil, araç oldu. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan sözde aydın kesimimiz ve entelektüel çabada görünmeye çalışan, imaj olarak şık, aşırı tüketen ve maddî manevî her türlü üretimden uzak yaşayan kesim, tüm değerlerimizi yerle bir etti.

Kendi toplumumuzu diğer kültürlerden ayırıcı işlev gören “merhamet” kavramına karşı gün geçtikçe, “dışı ahlâk abidesi, içi ahlâkî değerlerden habersiz” özelliklerle dolu bir insan kavramı türedi. Çok uzağa gitmeden çevreye şöyle bir göz gezdirince anlıyorum bunu.

Meselâ mendil satan bir çocuğa, daha birkaç yıl öncesine kadar yardım eden veya etmese bile aşağılamaya utanan bir insanımız varken, bugün çeşitli metropol şehirlerimizde, medeniyeti dış görünüşten ibaret sayan fikri ve zihni boş kesimlerimiz, toplum içinde o çocukları azarlayabiliyorlar. Ve en acısı da, bunu yaparken merhamet duygularının olmadığı zaten aşikâr ama beraberinde topluma karşı en azından utanma duygularının da olmadığını gösteriyorlar.

Çok etkileyicidir Sezai Karakoç’un bu anlamdaki düşünceleri: “Merhametten yoksun bir insanlığın doğuşu, deccalsı ideolojilerin ve önderlerin boy gösterişi, maneviyata uzaklıktan beslenmektedir.” Öyle de oluyor maalesef! Dinî değerlerden uzaklaşan insan ruhu, boşluğu dolduracak olan her ne ise, onu bulamadığı sürece aradığı huzura erişemeyecek. Be toplum içinde bu ruh hâli hastalık boyutuna vardığında toplumsal düzen de iyice bozulmaya yüz tutacaktır.

İnsan olmak başlı başına bir değerdir. Bunun bilincin veya sadece insan olduğunun farkında olmak bile sorumluluk demektir. Fakat insan ebedî olandan kendini kurtarmış sanınca, kendini, eşiti bulan diğer varlıklarla karşılıklı ilişki içinde buluyor. Böyle olduğunda, yaşantısından tümüyle sorguya çekilmeyeceği veya hesap vermeyeceği duygusuna kapılıyor. Ama ruhun içindeki maneviyata gereksinim duyan boşluğun giderek arttığının farkında olamıyor.

Birtakım teknolojik gelişme ve değişimlerin, sosyo-kültürel hayatta bir takım değişikliklere yol açması durumunda ve insanın bu değişimlere nasıl bir tavır takınacağı, insanî değerleri beraberinde nasıl taşıyacağı ve aktaracağı sorununa karşı üreteceğimiz her düşünce, başta kendi yararımıza, sonra toplumumuza yönelik olacaktır.

Bu anlamda toplumda bir farkındalık oluşturup sorumluluk bilinci oluşturmalıyız. Başta aile değerleri, ahlâk ve en önemlisi de kendimizde utanma duygusunu yoklamalıyız. Komşumuzdan dahi sorumlu olduğumuz bir inanca mensup olduğumuzu bilerek davranış sergilemeliyiz. Kendi isteklerimize göre yeniden bir İslâm görüntüsü oluşturmadan, gereğine göre yaşamın huzurunu bulmaktadır çözüm. Aksi takdirde, inandığımız gibi yaşamayarak, yaşadığımızın inanç olduğunu zannederek beyhude bir ömür geçirmiş olacağız.