
İNSANOĞLU dünyaya ayak bastığında kendini bir
mücadele içinde buldu. Bu mücadele hak ve bâtılın, iyi ile kötünün, tevhit ile
şirkin mücadelesi idi. İblisin içinde taşıdığı kibri, kıskançlığı ve âsiliği,
Âdem’in yaratılması ve dışına kusması ile şeytanlaşmasına sebep oldu. Şeytan,
kıyamete kadar Âdemoğullarını haktan, hakikatten, tevhitten saptırmak adına mühlet
almış, hemen işe koyulmuş ve daha insanoğlunun dünya hayatındaki ilk yıllarında
Habil ile Kabil olayında kendince mücadelesinin meyvesini almıştı.
Gelinen süreçte
bir medeniyetler savaşına dönen bu mücadelenin iki aktörü, günümüzde Batı ve
Doğu diye adlandırılıyor diyebiliriz. Bu aktörlerin şu an başat ve önde olanı
gibi görünen "Batı", aslında bir coğrafyadan ve o coğrafyada yaşayan ülkeler
ve milletlerden ziyade, bunların kültürü, zihniyetleri ve yaşam biçimlerini,
dahası Hıristiyan medeniyetini temsil etmektedir.
Doğu ise daha çok Ortadoğu’yu
ve dahası İslâm Medeniyeti’ni akla getirir. Elbette Uzakdoğu’da Çin ve Japon
kültür ve medeniyetleri de hayatiyetini devam ettiriyor.
Her kültür ve
medeniyetin kendi öz değerleri ve bir hayat tarzı vardır. Bu değerleri yaşatmak
adına nesilden nesle devamı, eğitim yoluyla sağlanmaktadır. “Eğitim” denince
akla ilk gelen şey “okul”dur. Ülkemiz açısından olayı ele aldığımızda, okulları,
eğitim ve öğretim ile ilgili işleri düzenleyen/yöneten devlet kurumunun adı,
Millî Eğitim Bakanlığı’dır. 1940’lı yıllara kadar bu bakanlığın adı “Maarif
Vekâleti” idi ve eğitim yerine “maarif” kelimesi kullanılıyordu.
İşin garibi, “eğitim”
denince halk nezdinde çocukların okullarda gördüğü tüm dersler, “eğitim sistemi”
denince yapılan sınav sistemleri, “eğitimde başarı” denilince de öğrencilerin
üniversiteyi kazanıp kazanamamaları ve kazananların ise toplum nezdinde gelecek
vaat eden bir okulu, daha kaliteli eğitim veren bir üniversiteyi kazanıp
kazanamamaları akla geliyor. Toplum, eğitimi bu şekilde değerlendiriyor. Aslında
bu değerlendirme, öğretim konularını içermektedir. Oysa eğitim, bireyde istenen
yönde bir davranış değişikliğinin sağlanmasıdır.
İlkokul karnelerinin kapağını açtığımızda sol tarafta ders durumları, sağ tarafta ise kazanması gereken davranışlar puanlanır ve en altta da sınıf öğretmeninin öğrenci hakkındaki değerlendirmesi bulunurdu. Belki ders durumları yapılan sınavlarla ölçülebilir bir hâlde bazen rakam, bazen de “pekiyi/iyi/orta/geçer/zayıf” şeklinde puanlandırılırdı. Davranış notları da genellikle iyi ve pekiyi arasında değerlendirilir ama bir ölçme metoduna göre değil de öğretmenin kanaatine göre yapılırdı. Sanırım uygulama hâlen bu şekilde devam etmekte. Ayrıca davranış notundan dolayı sınıfta kalan bir öğrenciyi ben duymadım.
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini kıs! Seslerin en çirkini, şüphesiz merkeplerin sesidir.” (Lokman, 18-19)
Oysa herkesin
hemfikir olduğu şey, insanların ahlâklı ve bazı değerlere sahip olmasıdır. Ama
maddî beklentiler her zaman fiiliyatta ön plâna çıkar. En çok şikâyet ettiğimiz
konuysa, insanların “erdemli, ahlâklı, dürüst, vicdanlı” olmamalarıdır. Demek
ki sistem, doktor, mühendis, avukat, öğretmen, imam, hemşire, polis,
akademisyen üretiyor ama bunları etik yönden eksik üretiyor. Tabiî ki herkes için
böyle bir genelleme yapmak haksızlık olur.
Peki, bu değerler
nereden alınacak? İlk cevap, sanki “Okul” gibi… Ama değerler eğitiminin ilk
alınacağı yer, “aile”dir. Sonra sosyal çevre ve okul gelir. Buna rağmen Millî
Eğitim Bakanlığınca belirlenen değerler şunlardır: “Sevgi, sorumluluk, saygı,
hoşgörü, duyarlılık, özgüven, empati, âdil olmak, cesaret, liderlik, nazik olmak, dostluk, yardımlaşmak, dayanışmak,
temizlik, doğruluk- dürüstlük aile birliğine önem vermek, bağımsız ve özgür
düşünebilmek, iyimserlik, estetik duyguların geliştirilmesi, misafirperverlik,
vatanseverlik, iyilik yapmak, çalışkanlık,
paylaşımcı olmak, şefkat-merhamet, selâmlaşmak, alçakgönüllülük, kültürel
mirasa sahip çıkmak, fedakârlık.”
Bu listeyi
inceleyince, hepsinin okuldan verilemeyeceği zaten aşikârdır. Verilecekler ise
nasıl verilecektir? Bu da sorunun diğer parçası… Günümüzün modern eğitim
anlayışı Batı’yı kendisine model aldığı için bu sorular ve sorunlar modern
tarzda hâlledilmeye çalışılmakta.
Ülkemizde
Tanzimat’tan beri bir Batı hayranlığı yaşanmaktadır. Batı merkezci bir anlayış,
geri kalmış (aslında sömürülerek geri bırakılmış) tüm ülkeler içinden sanki tek
tutar bir dal olarak algılanmaktadır. Oysa Batı, kendisinden başka herkesi
dışlamıştır ve o toplumları ikinci sınıf gören bir tekebbür anlayışı ile
maluldür. Zira Batı, dünyadaki her türlü ilmî ve teknolojik gelişmenin tek
sahibi olduğuna inanmaktadır. Bu anlayışa iman etmiş Batı, bunu diğer ülkelere
de kabul ettirmeyi bir şekilde başarmıştır.
“Madem Batı her
şeyi düşünmüş ve bulmuşsa, eğitimde de metotlar bulmuş ve tatbik etmiştir. O
zaman yapılacak şey, bunları alıp tatbik etmektir” anlayışı ile bu metotlar
kopyalanmaya başlanmıştır. Bizim de eğitim sistemimiz bu şekilde, Batı’dan
etkilenerek şekilden şekle sokulmaktadır.
Bu sistemin en
büyük yaygarası da geri kalmışlığın sebebinin din olduğudur. Sezai Karakoç’un
da belirttiği gibi, İslâm bu ülkede kaçak adamın hayatını yaşamaktadır.
Cumhuriyet öncesinde de Batıcılık el üstü tutulmuştur. Bu yüzden geri
kalmışlığımızın sebebi İslâm değil, aksine anti-İslâmcı akımlardır. Öncelikle
bilinmesi gereken ama hep ıskalanan gerçek, “Batı medeniyetinin ruhunun Hıristiyanlık”
olduğudur. “Ne olmuş?” diye düşünürsek hatalar başlar. Zira gömleğin ilk
düğmesi budur. Bu düğme bize göre yanlış bir yerden düğmelenmiştir ve çarpıklık
da buradan başlamaktadır. Zira Hıristiyan anlayışa göre “insan doğuştan
günahkârdır”. Bu anlayışı geliştiren çok ünlü psikologlar, buna insanın cinsel
dürtülerine esir olduğunu, köken olarak hayvandan geldiğini, bu yüzden saldırgan
olduğunu söyleyince, ister istemez Batılı gözüyle eğitim anlayışı, yukarıda
kısa bir tanımını verdiğimiz gibi, insan davranışlarının belli bir niyet
istikametinde zorla değiştirilmesine yöneliktir: Kanunlara uyan, sorgulamayan,
sorunsuz insan tipi, Batı’nın yetiştirmek istediği insan modelidir.
Oysa İslâm anlayışına
göre her doğan insan masumdur, günahsızdır, melek gibi saftır, temizdir. Bu
anlayışta olan İslâm dünyası, Batı’dan devşirdiği eğitim metotları ile nasıl
bir insan yetiştirecektir? Gelinen noktada toplumlar bu konularda şikâyetçi ise,
asıl sorun bu çarpık anlayıştan ve kendine özgü bir metot geliştirememekten
kaynaklanıyor diyebiliriz.
Yazımızın başında
eğitimin ilk olarak ailede başladığından dem vurmuştuk. Devşirdiğimiz Batı
eğitim metotlarında aile mefhumu maalesef yok sayılmaktadır. Doç. Dr. Mustafa
Gündüz, konu ile ilgili bir makalesinde bu mevzuyu şu şekilde özetler:
“Bugün eğitim fakülteleri başta olmak üzere, diğer eğitim kurumlarının çoğunda hiç eleştirilmeden okutulan özellikle rehberlik ve psikoloji ağırlıklı derslerde geleneksel aile ilişkisine ve iletişimine yer verilmez. Batı eğitim psikolojisinde çocuğun gelişme, büyüme ve öğrenme süreçlerinde başta anne ve aileye önem vermemesi, canlı olmanın, tabiî ve tarihî dokusuyla uyuşmayan bir zihniyetidir. Gelişim ve öğrenme kitaplarında anne neredeyse yok hükmündedir. Babanın adı bile geçmez. Böylesi bir öğretim, insanları toplumsal duyarlılık ve bağların zayıfladığı bir ortama hazırlamak anlamına gelebilir. Eğitimde anne ve babayı neredeyse devreden çıkaran Batı merkezli eğitim, sağlıklı bir toplumsal yapıyı da bozacak tehlikeler barındırmaktadır.” (Doç. Dr. Mustafa Gündüz, Kültür ve Medeniyet Bağlamında Batı Merkezci Eğitim ve Eleştirisi)
Batı madalyonun öteki yüzü
Batı medeniyeti,
kendinden başka her şeyi yok etmeye odaklanmış bir sömürü düzenidir. Dünyadaki
her türlü ilmî ve teknolojik gelişmenin sahibi olduğunu zannetmek paranoyası, ona
bu sözde ayrıcalığı vermiştir. Sömürgeciliğin tarihini incelediğimizde önce gezginler
coğrafî keşiflerde bulunarak yer tespiti yapmışlar, daha sonra büyük
donanmalarla bu bâkir ve tabiî zenginliklerle mücehhez alanlarda yaşayan iptidaî
topluluklara medeniyet ve demokrasi götürülmüştür. Ateş ve ölüm kusan bu
donanmalar, bu savunmasız insanlara bir ölüm medeniyeti getirmiştir. Hâlen geliştirdikleri
yeni metotlarla bu sömürü düzenini devam ettirmektedirler. Bugün terör
örgütleri, sahte din adamları, sahte cemaatler, askerî darbeler bu metotların sonucudur.
Toplum
mühendisliği, provokasyonlar, toplumu manipüle etmeye yönelik haberler, kökü
dışarıda olan ve dezenformasyon görevini îfâ eden basın da bu amaca hizmet
etmektedir. Kendi okullarında devşirdiği kültür elçileri aracılığı ile sözde
aydınlar üretmeyi de ihmâl etmeyen Batı, bu adamları da istediği gibi
kullanmaktadır. Bunlar sayesinde Batı hayranlığı yaygınlaşmış ve toplumlar
kendi öz benliklerini inkâr edecek düzeye gelmişlerdir.
Osman Kibar’ın şu
tespitleri ne kadar da manidardır: “Avrupa’da kiliseye gitmeyen, İncil’e, hatta
hiçbir şeye inanmayan aydınlar vardır. Ama bu dinsiz aydınlardan hiçbiri Batı
medeniyetinin Hıristiyan köklerini ve Hıristiyan geleneğini inkâr etmez. Dinsiz
de olsa o medeniyetin çocuğudur, varisidir. Bizdeki halktan kopuk kozmopolitan
aydın tipi ise tam bir Jakoben tavır sergileyerek Türk milletiyle İslâmiyet
arasında bin yıldır var olan beraberliği ve bunun sonucu kurulmuş İslâmî
geleneği (medeniyeti) yok saymayı, yok etmeyi kendine görev ve amaç
edinmiştir.”
Batı’nın en iyi
becerdiği bir başka şey de kendi zararsız muhalefetini de kendinin
oluşturmasıdır. “Fikir özgürlüğü” adı altında bu tip seslere kısmen müsaade
ederek kendine muhalif olanları da bu yönden kendine hayran bırakmayı becermiş
şeytanî Batı zekâsı inkâr edilemez. Batı, bu işi o kadar ileri götürmüştür ki, kurduğu
birçok felsefî ve siyâsî ekol bir diğerinin açığını arayarak onu yok etmeye
odaklanmıştır. Yani zehri üreten de, panzehri üreten de kendisidir. Bu sayede
kapitalizmin karşısına sosyalizmi çıkarmıştır. Tabiri caiz ise, Batı kendisini
yine kendi ile vurdurmayı yeğlemiştir. Bu sayede ülkelerde kargaşalar çıkmış,
anarşi almış başını gitmiş, insanlar birbirini öldürmüştür. Ama Batı yine
medeniyet kürsüsünün tek sahibi olarak tahtında oturmuş, onun zehri ile
birbirini öldürenler “vahşi ve barbar” olarak yaftalamışlardır. Bu arada her
türlü terör, hem fikir, hem de silah ve mühimmat olarak Batı tarafından itina
ile desteklenmiştir.
Batı, toplumların
köklerine ve kendi değerlerine yönelmelerini de, o değerleri de engellemekte mahirdir.
Devşirme adamları bu kanalları kirleterek toplum nezdinde gözden düşürmeye
ısrarla çalışmıştır. Her şeyi kontrol altına almak, kendi istediği biçimde tek
tip adam yetiştirmek adına eğitim mekanizmasını elinde tutan Batı, lâik/seküler
sistemler geliştirmiş ve “zorunlu eğitim” adı altında sûret-i haktan görünerek
hem ülkelerin genç dimağlarını kabiliyetleri dışında farklı alanlara yöneltmeyi
başarmış, hem de maddî imkânları boş yere tükettirmiştir.
Bizde de olduğu
gibi manevî ve ahlâkî yönleri dumura uğramış, benmerkezci, kendinden başkasını
düşünmeyen, sadece dünyalık kazanmaya programlanmış nesiller belki doktor olmuş
ama organ mafyalarına hizmet edebilmiş, avukat en azılı suçluyu savunabilmiş,
kimyager gençleri zehirleyecek sentetik maddeleri imâl etmiş, fizikçi kitle
imha silahları üretebilmiştir. Oysa erdemli insanlar yetiştirildiğinde bu gibi
imha araçları yerine toplumu ihyâ edecek araçlar üretilecektir. Toplumun
beklentisi inançlı, ahlâklı, erdemli insanlardır. Kendine, ailesine, içinde
yaşadığı topluma, nihayet tüm insanlığa ve yaşadığı dünyaya faydalı insan
yetiştirmek hem sistemin, hem ailenin amacı olmalıdır.
Batıcı seküler eğitim anlayışı, insanın kendi kaderini kendisinin çizmesi gerektiğine inanır ve hedefe ulaştıran her yolu mubah görür. Bu da sömürgeci anlayışın bir tezahürüdür. Aklı sürekli ön plâna çıkaran bu anlayış, vicdanın sesini kısarak etkisiz hâle getirmeyi amaçlar. İnanç, ibadet ve ahlâkî değerler kimi zaman insanın ayağına bir bağ, hedefe götüren yollardaki engeller olarak görülür. Batı medeniyeti bu yönüyle İlâhî olan her türlü sesin düşmanıdır. Bu yüzden bugün yeryüzünde İslâm Medeniyeti’ni yok etmeye odaklanmıştır. Onun geliştirdiği eğitim metotları da bu amaca matuftur.
Konuyu açıklamada
iyi bir örnek olduğu için Nevzat Tarhan’ın “Seküler Hümanizm ve Semavî Öğreti”
farkını açıkladığı şu satırları okumak kâfidir:
“Darwin ve Freud’e
göre insan ile böcek aynıdır. Bu düşünceye göre insan tesadüfen var olan,
içgüdüleri ile hareket eden, yemekten ve üremekten başka amacı olmayan, bencil,
çıkarı peşinde koşan, güçlü olursa yaşayabilen varlıktır. Bu görüş öldükten
sonra yok olan, kimseye hesap verme mecburiyeti taşımayan, sorumsuz, özgür ve
bağımsız, arzuları peşinde koşan insan modelini savunmaktadır.”
Bu anlayışla
şekillenen bir eğitim sisteminin kişiye, topluma, insanlığa ne faydası olabilir
ki? Oysa Tarhan’ın, yazının devamında belirttiği semavî öğretilere göre ise,
insanı insan yapan unsur, yüce ve kutsal bir amaç uğruna yaşaması ve taşıdığı
anlamdır.
Tanzimat’la başlayan
Batılılaşma süreci eğitim alanında Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren lâik
ve seküler bir anlayışla, devletin de kontrolü altında tek tip insan
yetiştirmek şeklinde tezahür etmiştir. Örneğin bu dönemde yapılan tercüme
hareketlerinde işi tâ Antik Yunan mitolojisinden başlatmanın amacı, sürece ivme
kazandırmaktan başka ne ile izah edilebilir? Bu konuda yine Kibar, şu çarpıcı
örneği vermektedir:
“Kırklı yıllarda
izlenen tercüme politikaları da tam anlamıyla bir gericilik örneğidir.
Shakespeare’nin bile sayısız yorumunu işleyen mevcut Batı kültürü yerine en
ilkel biçimiyle Eski Yunan klasiklerinin tercih edilişi, başlıca sapkınlık
olarak öne çıkmaktadır (Tercüme Heyeti bu yolu izlemişti). Kral Oidiupus’un
annesiyle olan evliliği, diğer ensest ilişkiler ve dejenere tiplerin
sergilendiği temsil ve piyeslerle -vaktiyle- aslında Türk milletine hiç de
örtülü olmayan bir savaşın açıldığını söylemek abartma sayılmamalı. Olay bu
yönüyle sadece kültürel değil, belki de ahlâkî bir problemdir.”
Seküler eğitim sistemi,
insan fıtratında var olan “Yaratıcıya tapınmak” özelliğini yok ederek, Yaratıcı
yerine tabiat kanunları ile her şeyi açıklamaya çalıştı. İnsanı insana,
sisteme, ideolojiye taptırmaya, kul etmeye zorladı. Maalesef bu bağlamda İslâmî
esaslar âdeta susturuldu ve eğitimin hiçbir safhasında konuşmasına izin
verilmedi. Ders kitaplarında, geçmişte büyük bir medeniyet kuran İslâm
dünyasının yaptığı icatlardan bahsedilmez, âlimlerin ismi zikredilmez ve sanki
yok sayılır.
Ülkemizde de
seküler anlayış ve onu destekleyen medya, sinema, radyo, televizyon, tiyatro,
dergiler ve kitaplar, toplumu âdeta kuşatıp kendini meşrulaştırarak, dinî
değerleri öcü gibi gösterip İslâmî her ritüeli “çağdışı” olarak yaftalayarak
toplum ile dinin arasını açmayı başardı. Batılı yaşam tarzı insanlara
özendirilerek, adına “modern hayat tarzı” etiketi yapıştırdı.
Seküler ahlâk anlayışı
Üstâd Necip Fazıl
ahlâkı, “hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve edâ melekesi” olarak
tarif eder. Bu sayede ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve hâdiselerin ruhta kıymet
hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktadır.
Ahlâkı dinden ayrı
evrensel bir değer olarak somutlaştırmak, Batı eğitim sisteminin temel amaçlarındandır.
Seküler anlayış ve onun yol arkadaşı olan lâiklik, dini devletten ayırdığı gibi
ahlâkı da dinden ayırdı ve “evrensel değerler” gibi yaldızlı sözcüklerle suni
bir ahlâk anlayışı ile bu anlayışa dayalı bir değerler manzumesi vücuda
getirdi.
Seyyid Ahmet
Arvasî’nin de belirttiği gibi, “ahlâk pratik olmak zorunda olduğuna göre,
filozofların ortaya koydukları ve koyacakları ‘teorik bir ahlâkın’ başarısı
düşünülemez”. Çünkü ahlâk, bilmekten çok yapabilmeyi gerektirir. Bu suni
yaklaşım ile dayatılan etik değerler, dudaktan kalbe yol bulamadığı için hiçbir
zaman gerçek anlamda kâmil insanlar yetiştiremedi. Zira güneş ışığı olmadan,
suni ışıklandırma ile doğal ortamda yetişen bir sebze ve meyveden daha iyisini
yetiştirmek imkânsızdır.
Arvasî’ye göre, lâik
bir ahlâk müeyyidesizdir (yaptırım gücü yoktur). Hele lâik olmak iddiası ile
ortaya konan, milletin din ve töresine ters düşen, millî vicdanla zıtlaşan
teorik hükümler, siyâsî baskılarla kitlelere mâl edilmeye kalkılsa bile
başarısız kalır. Yeni bir ahlâkın doğuşuna sebep olmak şöyle dursun, cemiyette ahlâksızlığın
yaygınlaştırılmasına yol açar.
Oysa birçok ahlâkî
kural din ile doğrudan bağlantılıdır. Özellikle İslâm dinin amacı, ahlâklı
bireyler yetiştirmektir.
Burada bilinmesi gereken
bir diğer şeyse insanın dindar olması ile ahlâklı olmasının maalesef aynı şey olmadığıdır.
Seküler eğitim anlayışı ile verilen dinî eğitim, maalesef bu tip bir insan
modeli üretmiştir.
İşte gelinen bu
noktada Doç. Dr. Mehmet Kasım Özgen’in şu tespitleri ne kadar da manidardır:
“Batı’dan
etkilenerek ve milyarlar harcayarak değerler eğitimi dersi veriliyor ama sonuç
olarak bundan istifade edilemiyor. Batı’dan alınan ‘değerler eğitimi’
kapsamında öğretilen ahlâk anlayışı, millî-manevî değerlerle uyuşmuyor. Çünkü
öğrencilere sürekli olarak ‘Ölçülü ol, erdemli ol, şunları yap’ deniliyor ama
onlara ‘neden, niçin yapmaları gerektiğiyle yani hikmet felsefesiyle ilgili bir
bilinç’ verilmiyor.”
Seküler ve lâik
bir anlayışla yetişen nesiller, özellikle 1980'lerin sonlarından itibaren
Batılı değerleri içselleştirdi. Prof. Dr. Ali Çaylak’ın deyimiyle bundan
etkilenen İslâmî kesim de “Beyaz Türklere” özenerek, âdeta onları İslâmî
görüntü ve göstergeler üzerinden taklit eden “Beyaz Müslümanlık” anlayışına tâbi
oldu. Bu anlayışın neticesinde ibadetler göstermelikti ve İslâm ahlâkının
yerini, seküler değerlerin suni ahlâkî değerleri aldı. Adalet, liyakat, emanete
riayet gibi temel değerler baypas edilerek, “yenilenlerin yenenleri taklit
ettiği” bir değişime kapı açıldı. Bu değer erozyonu, maalesef “masa, kasa ve
nisa” imtihanında Müslümanları sınıfta kalmaya mecbur etti. Zira sistem,
toplumun tüm kesimlerini vurduğu gibi muhafazakâr-mütedeyyin insanları da
vurdu. Tıpkı bozuk yağda kızaran patatesin tadı nasıl bozulduysa etin de
bozuldu, patlıcanın da.
Cemiyete hizmet
yerine cemaate hizmetin ön plâna çıktığı, kendinden başka kimseyi makbul
görmeme hastalığının, tekfirlerin altında bu sürecin izlerini bulmak gayet
kolaydır. Burada merhum Prof. Dr. Esad Coşan’ın “Cemaat için değil, cemiyet
için adam yetiştirmeliyiz” sözünün ne kadar da haklı olduğunu ve söylenmesinin
bile bile bir gereklilikten doğduğunu hatırlatmak lâzım.
Eğitim sistemi nasıl olmalı?
Eğitim, hayat
sahnesinin tümünü kapsayan bir fonksiyondur. Eğitim aile, çevre ve okul ile
birlikte yürütülürse amacına ulaşacaktır. Değerlerimizin değersizleştirildiği
bu ortamda işimiz de hayli zordur. Ama bir yerden başlamak mecburiyetimiz var.
Aslında bu sorunun
şöyle bir cevabı vardır: Her ülke kendi kültürel değerleri, ihtiyaçları ve
inançları doğrultusunda kendine özgü eğitim sistemleri oluşturmalıdır.
Buradaki ilk
itiraz cümlesi hemen şöyle olacaktır. “Başarılı sistemler uygulayan ülkelerin
sistemleri incelenip bize uyarlanabilir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye ne lüzum
var?” Bu itiraza verilecek cevap da çok basittir: “Bir ülkede başarılı olan
eğitim sisteminin başka bir ülkede başarı getirmesinin hiçbir garantisi yoktur.
Hatta bazen bu reçeteler, tıpkı ilaç gibi, o bünyede alerji yapar, beklenenin
aksine bir sürü yıkımla, telâfisi mümkün olmayan sonuçlarla karşılaşılabilir.
Zaman, para ve enerji kaybı ve en acısı da bu sistemi uyguladığınız bir neslin
kaybı size fatura edilir.”
Üstâd Necip
Fazıl’ın da belirtiği gibi, “millî ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere,
milletin bütün iman ve mukaddesat manzumesi içinde süzülüp gelen bir vakıa telâkki
emenin ahlâkına muhtacız”. Suni ahlâk telâkkileri yerine İslâm ahlâkı temel
alınarak bir değerler eğitimi oluşturulmalı ve bu da teorik bir lâf-ı güzaftan,
kuru nasihatten ibaret olmaktan çıkarılarak uygulanabilir bir hâle
getirilmelidir. Millî eğitim, millî birliği güçlendirmek ve sosyal bütünleşme
yolu ile sosyal sınıflar arasındaki farkları ve çatışmaları azaltmak,
ilişkileri yumuşatmak işlevine sahip olmalıdır.
Konu hakkında yeni
Millî Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk şunları söylüyor:
“Bizim eğitim
sistemimiz tümüyle ‘akıl ya da bilişsel alan’ dediğimiz kısma hitap ediyor.
Yani talim var, terbiye yok; duygu ve şahsiyet gelişimi konusunda bir eksiğimiz
var. Dünya bu bütünleşik insan konusunda çok mu iyi? Bence iyi değil ve
dünyanın gittiği yere gitmek istemiyorum. Çünkü başka parametreler insanın
aleyhine işleyen bir dünyayı da beraberinde getiriyor. Sosyal medya konusunu
basit bir internet ulaşımı meselesi olarak görmüyoruz. Bunun bir davranış
alışkanlığı, terbiye ve bir aile meselesi olduğunu görüyoruz. Bizim okul
merkezli bir yaklaşıma sahip olmamız, sosyal medyayı da nasıl kontrol
edeceğimizin ipuçlarını verebilir.”
Sayın Bakan’ın bu yaklaşımı
olumlu ve umut verici! Umarız, girdiğimiz bu Batı bataklığından çabuk çıkar,
özlenen nesilleri kendi değerlerimiz doğrultusunda yetiştiririz.
Kaynaklar
Adem
Çaylak, Dindarlar Müslüman mı?, Milat, 25.11.2013
Adem
Çaylak, Göstergesel Müslümanlık, Milat, 06 Kasım 2014
Ayşegül
Metindoğan, Değerler Eğitimi Nasıl Verilmeli?
Kadir
Kaşıkcı, Lâik Eğitim Sistemi Asla ‘Elmastan Değerli’ Olmadı!,
http://kokludegisim.net
Muhammed
Esat Altıntaş, Bireyselcilik ve Toplumsalcılık Bağlamında Değer Eğitimi
Yaklaşımlarına Bir Bakış, https://www.pegem.net
Mustafa
Gündüz, Kültür ve Medeniyet Bağlamında Batı Merkezci Eğitim ve Eleştirisi
Necip
Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları
Nevzat
Tarhan, İnanç Psikolojisi, Timaş Yayınları
Osman
Kibar, Lâik Ahlâk Kurulabilir mi?, http://www.medyamit.com/
S.
Ahmet Arvasi, Türk İslâm Ülküsü I, Bilgeoğuz Yayınları
Sezai Karakoç, Sütun, Günlük Yazlar II, Diriliş Yayınları