
MÜLKÜN nizâmının adâletten geçtiğini
vurgulayan Nizâmü’l-Mülk’e kadar giden bir sohbeti, hak ettiği değeri veremeyen
torunları olarak, Haberajandanet okuyucuları ile paylaşmak istedim.
Geçenlerde
Yalova dönüşü, bindiğim otobüste, yan koltukta emekli bir eğitimci (laik
olduğunu yol boyu söyleyen) bir hanımla aramızda geçen mukâleme öyle içimi
acıttı ki...
Elimde bir
Reşat Nuri kitabı vardı, Osmanlıca harflerle matbu kitabı gören eşi, bayandan
önce sordu: “Arap mısınız?”
“Hayır!” dedim. “Elinizde Arapça kitap var da” dedi. “Bu Arapça
değil, Osmanlıca roman; bizim hani, Reşat Nuri'nin…” dedim. “Neden kendi Latin
alfabemiz varken bundan okuyorsunuz?” dedi. “Latin
alfabesi bizim, Osmanlıca bizim değil, öyle mi?” diye sordum. Bunun üzerine
bayan öyle sinirlendi ki sözü eşinden alıp öfkeyle, “Bu ülkede Osmanlıca asla okunmamalı,
geriye dönülmemeli, siz çok cahilce düşünüyorsunuz!” dedi.
“Hanımefendi, ben de eğitimciyim” dedim. Yüzü sinirden
kıpkırmızı, “Olabilir, Osmanlıca okuduğunuz için bence cahilsiniz! Hem Tanrı Arapça
bilene torpil mi yapacak? Bu halk Latin harflerine alışmış, Osmanlıca öğretmeye
kalkmak haksızlık olur. Gericilerin hortlaması olur!” diye çıkıştı.
Kendi kendime, “Sakin ol Rukiye!” deyip gülümsemeye çalışarak
cevap verdim: “Peki… 1928’den evvel bütün halk Osmanlıca okuyordu, bir gün
içinde alfabeleri ellerinden alındı, okuma yazma oranı yüzde 1’e düşürüldü,
sonra ‘Osmanlılarda okuma oranı yüzdesi düşüktü’ diye çarpık bir bilgi verildi.
Bu haksızlık değil miydi? Ayrıca lütfen, rica ediyorum, inandığı değerlere göre
hayatını tanzim eden, ölümü düşünerek hayatını idâme ettiren insanlara ‘gerici’
demekten vazgeçin! Emin olun, ölüm geride,
değil ileride!”
“Hayır, bu çağda Ortaçağ’ın Osmanlıcasını okumanızın ne mânâsı
olabilir?” dedi karşılık olarak. “O çağlar, bizim dedelerimizin dünyaya
hükmettiği çağlardı” dedim. “Ya, evet!” dedi, “Cahil, bilimden yoksun, gerici Osmanlı”.
Bense, “Hanımefendi, Osmanlı zamanında, o karanlık çağlarda,
Avrupa’nın ilim adamlarını katlettiği, ‘İçine şeytan girmiş!’ diye kadınları
öldürdüğü çağlarda bizim dedelerimiz üniversiteler açmış, o ‘Gerici’ dediğiniz
insanlar her alanda bilimsel çalışmalara imza atmışlardı” diye mukabelede
bulundum.
“Ne, üniversite mi ayol?!” dedi, “Üniversiteler Cumhuriyet’ten
sonra açıldı. Medrese onlar medrese! Sadece Kur’an okunan medrese!” dedi.
“Ne kadar echel kelimeler bunlar! Fatih Sultan Mehmet’in Sahn-ı
Seman Üniversitelerinde bilumum ilimler ve bilimler tedrîs ediliyordu. Ayrıca
şunu bilin: Bütün ilimlerin ve bilimlerin kaynağı, anahtarı Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Bırakın Osmanlı’yı, Osmanlı’dan, hatta Türkiye Selçuklularından evvel, tâ Büyük
Selçuklularda Nizâmiye Medreseleri birer ilim merkeziydi. Darülfünûnlar
astroloji, cebir, kimya, fizik gibi her ilimde, zamanlarının en otorite âlimlerini,
bilim adamlarını yetişitiriyordu. Nizâmü’l-Mülk’ü hiç duydunuz mu?” diye
sordum. “Duymadım, kimmiş o? Yok duymuştum ama tam hatırlamıyorum” dedi.
“Ne acıdır Nizâmü’l-Mülk gibi bir âlimden bîhaber olmak! Şu
an pek çok İslâm ülkesinde onun Siyâsetnâme’sinden yararlanılan sistemin
kalıntılarını bulabilirsiniz. Hatta ‘Adalet mülkün temelidir’ sözü ona aittir”
diye cevap verdim.
“İşte şimdi baltayı taşa vurdunuz!” dedi, “O sözün kime ait
olduğunu bütün âlem bilir”.
“Evet, siz yanlış biliyorsunuz!” dedim, “O söz Nizâmü’l-Mülk’e
aittir. Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme gibi devâsâ bir eser bırakmış ve ismiyle
müsemma olduğu gibi, halkın -mülkün nizâmının- adâletten geçtiğini anlatmış;
bunun için şer’î kanunların ne kadar fıtrî olduğunu ispatlamış ve mâlik olmanın
yolunun adâletten geçtiğini vurgulayarak bu sözü söylemiştir. İsterseniz
araştırın!”.
Ve şöyle devam ettim:
“Nizâmü’l-Mülk’ün gerçek adı, Ebu Ali et-Tusî’dir. Nizâmü’l-Mülk,
yani ‘Mülkün Nizâmı’ ismi, bu isimle müsemmâ icraatları münâsebetiyledir. Nizâmü’l-Mülk’ün
Gaznelilerle başlayan hayat hikâyesi Büyük Selçuklular zamanına uzanır.
Tarihimizin en önemli şahsiyetlerindendir. Nizâmü’l-Mülk, gerek açtığı Nizâmiye
Medreseleri, gerek yetiştirdiği ilim ve bilim adamı üstün pek çok şahsiyet,
gerek yazdığı Siyâsetnâme başta olmak üzere seçkin eserleriyle sadece Büyük
Selçuklulara değil, bütün İslâm dünyasına, hatta bütün insanlığa hizmet etmiş
mümtaz bir şahsiyettir.
Nizâmü’l-Mülk, fitne kazanının kaynadığı bir demde, Hasan Sabbah
gibi sapkın insanların oluk oluk kan akıtıp İslâm’ı dahi dejenere ederek
Müslümanların inançlarını ifsat edip fitne çıkarmak için sapık fetvâlar üreten
Batinîlerin kol gezdiği bir zamanda, gerek ilmî çalışmaları, gerek ülke
yönetimindeki başarılı rolüyle fitneye set çekmiş, olacak pek çok vahim olayın
önünü kesmiş, bu uğurda en sonunda canını vermiştir. Bir Batinî tarafından
katledilmiştir…”
Yan koltuktaki bayansa şöyle sordu: “Onun medreseleri nasıl
üniversite olur?”
Bunun üzerine anlatmaya devam ettim:
“Dediğim gibi, Nizâmiye Medreseleri birer darülfünundu. Bağdat Nizâmiye
Medreseleri’nin kurulmasında Alpaslan ve Nizâmü’l-Mülk'ün ilgi ve çabaları etken olmuştur. Bağdat Nizâmiye
Medreseleri de birer üniversitedir. Öteki medreseler öğretmenlerine, yani
müderrislerine göre orta ya da yükseköğretim
sayılmışlardır. Nizâmiye Medreseleri’nde esas olarak din, hukuk ve dil öğretimi yapılmıştır. Felsefeyle ilgili bilimler çok geçmeden programdan kaldırılmıştır.
O dönemde felsefe ile Batinîler ve Batılılar akılları
karıştırmakta mâhirdiler. Bu medreseler onun da garantörü olmuştur. Felsefî
sapkın düşünceler dünyayı kasıp kavuruyor, insanların ruh dengesini bozuyor,
inanç sapkınlıkları alıp başını gidiyordu. Felsefeye ilk ciddî tepkinin Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde,
1091-1095 yılları arasında rektörlük ve müderrislik yapan Gazâlî’den
geldiği ileri sürülmektedir.
Medreselerin geliri vakıflardan sağlanırdı.
Her müderris kendi uzmanlık alanına göre müfredat belirlemekteydi. Ancak
kuruluş hedeflerine uygun olarak müfredata dinî ilimlerin hâkim olduğu
görülmektedir. Genellikle Kur’an, hadis, Şâfiî fıkhı ve usûlü, Eş’arî kelâmı, Arap
dili ve edebiyatı, riyâziye (matematik) ve ferâiz (miras hukuku) gibi dersler
okutulmaktaydı. Medreselerde dinî ilimlerin yanında mantık, hendese (geometri),
nücûm (astroloji) ve tarih gibi ilimlere de yer verilmekteydi.
Yine bu medreselerin ünlü ismi meşhur ilim adamı Gazâlî’nin Nişabur Nizâmiyesi’nde
İmâmü’l-Haremeyn’den mezheb (fıkıh), hilâf, cedel, fıkıh usûlü, mantık, hikmet
ve felsefe okuduğu bilinmektedir.
Öğrenci mevcudunda da bir
sınırlama olmazdı bu medreselerde. Müderrisin ününün duyulması, dersini takip
eden öğrenci sayısını arttırırdı. Mesela Cüveynî’nin derslerini her gün 300,
hatta ömrünün son günlerinde 400 kadar öğrencinin
dinlediği rivâyet edilmektedir.
Medrese eğitiminin genel
özelliklerinden biri de, öğrencinin istediği bir ilmi (dersi), herhangi bir
şehirdeki bir medresede ilmiyle şöhret olmuş bir ilim adamından okuyabilmesiydi.
Bu uygulama, pek tabiî eğitim ve ilim hayatına fikir teatisi (kıyas) bakımından
canlılık katıyordu. İlim için şehir şehir dolaşan ilim adamları vardı. O
dönemde Hıristiyan Zerdüştlük ile İslâm’ı birbirine karıştıran Hasan Sabbah ve
adamları sapıklık ve kan dökme ile İslâm’a zarar vermeye çalışıyorlardı. Önlerindeki
en büyük engel, Nizâmü’l-Mülk’ün kendi şahsı ve açtığı okullardı. O yüzden en
sonunda o fitnebazların eli kanlı bir ferdi tarafından şehit edildi…”
Nizâmü’l-Mülk’ü tanımayan,
günümüzde okutulan pek çok ilmin kaynağından da yoksun kalır. Üniversitelerin
tâ o dönemde nasıl sistemli çalıştıkları ve nasıl onca âlimi yetiştirdiklerini
bir eğitimci bilmezse, avama ne demeli?
Nizâmü’l-Mülk’ün rûhuna
binlerce Fâtihâ olsun!