EĞER İslam ile
şereflenecekse toprak, ille de güzellikten pay almalı. Hüsne uğramadan giden
yolcunun istikametinden ne çıkar? Hüsnü bulamıyorsa yolları bırakmalı, kendine
yepyeni bir yol bulmalı…
Üçüncü
yolun adı nedir? Çarpışmak mı, eğilmek mi değil, göçmek mi? Konuşmak mı, susmak
mı değil, göstermek mi? Yazdırmak mı, sildirmek mi değil, mürekkep olmak mı?
Kimi
zaman terk etmeyi anlarsın bundan, kimi zaman boğulmayı, kimi zaman
kabullenmeyi anlarsın, kimi zamansa ihaneti. Ancak hiçbiri değildir onun adı.
İki yolun daha iyi olanı değil, en yeniyi ortaya koyup en iyiyi görmek ve
yakalamaktır o. Öyleyse onun adı…
Sen
bunun adına “aşk” dersin, o tamamlar: “Aşkı gönle Allah verir. Aşkı Allah gönle
verir. Verir gönle aşkı Allah. Allah gönle aşkı verir…”
Bu
yol, bir tezenenin divana vurdukça çıkardığı sestir tıngır mıngır. “Gönül dağı
yağmur yağmur boran olunca,/ Akar can özümden sel gizli gizli…/ Bir tenhada can
cananı bulunca,/ Sinemi yaralar dil gizli gizli…”
Yaralar
dil, ama her kelimenin yer değişiminde vurgu da değişir, değişir cümleler, her
görüntüde başka renge vurulursun. “Âşıkın gönlü yanar pişer de…/ Sevdim seni
seyday-ı cihan hayır u şerde” diye diye yol alan kâmilin konuştuğu lisanı
anlayan olmaz mı? O kâmil ki, ancak kendisine gelen bir davetle bulur yolunu.
Öyle ya, tıngır mıngır sesler devam ettirir tınısını: “Dost elinden gel
olmazsa, varılmaz!/ Rızasız, bahçenin gülü derilmez!/ Kalpten kalbe bir yol
vardır, görülmez;/ Gönülden gönüle gider yol gizli gizli…”
Sahi
“o”, kendine düşen payın değdiği toprağa vardığında hangi lisanla konuşmuştu ki
o toprağın en sevileni, hatta azizi olarak bilinmişti? Üçüncü yolu görmedikçe anlaşılmaz
o dil. Dedi ya, “İslam’la şereflenecekse o toprak, ille de güzellikten pay
almalı”. Bu nasip, bir bakıma toprağın abdest alışı, temizlenişi, arınışı ve
nihayet şeref bulmaya, huzur bulmaya, bereket bulmaya hazırlanışıdır. Hazırsa
toprak, yaşadıkça ihsan görmeli, yaşattıkça muhsin olmalıdır.
Esmaü’l-Hüsna’da
da bulunan “Muhsin” ismi, kök anlamıyla “ihsan ed(il)en” demek değil miydi?
Rab, biricik ihsan eden olarak “El-Muhsin”; O’nun yarattığı, O ihsan ettikçe
“ihsan edilen” olarak da salih kimsenin unvanı “muhsin” değil miydi? Peki ya
“ihsan”? Hepsi aynı kökten değil miydi? Hüsna, Hasan, Hüseyin, ahsen, hasen, muhsin,
ihsan… Öyleyse ihsan, “edilmek” çatısında yeni bir fiille buluşturulmuş ve
“güzelleştirme” işleminin adı olmuş. “El-Muhsin” güzelleştiren, “muhsin” ise
güzelleştirilen… Ve şereflenmek, güzelleşmekle mümkün… Ancak iki yoldan birini
tercihle değil, üçüncü yolu, en iyi yolu inşa ile…
İslam’la
güzelleşen ilk şehirdir “Medine”. Adı “Yesib” iken de, “Medine” iken de her
kesimden insan yaşamıştır orada. Ancak bütün tasarımı, bir yeniden formatlama
ile gerçekleşir. Bu formatın kök dili İslam’dır. Güzelleşmenin kaynağı,
Güzeller Güzeli’nin zatıdır. Ancak bu şehre gelmeden evvel, doğduğu şehir
Mekke’de karşısına hep iki yol konulmuştur: Ya suikast, ya itaat! Hatta “Bir
yıl sen, bir yıl biz”. Savaş ve barış… Hatta barış anında mübarek isminin
yazımı konusunda dahi bu böyledir. Fakat O, Rabbin inayeti ile üçüncü yolun ne
demek olduğunu hep göstermiştir. Bir büyük örnekle hicret etmesi de, küçük bir örnekle
diviti eline alması da buna işarettir.
Ajvaz
Dedo’nun tomurcuğu ve “son Medine”
Üçüncü
yol O’ndan önce de, O’ndan sonra da karşımıza çıkar ama görmek istemeyiz. Güzellik
Abidesi Hazreti Yusuf, Sadıkların Sadığı Ebu Bekr-i Sıddîk, Haydar-ı Kerrar
Aliyye’l-Mürteza, İmam Hasan-ı Mücteba, Şehid-i Kerbela İmam Hüseyin,
Selahaddin Eyyubî, Uluğ Bey, İbni Rüşd, Ali Kuşçu, Kılıçarslan, Celaleddin
Harzemşah, Ulu Hakan Abdulhamid Han ve daha nicesi hep bu yolun yolcusudur. Biz
“üçüncü yol” deriz ama o, yolların en temizi, biriciği, hatta tek olanıdır.
Zira o, Allah indinde tektir.
Bu
üçüncü yol en nihayet Kerbela’ya uğrayıp da Mekke’den aldığı emanetle Türkmen
illerine çıktıktan sonra, bir “ulu”nun rüzgâra bıraktığı tomurcuklarla güneşin
battığı coğrafyalara uzandı. Öyle virajlar aldı, öyle uçurum diplerinden geçti
ki tek tek “tarih” adındaki kâtip kaydetti bunları. Ve o ulunun bıraktığı
tomurcuklardan biri, şimdi en son şereflenecek, arınacak, abdest alacak toprağa,
“son Medine”ye düşmüştü. O toprağın suyu boldu ve duruydu, ancak kendisi
çoraktı. O toprağın adı “Bosna”ydı.
Ulunun
bıraktığı tomurcuğun “dilinden anlayan” bahçıvan, son olarak yerleştiği
Anadolu’dan, hem de fetihlerden önce gelmişti. Adı: “Ayvaz”… Madem
güzelleşecekti bu toprak, bir “güzel” getirmeliydi bunu. Ayvaz,
“güzel/yakışıklı er kimse” demekti. Madem tomurcuğun dilinden anlayan oydu,
öyleyse o dile uyulacaktı. Kâmilin konuştuğu dilin kerametini anlamak, şimdi
biraz daha mümkün olmuştu.
“Bahçıvan”
dedimse, Bosna’nın güzel misafiri bahçıvanlık yapmıyordu, o bir değirmenciydi.
Bahçıvanlığı, ulunun rüzgâra bıraktığı tomurcuğu yetiştirecek olmasından ileri
geliyordu. Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri de Üftade Sultan’ı bahçıvanlık
yaparken bulmuştu ya, onun gibi…
Ayvaz
Dede bir değirmenciydi, değirmen değildi. Öğütmüyordu, güneş gibi parıldayan
başaklardan tertemiz, bembeyaz un üretiyordu. Öyle değil miydi ya, esmerlerin
memleketinden geldiği bu topraklarda güneş saçlıları, çakır gözlüleri bulmamış
mıydı? Bu güneş saçlıların özleri de dopdoluydu. Yağı hazır fener gibi, yalnız
tutuşturmak icap ediyordu. O öğütmüyordu, ancak geldiği topraklar bir defa öğütülmemişti.
Hep öğütülmüş, sömürülmüş, iki ateş, iki savaş, iki hınç, iki yol arasında
bırakılarak birini tercih etmeye zorlanmıştı. Ve ilk kez biri onlara
değirmenlik yapmıyor, değirmenciliği göstererek ürün veriyordu. İlk kez üçüncü
bir yolla karşılaşmışlardı…
Fuat
Bey’in vazifesi
Büyük
bir fetihle Devlet-i Aliyye hükmüne bağlanan Bosna ve Balkanlar, Ayestefanos
Antlaşması ile tamamen elden çıkmak üzereydi. Cennet Mekân Abdulhamid Han,
tahta cülusunun neredeyse hemen ardından müthiş bir cendereye çekilmişti. Balkan
Harbi ile en girift şeklini alan bu cendereden kurtulmanın bir üçüncü yolu
olabilir miydi?
Ulu
Hakan, Rusya’ya karşı işlettiği ileri diplomatik akılla İngiltere’yi
yönlendirmeyi başarmıştı. Berlin Antlaşması, Ayestefanos’a göre mağlubiyetten
imtiyaz çıkarmaktı. Bu noktada Bosna, Hersek ve Doğu Rumeli, imtiyazlı toprak
statüsünü almıştı. Niş, Teselya, Dobruca ve birkaç kaza elden çıkmıştı.
Ayestefanos ise bütün Balkanların yitmesi demekti. Yani Devlet-i Aliyye, bu
üçüncü yolla bir 35 yıl daha kazanabilmişti bu topraklarda.
Ardından
öyle bir hamle gerçekleştirdi ki II. Abdulhamid Han, cülusa erdiği gün göz göze
geldiği İngiliz Said Paşa’ya verdiği mesajı derinden ve de derinden tamama
erdirmişti. Kurduğu teşkilat, kimseciklerin sırrına eremeyeceği ve hatta
gelecekteki izlerini de deşifre edemeyeceği bir kurguya sahipti. Bu kurgu öyle
bir gizemle kaplıydı ki, Ulu Hakan’ın kurdurduğu yapılar, onun sanki rahatsız
olduğu kurumlarmış gibi bilindi; rahatsız olduğu yapılarsa bu kurgu tarafından
ele geçirildi.
Dede’nin
fetih için abdest aldırdığı topraklarda Batı değirmenliğe bürünmüştü. O
yıllarda İstanbul’da farklı hareketlenmeler de yaşanıyordu. 1900’lü yılların
başında bir araya gelen bir grup genç, kendi aralarında spor faaliyetlerine
girişmişlerdi. Jimnastik ve güreş ağırlıklı çalışan bu gençlerden II.
Abdulhamid Han’ın da haberi oldu. Bir gün karakola alınan bu gençler hakkında
hiçbir işlem yapılmazken, aksine kendilerini teşvik edici gelişmeler de
yaşandı. Şehzade Abdulhalim Efendi maddî anlamda bu gençleri desteklediği gibi
çalışmalarına da katılıyordu. Bu gençler spor faaliyetlerine devam ederlerken, 31
Mart Vak’ası denen hayırsız hadise gerçekleşti ve Bosna ve de Balkanlarda
kazanılan 35 yıl nihayete erdi. Yani bu olay olmasaydı, 35 yılın ardı da
gelecek, Devlet-i Aliyye’nin ileri siyaseti işleyebilecekti. Ancak neyse ki
bazı gizli sigorta şalterleri hazır tutulmuşlardı.
13
Nisan 1909 günü gerçekleşen bu olayın yatıştırılması için Selanik ve Edirne’de
kuvvetleri bulunan Hareket Ordusu İstanbul’a ulaştı. Bu ordu içerisinde, daha
sonra Ulu Hakan’ın geleceğe atacağı imzanın önemli karakterlerinden biri
bulunuyordu. İleride Balkanlarda yaptığı önemli faaliyetlerden ötürü Soyadı
Kanunu ile “Balkan” soyadını alan bu kişi “Fuat Bey” idi.
Fuat
Bey’e dair en önemli vazife, Millî Mücadele’nin yalnız Anadolu’da
gerçekleşmeyeceği yönünde Türkiye Büyük Millet Meclisi Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Reis Vekili Birinci Ferik Fevzi (Çakmak) imzalı bir tebliğle ilan edilmişti:
“Başlangıçta Trakya Heyeti, Cevat (Abbas), Şakir
(Kesebir) ve Fuat (Balkan) Beylerden mürekkeptir. Cevat Bey, Bulgar memurları
ve nasyonalistleri ile yegâne temas edecek ve Anadolu’nun bir nevi yarı temsilcisi
sıfatıyla görünecek şahsiyettir. Fuat Bey, Batı Trakya ve Makedonya
dolaylarında fiilî hareketleri ve ayaklanmaları müstakilen idare edecek,
çalışmasını tanzim ve tatbik hususunda tamamen serbest bırakılacaktır. Trakya Heyeti’ne
verilen tahsisatın en mühim kısmı Fuat Bey’in idare edeceği harekâta tahsis
olunup ayrılmak icap eder...”
Gelecekte Mustafa Kemal Atatürk’ün Başyaveri olacak Cevat Bey ile Bulgaristan, Fuat Bey ile Makedonya ve civar bölgesinde yürütülen faaliyetler, Kuşçubaşı Eşref Bey’in 1913 yılında Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurmasıyla taçlanmıştı. Maalesef bu devletin ömrü uzun sürmedi. Ancak Fuat Bey’in görevi daha bitmemişti, zira Fevzi Paşa’nın da belirttiği üzere daha mühim görev onunkiydi.
Fuat Paşa,
Osmanlı ordusunun ilk pilotlarındandı. Ayrıca kılıç konusundaki yetenekleri de
üstündü. Bu iki ayrı özellik, onun farklı platformlardaki etkinliğini de
arttırmaktaydı. Eskrim tarihinde Türkiye’yi ilk temsil eden ve bu sporun
ülkemizde yaygınlaşmasını sağlayan Fuat Bey, sporcu şahsiyetini 1909’da geldiği
İstanbul’da, hani Ulu Hakan’ın haberini alıp da sorgulattığı gençlerin arasına
katılarak bambaşka bir noktaya taşıdı. Resmî anlamda eksikleri olsa da ileride
daha gelişecek olan 1903 tarihli Bereket Jimnastik Kulübü, bu noktada söz konusu
kurumsal eksikliğini giderirdi. Fuat Bey ise bu esnada, gelecekte “Beşiktaş
Jimnastik Kulübü”, o gün “Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü” adıyla 13 Ocak
1910 günü tescillenen listesinde “1 numaralı üye” sıfatını alıyordu. Daha sonra
kulübün üç ayrı döneminde Başkanlık makamına oturan Fuat Balkan, kulübün aynı
zamanda “1 numaralı Divan üyesi” de olmuştu.
Fuat
Balkan’ın edindiği bu sosyal kimlik, kendisine daha geniş alanlara girebilme imkânını
da sunuyordu. Yani Fuat Bey, bir üçüncü yol bulmuştu. 1903 tarihli BJK’nin
10’uncu yılı olan 1913’te Bosna-Hersek, bambaşka bir Ayvaz Dede ruhuyla Fuat
Balkan önderliğinde gelenleri ağırladı. Bu gelenler, görüntüde turist,
derinliğindeyse Bosna’yı yalnız bırakmamanın hesabındaki kimselerdi. Öyle ya,
Fuat Bey’in mühim vazifesi devam ediyordu.
Bu gizli
aktivistler, Bosna-Hersek’in bugün sivil toplum bakımından en köklü yardım ve
dayanışma kuruluşu olan Merhamet Vakfı’nı kurdular. Merhamet Vakfı, ismiyle bu
coğrafyada geçmişte de, gelecekte de hiçbir zaman hatırlanmamış olan, ancak
Ayvaz Dede’yle tomurcukları bulunan “merhamet” hissinin tercümanı ve temsilcisi
olarak faaliyet yürütecekti. Bu vakfın adı “Hilal-i Ahmer” olmayabilir, fakat
Boşnakların “asıl bayraklarını” hangi camilerde ve evlerde koruduklarını ayrıca
düşünmemiz de gerekir.
Babo’nun merhamet
kökleri ve üçüncü yolu
Takvimler
1940’lı yılları gösterdiğinde, Fuat Bey ve arkadaşlarının 1913 itibariyle
teşkilatlandırdıkları Merhamet Vakfı’nın genç üyelerinden biri çıkıyordu yavaş
yavaş sahneye. 16 yaşında kurduğu Müslüman Gençler Kulübü’yle hayatının dönem
noktalarından birine imza atacak bu gence, komünist rejimin kol gezdiği Boşnak
topraklarında “Alija Izetbegovic” şeklinde sesleniliyordu. “İzzetli bir beyin
oğlu” idi, zira babası Bosna-Hersek’te belediye başkanlığı görevi de
yürütmüştü. Üsküdar’dan bu topraklara gelişiyse bambaşka bir hikâyeye sahipti.
Ancak temel bakımından hayatındaki en önemli unsur, “merhamet”i öğrenmesiydi.
Öyle ya, daha sonra “Bakir” ismiyle tanınacak ve şimdi Bosna-Hersek
Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi olan Bakir İzzetbegoviç de Merhamet Vakfı
Yönetim Kurulu üyeliği yapacak, merhameti kaynağından tadacaktı.
Aliya
İzzetbegoviç, komünist rejimin baskısı altında geçirdiği ömrüne koca bir
bilgelik sığdırdı. O yüzden de “Bilge Kral” şeklinde anıldı tarafımızdan. Ancak
bir lider olarak bilindik kral tipi yoktu kendisinde. O bir baba idi ve
sevenlerince “Babo” lakabıyla anıldı hep. Ve Babo, başlangıçtan beridir
aktarmaya çalıştığımız o üçüncü yolu en aşikâr biçimde dillendirdi:
“Dünya
görüşlerini üç kümede toplayabiliriz: Maneviyatçı, maddiyatçı ve İslamî. Bunlar
şuur, tabiat ve insan olarak adlandırmaya alışık olduğumuz mahut üç esas
mümkünata tekabül ediyor ve bunların projeksiyonlarıdır. En eski zamanlardan
bugüne kadar ortaya atılmış bütün ideoloji, felsefe ve düşünce sistemleri, bu
üç temel dünya görüşünden birine dayanmaktadır. Bunların birincisine göre
yegâne veya esas varlık ruhtur, ikincisine göre ise maddedir. Üçüncüsüne
gelince… O, ruh ve maddenin bir arada varoluşundan ortaya çıkmaktadır. Çünkü
yalnız madde olsaydı materyalizm tek tutarlı felsefe, maneviyat ise tamamen manasız
bir tutum olurdu. Diğer yandan eğer ruh varsa, o zaman insan da vardır ve
maneviyat ile ahlak olmadan insan hayatı manasızdır. En yüksek şekli insanda
sergileyen ruh-madde birliği prensibinin adı ise ‘İslam’dır.”
Bir
hikâyenin sonu, bir hikâyenin başı
Ve yıl 1994…
Pazar Yeri… Kaldırımlarda kanlar içinde kalmış, yaralı değilse oradan oraya
koşuşan insanlar var görüntüde. İşte o minik yürekle bu görüntüler eşliğinde
tanıdım Bosna’yı. Bir yaz tatili için sahil kenarı bir şehre giderken otobüs
televizyonundan…
“Onları
neden öldürüyorlar?” diye sorduğumda babamdan aldığım ve unutamadığım cevap
şuydu: “Avrupa’nın ortasında Müslüman oldukları için…”
Peki, hep
1992-1995 arasında yaşadığı savaşla mı anmalıydık Bosna-Hersek ve Boşnak
kardeşlerimizi? Bu hatırlama işi üçüncü yola uygun değil. Bu hatırlamada bir
yanlışlık, bu hatırlamada bazı açılardan bakıldığında çarpıklıklar var. Bu
çarpıklıklar arasındaki caka satma hadisesi ise boyunu aşmış. Bu noktada bir
hatıramı paylaşayım:
İki yıl
evvel Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Arnavutluk’tan birkaç genç arkadaş
teşrif ettiler Ankara’ya, biz de Mevla’ya bin şükür ki tanıştık onlarla. Ankara
Kalesi civarında bulunan tarihî bir çay ocağında oturmuş hasbihal ediyorduk
Türkçe bilen bir ağabey aracılığıyla. Bir ağabey Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da
şehit edilişi sahnesini düşünmemizi istemişti ki, yudumladığı çay bardağını
elinde kırdı güneş saçlı, çakır gözlü bir Boşnak kardeşim.
O gün kendi
kendime dedim ki, “Onun aşkını öğrenmen için senin, onun kullandığı dili
öğrenmen gerekir. Zira onun lisanını bileceksin ki sana anlatacaklarını,
gönlünde kaynattıklarını daha iyi anlayasın”. Öyle ya, “Türkçe de bilse,
içindekini tam anlatamayacak” fikri doğmuştu bende.
Bu hatırayı
aktardıktan sonra, söz konusu çarpıklıklardan ilkine değineyim: “Bosna’da her
şey Türkçe!” taslaması… Bu tavır, bizim milletimize yakışmayan bir tavır; ancak
yaygın şekilde ve sanırım istemsizce yapılıyor. 450 yıl o toprakta
bulunmuşsanız, elbette sizden bir şeyler de etki edecektir. Ama bunun Bosna ve
Boşnaklar üzerinde tahakküm kurma hakkını verdiğini söyleyemeyiz. Yaşadığım ve
buraya aktardığım hatıra, Boşnakçayı evvela bu topraklara görevli gidecek
yetkililerimizin öğrenmesi gerektiğini doğrudan belirten bir durumu
anlatmaktadır. Zira Ayvaz Dede’nin bu topraklarda nasıl sevildiğini, Fuat
Balkan’ın vazifesinde nasıl muvaffak olduğunu mutlaka ve mutlaka lisanda
aramalıyız. İlle de keramete gerek yok yani…
İkinci
çarpıklık şu: “Yemekleri, kültürleri bizimkiyle aynı!” diyorsak, kusura
bakmayın ama Türkiye’de yaşayan Boşnakları unutmuş ve yıllarca Balkanlarda
bulunan bir millet olarak oradan hangi güzel kültürleri ve yemekleri ithal
ettiğimizi görmezden gelmiş oluruz.
Üçüncü
çarpıklık şöyle: “Bosna’ya gidin, çok güzel!” demekle -alınmasınlar ama- bir Japon
turistçiliği yaptığımızın farkında mıyız? Bosna-Hersek’e gidecek bu toprağın
insanı -hele bir devlet görevlisi, yetkilisi-, oraya ancak Ayvaz Dede, Fuat
Balkan ve İzzet Bey şuuruyla gitmeli, ülkeye “her şey dâhil otel” muamelesi
yapmamalıdır. Fotoğraf makinesi yetmez bize, üçüncü yolu görmek için üçüncü bir
göz lazım.
Şu satırlara
kadar haddimi aştıysam bağışlayın ama bu durumları göz önüne getirmeye ve bütün
bu serencamla birlikte taşınan aşkı anlatmak için böyle bir öykülendirmeye
ihtiyaç vardı. Zira bütün bu yazı bir istihbarat raporu değildir ama yazının
konu edindiği şahısların istihbarat raporlarında yer alması gereken öyküleri
vardır. Elinizde bulundurduğunuz bu dergi ise, Bosna-Hersek’e dair çok kapsamlı
bir analizler bütünüdür ve Türkiye ile Bosna-Hersek’in ihtiyacı olan
stratejinin üçüncü yolunu izah etmek için geceli gündüzlü yapılan uzun bir
maratonun ürünüdür.
Rabbim bizleri kavuştursun ve ilelebet ayırmasın!