Dede’den Bey’e, Bey’den Babo’ya bir “üçüncü yol” hikâyesi

Bu üçüncü yol en nihayet Kerbela’ya uğrayıp da Mekke’den aldığı emanetle Türkmen illerine çıktıktan sonra, bir “ulu”nun rüzgâra bıraktığı tomurcuklarla güneşin battığı coğrafyalara uzandı. Öyle virajlar aldı, öyle uçurum diplerinden geçti ki tek tek “tarih” adındaki kâtip kaydetti bunları. Ve o ulunun bıraktığı tomurcuklardan biri, şimdi en son şereflenecek, yani arınacak, abdest alacak toprağa, “son Medine”ye düşmüştü. O toprağın suyu boldu ve duruydu, ancak kendisi çoraktı. O toprağın adı “Bosna”ydı.

EĞER İslam ile şereflenecekse toprak, ille de güzellikten pay almalı. Hüsne uğramadan giden yolcunun istikametinden ne çıkar? Hüsnü bulamıyorsa yolları bırakmalı, kendine yepyeni bir yol bulmalı…

Üçüncü yolun adı nedir? Çarpışmak mı, eğilmek mi değil, göçmek mi? Konuşmak mı, susmak mı değil, göstermek mi? Yazdırmak mı, sildirmek mi değil, mürekkep olmak mı?

Kimi zaman terk etmeyi anlarsın bundan, kimi zaman boğulmayı, kimi zaman kabullenmeyi anlarsın, kimi zamansa ihaneti. Ancak hiçbiri değildir onun adı. İki yolun daha iyi olanı değil, en yeniyi ortaya koyup en iyiyi görmek ve yakalamaktır o. Öyleyse onun adı…

Sen bunun adına “aşk” dersin, o tamamlar: “Aşkı gönle Allah verir. Aşkı Allah gönle verir. Verir gönle aşkı Allah. Allah gönle aşkı verir…”

Bu yol, bir tezenenin divana vurdukça çıkardığı sestir tıngır mıngır. “Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca,/ Akar can özümden sel gizli gizli…/ Bir tenhada can cananı bulunca,/ Sinemi yaralar dil gizli gizli…” 

Yaralar dil, ama her kelimenin yer değişiminde vurgu da değişir, değişir cümleler, her görüntüde başka renge vurulursun. “Âşıkın gönlü yanar pişer de…/ Sevdim seni seyday-ı cihan hayır u şerde” diye diye yol alan kâmilin konuştuğu lisanı anlayan olmaz mı? O kâmil ki, ancak kendisine gelen bir davetle bulur yolunu. Öyle ya, tıngır mıngır sesler devam ettirir tınısını: “Dost elinden gel olmazsa, varılmaz!/ Rızasız, bahçenin gülü derilmez!/ Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez;/ Gönülden gönüle gider yol gizli gizli…”

Sahi “o”, kendine düşen payın değdiği toprağa vardığında hangi lisanla konuşmuştu ki o toprağın en sevileni, hatta azizi olarak bilinmişti? Üçüncü yolu görmedikçe anlaşılmaz o dil. Dedi ya, “İslam’la şereflenecekse o toprak, ille de güzellikten pay almalı”. Bu nasip, bir bakıma toprağın abdest alışı, temizlenişi, arınışı ve nihayet şeref bulmaya, huzur bulmaya, bereket bulmaya hazırlanışıdır. Hazırsa toprak, yaşadıkça ihsan görmeli, yaşattıkça muhsin olmalıdır.

Esmaü’l-Hüsna’da da bulunan “Muhsin” ismi, kök anlamıyla “ihsan ed(il)en” demek değil miydi? Rab, biricik ihsan eden olarak “El-Muhsin”; O’nun yarattığı, O ihsan ettikçe “ihsan edilen” olarak da salih kimsenin unvanı “muhsin” değil miydi? Peki ya “ihsan”? Hepsi aynı kökten değil miydi? Hüsna, Hasan, Hüseyin, ahsen, hasen, muhsin, ihsan… Öyleyse ihsan, “edilmek” çatısında yeni bir fiille buluşturulmuş ve “güzelleştirme” işleminin adı olmuş. “El-Muhsin” güzelleştiren, “muhsin” ise güzelleştirilen… Ve şereflenmek, güzelleşmekle mümkün… Ancak iki yoldan birini tercihle değil, üçüncü yolu, en iyi yolu inşa ile…

İslam’la güzelleşen ilk şehirdir “Medine”. Adı “Yesib” iken de, “Medine” iken de her kesimden insan yaşamıştır orada. Ancak bütün tasarımı, bir yeniden formatlama ile gerçekleşir. Bu formatın kök dili İslam’dır. Güzelleşmenin kaynağı, Güzeller Güzeli’nin zatıdır. Ancak bu şehre gelmeden evvel, doğduğu şehir Mekke’de karşısına hep iki yol konulmuştur: Ya suikast, ya itaat! Hatta “Bir yıl sen, bir yıl biz”. Savaş ve barış… Hatta barış anında mübarek isminin yazımı konusunda dahi bu böyledir. Fakat O, Rabbin inayeti ile üçüncü yolun ne demek olduğunu hep göstermiştir. Bir büyük örnekle hicret etmesi de, küçük bir örnekle diviti eline alması da buna işarettir.

Ajvaz Dedo’nun tomurcuğu ve “son Medine”

Üçüncü yol O’ndan önce de, O’ndan sonra da karşımıza çıkar ama görmek istemeyiz. Güzellik Abidesi Hazreti Yusuf, Sadıkların Sadığı Ebu Bekr-i Sıddîk, Haydar-ı Kerrar Aliyye’l-Mürteza, İmam Hasan-ı Mücteba, Şehid-i Kerbela İmam Hüseyin, Selahaddin Eyyubî, Uluğ Bey, İbni Rüşd, Ali Kuşçu, Kılıçarslan, Celaleddin Harzemşah, Ulu Hakan Abdulhamid Han ve daha nicesi hep bu yolun yolcusudur. Biz “üçüncü yol” deriz ama o, yolların en temizi, biriciği, hatta tek olanıdır. Zira o, Allah indinde tektir.

Bu üçüncü yol en nihayet Kerbela’ya uğrayıp da Mekke’den aldığı emanetle Türkmen illerine çıktıktan sonra, bir “ulu”nun rüzgâra bıraktığı tomurcuklarla güneşin battığı coğrafyalara uzandı. Öyle virajlar aldı, öyle uçurum diplerinden geçti ki tek tek “tarih” adındaki kâtip kaydetti bunları. Ve o ulunun bıraktığı tomurcuklardan biri, şimdi en son şereflenecek, arınacak, abdest alacak toprağa, “son Medine”ye düşmüştü. O toprağın suyu boldu ve duruydu, ancak kendisi çoraktı. O toprağın adı “Bosna”ydı.

Ulunun bıraktığı tomurcuğun “dilinden anlayan” bahçıvan, son olarak yerleştiği Anadolu’dan, hem de fetihlerden önce gelmişti. Adı: “Ayvaz”… Madem güzelleşecekti bu toprak, bir “güzel” getirmeliydi bunu. Ayvaz, “güzel/yakışıklı er kimse” demekti. Madem tomurcuğun dilinden anlayan oydu, öyleyse o dile uyulacaktı. Kâmilin konuştuğu dilin kerametini anlamak, şimdi biraz daha mümkün olmuştu.

“Bahçıvan” dedimse, Bosna’nın güzel misafiri bahçıvanlık yapmıyordu, o bir değirmenciydi. Bahçıvanlığı, ulunun rüzgâra bıraktığı tomurcuğu yetiştirecek olmasından ileri geliyordu. Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri de Üftade Sultan’ı bahçıvanlık yaparken bulmuştu ya, onun gibi…

Ayvaz Dede bir değirmenciydi, değirmen değildi. Öğütmüyordu, güneş gibi parıldayan başaklardan tertemiz, bembeyaz un üretiyordu. Öyle değil miydi ya, esmerlerin memleketinden geldiği bu topraklarda güneş saçlıları, çakır gözlüleri bulmamış mıydı? Bu güneş saçlıların özleri de dopdoluydu. Yağı hazır fener gibi, yalnız tutuşturmak icap ediyordu. O öğütmüyordu, ancak geldiği topraklar bir defa öğütülmemişti. Hep öğütülmüş, sömürülmüş, iki ateş, iki savaş, iki hınç, iki yol arasında bırakılarak birini tercih etmeye zorlanmıştı. Ve ilk kez biri onlara değirmenlik yapmıyor, değirmenciliği göstererek ürün veriyordu. İlk kez üçüncü bir yolla karşılaşmışlardı…

Fuat Bey’in vazifesi

Büyük bir fetihle Devlet-i Aliyye hükmüne bağlanan Bosna ve Balkanlar, Ayestefanos Antlaşması ile tamamen elden çıkmak üzereydi. Cennet Mekân Abdulhamid Han, tahta cülusunun neredeyse hemen ardından müthiş bir cendereye çekilmişti. Balkan Harbi ile en girift şeklini alan bu cendereden kurtulmanın bir üçüncü yolu olabilir miydi?

Ulu Hakan, Rusya’ya karşı işlettiği ileri diplomatik akılla İngiltere’yi yönlendirmeyi başarmıştı. Berlin Antlaşması, Ayestefanos’a göre mağlubiyetten imtiyaz çıkarmaktı. Bu noktada Bosna, Hersek ve Doğu Rumeli, imtiyazlı toprak statüsünü almıştı. Niş, Teselya, Dobruca ve birkaç kaza elden çıkmıştı. Ayestefanos ise bütün Balkanların yitmesi demekti. Yani Devlet-i Aliyye, bu üçüncü yolla bir 35 yıl daha kazanabilmişti bu topraklarda.

Ardından öyle bir hamle gerçekleştirdi ki II. Abdulhamid Han, cülusa erdiği gün göz göze geldiği İngiliz Said Paşa’ya verdiği mesajı derinden ve de derinden tamama erdirmişti. Kurduğu teşkilat, kimseciklerin sırrına eremeyeceği ve hatta gelecekteki izlerini de deşifre edemeyeceği bir kurguya sahipti. Bu kurgu öyle bir gizemle kaplıydı ki, Ulu Hakan’ın kurdurduğu yapılar, onun sanki rahatsız olduğu kurumlarmış gibi bilindi; rahatsız olduğu yapılarsa bu kurgu tarafından ele geçirildi.

Dede’nin fetih için abdest aldırdığı topraklarda Batı değirmenliğe bürünmüştü. O yıllarda İstanbul’da farklı hareketlenmeler de yaşanıyordu. 1900’lü yılların başında bir araya gelen bir grup genç, kendi aralarında spor faaliyetlerine girişmişlerdi. Jimnastik ve güreş ağırlıklı çalışan bu gençlerden II. Abdulhamid Han’ın da haberi oldu. Bir gün karakola alınan bu gençler hakkında hiçbir işlem yapılmazken, aksine kendilerini teşvik edici gelişmeler de yaşandı. Şehzade Abdulhalim Efendi maddî anlamda bu gençleri desteklediği gibi çalışmalarına da katılıyordu. Bu gençler spor faaliyetlerine devam ederlerken, 31 Mart Vak’ası denen hayırsız hadise gerçekleşti ve Bosna ve de Balkanlarda kazanılan 35 yıl nihayete erdi. Yani bu olay olmasaydı, 35 yılın ardı da gelecek, Devlet-i Aliyye’nin ileri siyaseti işleyebilecekti. Ancak neyse ki bazı gizli sigorta şalterleri hazır tutulmuşlardı.

13 Nisan 1909 günü gerçekleşen bu olayın yatıştırılması için Selanik ve Edirne’de kuvvetleri bulunan Hareket Ordusu İstanbul’a ulaştı. Bu ordu içerisinde, daha sonra Ulu Hakan’ın geleceğe atacağı imzanın önemli karakterlerinden biri bulunuyordu. İleride Balkanlarda yaptığı önemli faaliyetlerden ötürü Soyadı Kanunu ile “Balkan” soyadını alan bu kişi “Fuat Bey” idi.

Fuat Bey’e dair en önemli vazife, Millî Mücadele’nin yalnız Anadolu’da gerçekleşmeyeceği yönünde Türkiye Büyük Millet Meclisi Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reis Vekili Birinci Ferik Fevzi (Çakmak) imzalı bir tebliğle ilan edilmişti: “Başlangıçta Trakya Heyeti, Cevat (Abbas), Şakir (Kesebir) ve Fuat (Balkan) Beylerden mürekkeptir. Cevat Bey, Bulgar memurları ve nasyonalistleri ile yegâne temas edecek ve Anadolu’nun bir nevi yarı temsilcisi sıfatıyla görünecek şahsiyettir. Fuat Bey, Batı Trakya ve Makedonya dolaylarında fiilî hareketleri ve ayaklanmaları müstakilen idare edecek, çalışmasını tanzim ve tatbik hususunda tamamen serbest bırakılacaktır. Trakya Heyeti’ne verilen tahsisatın en mühim kısmı Fuat Bey’in idare edeceği harekâta tahsis olunup ayrılmak icap eder...”

Gelecekte Mustafa Kemal Atatürk’ün Başyaveri olacak Cevat Bey ile Bulgaristan, Fuat Bey ile Makedonya ve civar bölgesinde yürütülen faaliyetler, Kuşçubaşı Eşref Bey’in 1913 yılında Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurmasıyla taçlanmıştı. Maalesef bu devletin ömrü uzun sürmedi. Ancak Fuat Bey’in görevi daha bitmemişti, zira Fevzi Paşa’nın da belirttiği üzere daha mühim görev onunkiydi.


Fuat Paşa, Osmanlı ordusunun ilk pilotlarındandı. Ayrıca kılıç konusundaki yetenekleri de üstündü. Bu iki ayrı özellik, onun farklı platformlardaki etkinliğini de arttırmaktaydı. Eskrim tarihinde Türkiye’yi ilk temsil eden ve bu sporun ülkemizde yaygınlaşmasını sağlayan Fuat Bey, sporcu şahsiyetini 1909’da geldiği İstanbul’da, hani Ulu Hakan’ın haberini alıp da sorgulattığı gençlerin arasına katılarak bambaşka bir noktaya taşıdı. Resmî anlamda eksikleri olsa da ileride daha gelişecek olan 1903 tarihli Bereket Jimnastik Kulübü, bu noktada söz konusu kurumsal eksikliğini giderirdi. Fuat Bey ise bu esnada, gelecekte “Beşiktaş Jimnastik Kulübü”, o gün “Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü” adıyla 13 Ocak 1910 günü tescillenen listesinde “1 numaralı üye” sıfatını alıyordu. Daha sonra kulübün üç ayrı döneminde Başkanlık makamına oturan Fuat Balkan, kulübün aynı zamanda “1 numaralı Divan üyesi” de olmuştu.

Fuat Balkan’ın edindiği bu sosyal kimlik, kendisine daha geniş alanlara girebilme imkânını da sunuyordu. Yani Fuat Bey, bir üçüncü yol bulmuştu. 1903 tarihli BJK’nin 10’uncu yılı olan 1913’te Bosna-Hersek, bambaşka bir Ayvaz Dede ruhuyla Fuat Balkan önderliğinde gelenleri ağırladı. Bu gelenler, görüntüde turist, derinliğindeyse Bosna’yı yalnız bırakmamanın hesabındaki kimselerdi. Öyle ya, Fuat Bey’in mühim vazifesi devam ediyordu.

Bu gizli aktivistler, Bosna-Hersek’in bugün sivil toplum bakımından en köklü yardım ve dayanışma kuruluşu olan Merhamet Vakfı’nı kurdular. Merhamet Vakfı, ismiyle bu coğrafyada geçmişte de, gelecekte de hiçbir zaman hatırlanmamış olan, ancak Ayvaz Dede’yle tomurcukları bulunan “merhamet” hissinin tercümanı ve temsilcisi olarak faaliyet yürütecekti. Bu vakfın adı “Hilal-i Ahmer” olmayabilir, fakat Boşnakların “asıl bayraklarını” hangi camilerde ve evlerde koruduklarını ayrıca düşünmemiz de gerekir.

Babo’nun merhamet kökleri ve üçüncü yolu

Takvimler 1940’lı yılları gösterdiğinde, Fuat Bey ve arkadaşlarının 1913 itibariyle teşkilatlandırdıkları Merhamet Vakfı’nın genç üyelerinden biri çıkıyordu yavaş yavaş sahneye. 16 yaşında kurduğu Müslüman Gençler Kulübü’yle hayatının dönem noktalarından birine imza atacak bu gence, komünist rejimin kol gezdiği Boşnak topraklarında “Alija Izetbegovic” şeklinde sesleniliyordu. “İzzetli bir beyin oğlu” idi, zira babası Bosna-Hersek’te belediye başkanlığı görevi de yürütmüştü. Üsküdar’dan bu topraklara gelişiyse bambaşka bir hikâyeye sahipti. Ancak temel bakımından hayatındaki en önemli unsur, “merhamet”i öğrenmesiydi. Öyle ya, daha sonra “Bakir” ismiyle tanınacak ve şimdi Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi olan Bakir İzzetbegoviç de Merhamet Vakfı Yönetim Kurulu üyeliği yapacak, merhameti kaynağından tadacaktı.

Aliya İzzetbegoviç, komünist rejimin baskısı altında geçirdiği ömrüne koca bir bilgelik sığdırdı. O yüzden de “Bilge Kral” şeklinde anıldı tarafımızdan. Ancak bir lider olarak bilindik kral tipi yoktu kendisinde. O bir baba idi ve sevenlerince “Babo” lakabıyla anıldı hep. Ve Babo, başlangıçtan beridir aktarmaya çalıştığımız o üçüncü yolu en aşikâr biçimde dillendirdi:

“Dünya görüşlerini üç kümede toplayabiliriz: Maneviyatçı, maddiyatçı ve İslamî. Bunlar şuur, tabiat ve insan olarak adlandırmaya alışık olduğumuz mahut üç esas mümkünata tekabül ediyor ve bunların projeksiyonlarıdır. En eski zamanlardan bugüne kadar ortaya atılmış bütün ideoloji, felsefe ve düşünce sistemleri, bu üç temel dünya görüşünden birine dayanmaktadır. Bunların birincisine göre yegâne veya esas varlık ruhtur, ikincisine göre ise maddedir. Üçüncüsüne gelince… O, ruh ve maddenin bir arada varoluşundan ortaya çıkmaktadır. Çünkü yalnız madde olsaydı materyalizm tek tutarlı felsefe, maneviyat ise tamamen manasız bir tutum olurdu. Diğer yandan eğer ruh varsa, o zaman insan da vardır ve maneviyat ile ahlak olmadan insan hayatı manasızdır. En yüksek şekli insanda sergileyen ruh-madde birliği prensibinin adı ise ‘İslam’dır.”         

Bir hikâyenin sonu, bir hikâyenin başı

Ve yıl 1994… Pazar Yeri… Kaldırımlarda kanlar içinde kalmış, yaralı değilse oradan oraya koşuşan insanlar var görüntüde. İşte o minik yürekle bu görüntüler eşliğinde tanıdım Bosna’yı. Bir yaz tatili için sahil kenarı bir şehre giderken otobüs televizyonundan…

“Onları neden öldürüyorlar?” diye sorduğumda babamdan aldığım ve unutamadığım cevap şuydu: “Avrupa’nın ortasında Müslüman oldukları için…”

Peki, hep 1992-1995 arasında yaşadığı savaşla mı anmalıydık Bosna-Hersek ve Boşnak kardeşlerimizi? Bu hatırlama işi üçüncü yola uygun değil. Bu hatırlamada bir yanlışlık, bu hatırlamada bazı açılardan bakıldığında çarpıklıklar var. Bu çarpıklıklar arasındaki caka satma hadisesi ise boyunu aşmış. Bu noktada bir hatıramı paylaşayım:

İki yıl evvel Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Arnavutluk’tan birkaç genç arkadaş teşrif ettiler Ankara’ya, biz de Mevla’ya bin şükür ki tanıştık onlarla. Ankara Kalesi civarında bulunan tarihî bir çay ocağında oturmuş hasbihal ediyorduk Türkçe bilen bir ağabey aracılığıyla. Bir ağabey Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilişi sahnesini düşünmemizi istemişti ki, yudumladığı çay bardağını elinde kırdı güneş saçlı, çakır gözlü bir Boşnak kardeşim.

O gün kendi kendime dedim ki, “Onun aşkını öğrenmen için senin, onun kullandığı dili öğrenmen gerekir. Zira onun lisanını bileceksin ki sana anlatacaklarını, gönlünde kaynattıklarını daha iyi anlayasın”. Öyle ya, “Türkçe de bilse, içindekini tam anlatamayacak” fikri doğmuştu bende.

Bu hatırayı aktardıktan sonra, söz konusu çarpıklıklardan ilkine değineyim: “Bosna’da her şey Türkçe!” taslaması… Bu tavır, bizim milletimize yakışmayan bir tavır; ancak yaygın şekilde ve sanırım istemsizce yapılıyor. 450 yıl o toprakta bulunmuşsanız, elbette sizden bir şeyler de etki edecektir. Ama bunun Bosna ve Boşnaklar üzerinde tahakküm kurma hakkını verdiğini söyleyemeyiz. Yaşadığım ve buraya aktardığım hatıra, Boşnakçayı evvela bu topraklara görevli gidecek yetkililerimizin öğrenmesi gerektiğini doğrudan belirten bir durumu anlatmaktadır. Zira Ayvaz Dede’nin bu topraklarda nasıl sevildiğini, Fuat Balkan’ın vazifesinde nasıl muvaffak olduğunu mutlaka ve mutlaka lisanda aramalıyız. İlle de keramete gerek yok yani…

İkinci çarpıklık şu: “Yemekleri, kültürleri bizimkiyle aynı!” diyorsak, kusura bakmayın ama Türkiye’de yaşayan Boşnakları unutmuş ve yıllarca Balkanlarda bulunan bir millet olarak oradan hangi güzel kültürleri ve yemekleri ithal ettiğimizi görmezden gelmiş oluruz.

Üçüncü çarpıklık şöyle: “Bosna’ya gidin, çok güzel!” demekle -alınmasınlar ama- bir Japon turistçiliği yaptığımızın farkında mıyız? Bosna-Hersek’e gidecek bu toprağın insanı -hele bir devlet görevlisi, yetkilisi-, oraya ancak Ayvaz Dede, Fuat Balkan ve İzzet Bey şuuruyla gitmeli, ülkeye “her şey dâhil otel” muamelesi yapmamalıdır. Fotoğraf makinesi yetmez bize, üçüncü yolu görmek için üçüncü bir göz lazım.    

Şu satırlara kadar haddimi aştıysam bağışlayın ama bu durumları göz önüne getirmeye ve bütün bu serencamla birlikte taşınan aşkı anlatmak için böyle bir öykülendirmeye ihtiyaç vardı. Zira bütün bu yazı bir istihbarat raporu değildir ama yazının konu edindiği şahısların istihbarat raporlarında yer alması gereken öyküleri vardır. Elinizde bulundurduğunuz bu dergi ise, Bosna-Hersek’e dair çok kapsamlı bir analizler bütünüdür ve Türkiye ile Bosna-Hersek’in ihtiyacı olan stratejinin üçüncü yolunu izah etmek için geceli gündüzlü yapılan uzun bir maratonun ürünüdür.

Rabbim bizleri kavuştursun ve ilelebet ayırmasın!