Dede

Zaman ezanla biliniyor, hayat/ölüm ezanla hesap ediliyor. Vaktin sırrı, hani şu Yaratan’ın yemin ettiği “asr”ın sırrı ezanla çözülüyor, değil mi? Ezanlar… Vakitler… İnsanın vakti de onunla bilinmiyor mu? Tülû doğum, gurup ölüm… Ah dede, sen yatsıyı gözlüyorsun, biz ikindiyi geçiyoruz akşama yetişme garantimizin olmadığını hesaba katmadan!

ULU Cami’nin avlusundaki alçak duvarın ucuna her an kalkacakmış gibi oturuverdim. Eskiden devlet erkânının istişare yeri olması hasebiyle şehrin hem “kalbi”, hem “beyni” olan Ulu Cami’lerin şimdilerde sadece “şehrin kalbi” mesabesinde mekânlar olduklarını düşünüp caminin taş duvarlarına yapışan asırlık sözleri duymaya çalışarak etraftan geçenleri seyre daldım.

Bursa Ulu Cami’nin bahçesi, Kapalıçarşı ile Heykel Meydanı’na çıkan alt geçidi birbirine bağlayan güzergâh olduğu için cami avlusundan ziyade geniş bir cadde gibi. Burada her yaştan/türden insanı görmek mümkün; mısır satanlar, alışverişten dönerken çantasının ağırlığını hissetmeden harcadığı paranın hesabını yaparak geçenler, ellerindeki dondurmaya odaklanıp akıtmamak için zevkle yalayan çocuklar, Ulu Cami’yi gezmeye gelen turistler, arkadaşı ile konuşarak etrafın hiç farkına varmadan konuştuğu konuya odaklanmış, elleri kitap dolu, saçları garabet şekilli öğrenciler…

Bu mekânda insanoğlunun kurulmuş saat gibi günlük gailelerle nasıl da kendinden geçtiğini, toplumun beklentilerinin çizdiği yolda kafasını arzın hilkat sebebine bakmak için yukarı kaldırmaksızın ivedilikle nasıl koşturduğunu bariz bir şekilde izlemek mümkün.

Ve asıl caminin müşterileri… Genelde orta yaş üzeri cami cemaati… Namazı beklerken ayaküstü sohbet edenler, çok yaşamışlığın verdiği yorgunlukla ayakta duracak gücü bulamayıp duvar diplerine oturan dedeler…

Bir ara esans kokulu dedelerin muhabbetlerine kulak kabartıyorum. Genelde evlatları ile övünüyorlar, torunlarının şirinliklerinden bahsediyorlar. İçlerinden birinin oğlu, kendisini hacca gönderecekmiş, nasıl kıvançla anlatıyor, muhatapları onu nasıl da gıpta ile dinliyorlar.

Gözüm az ilerideki dedeye takılıyor, garip bir duruşu var. Her an yağmur indirecek bulutlar gibi hüzünlü gözleri, derin bilge bakışları… Bir garip hal var bu dedede.

Oturduğu yerde bacaklarının arasına aldığı bastonun üstüne iki elini üst üste koymuş, çenesini de ellerinin üstüne dayamış, sanki yaşamaktan yorulan vücudunun biten gücünü bastona dayanmakta bulmuş. Kim bilir, hayat ırmağında sürüklenen çer çöp mesabesindeki insanlardan neler duymuş, neler işitmiş, kim bilir ne olaylara şahit olmuş, ne imtihanlar atlatmış, merdivende zorlayan dizleriyle kim bilir vakt-i evvelde nerelere koşmuştur yorulmak ne bilmeden. Ah dedem, kimsin/nesin bilmem ama şu cami şadırvanında şakıyan suyu izleyişin bile geçmişten sahnelerin gözlerinin önünden geçit yaptığını anlatıyor. Anılar değil mi dede? Anılar insanın yakasını bırakmıyor.

“Ve’l-asr…”

Ulu Cami’nin içinden dışarıya Kur’an-ı Kerim’in, o kerim olan, Furkan olan kitabın lahuti ezgili, ruhu okşayan linguistik tınısı taşınıyor. Kulaklara, ruhlara, Davudî seslerle bezenmiş ayetler ikram ediliyor. Manevî ziyafet… Asr Suresi: “Bismillahirrahmanirrahim. Ve’l-asr innel insane lef’i-husr...” (“Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır...”) Evet, insan nisyanda, insan aldandı…

O dedeyi izliyorum, Kur’an-ı Kerim’i dinleyerek yoldan geçenlere öyle bir bakışı var ki… Dinlediği bu ayetlerin haşyetini kattığı vakur bakışları ile insanları temaşa ederken sanki elemden içi eriyiveriyor. Evet dede, haklısın, “İnsan aldandı, insan aldandı”. Nelere aldanmadı ki? İki tahta parçasına, iki bez yığınına, iki demire, iki bakıra, altına, gümüşe, velhasıl ruha hiçbir çentik atmayan metâya aldandı. Ve şeytan gibi ebedî düşmanın hileli desiselerine... Dedem, çıkıp bağırmak “ar” mı geliyor insanların ahmak ahvallerine?

Dedenin mânâlı, bilge, vakur mimiklerinin rağmına, üzgün, ezik gözleri buğulu… Ağlamamak için göz pınarlarına kadar gelen gözyaşlarını tutmaya çalışması, her an puslanan gözlerini kocaman açarak damlaların dışarı çıkmalarına izin vermeden gerisin geriye kovma çabası dikkatli bakınca hemen fark ediliyor. Kim bilir kimler üzdü? İçine biriktirdiği üzüntünün emaresi olan, ciğerini şişirerek biriktirdiği nefesi, efkârla sigara dumanını üfleyen tiryaki tarzı ile dışarı boşaltıyor. Neden bu kadar gamlı acaba?

Sabah torununun saygısızlığı mı? Oğlunun para hırsı, kızının ahmaklığı… Ne basit hayallerin peşindeler değil mi dede? Onların hallerine böyle üzüleceğine, tecrübelerinden süslediğin nasihat gemleri vursan, onlara anlatsan, “Bakın, ben de sizler gibi yılkı at hırsıyla vücuduma ‘Tırıs!’ dedim, sonra ‘Daha hızlı koş!’ dedim, velhasıl önümü göremedim, tökezledim yaşlılık durağına” deyiversen… “İki adım karışmış ve uzun zannedilen yollar; yolun ucu, dağı aşınca çabuk görünüyor” diye anlatsan onlara dede… “İlk çocuğumun çığlığını duyduğumda dağın zirvesindeydim; bakın, işte hemen arka tarafa iniverdim! İlk torunumun elini tutup parka çıkardığımda Azrail’in ayak izlerimi takip ettiğini hissettim” desene, dede söylesene!

Onlar anlamazlar mı? Haklısın dede, haklısın, anlamıyoruz. Zaman boncuğundan her gün bir tane düşüp kayboluyor, ömür ipindeki gün sayısı tükeniyor, biz göremiyoruz, biz gafletteyiz be dedem, biz aldandık!

Acaba bütün bu sıkıntılı bakışının, o alnında biriken ekoseli bez mendile sildiğin boncuk boncuk terin sebebi bu değil mi? Aslında ne sıcağa aldırırsın, ne soğuğa, insanların ahvalleri değil mi seni terleten?

Ezanı bekliyor, belli... Kim bilir kaçıncı kez cebindeki köstekli saati çıkarıp vakit hesaplıyor. Acaba “Bu son dinleyişim” mi diyordur? Belki de bizim son dinleyişimizdir, kim bilir?

Kafasını ansızın yukarı kaldırdı, bakışlarını gökte uçan güvercine dikti, nasıl duydu o kadar yukarıdan güvercinin attığı çığlığı? Bedenindeki göz kulak eskidikçe gönül gözü ve gönlünün kulağının kuvveti artmış. irfan işte, irfan! Acaba kuşun niye çığlık attığını da bilir mi? Utanmayıp sorsam, söyler mi?

Gönül gözün dede, gönül gözün açılmış senin! Açılmış ki bu zor adım atan dizlerin seni götürmese de yüreğin çekip getirmiş bu cami avlusuna. “Keşke” diyorsun, “Gençken âşık olsaydım buraya, o zaman daha çok kıyam ederdim muhakkak Yaratan’a”.

İşte ezan tülleniyor, kim bilir uzaklarda kimler doğup kimler ölüyor… Uğultulu çarşının, gürültülü kalabalığın üzerine sanki minareden rayihalı, ruhu okşayan nağmeler gül yaprakları gibi saçılıyor. Her şey sükûtla huzura eriyor. Gürültüler susuyor, bir tek ezan…

Zaman ezanla biliniyor, hayat/ölüm ezanla hesap ediliyor. Vaktin sırrı, hani şu Yaratan’ın yemin ettiği “asr”ın sırrı ezanla çözülüyor, değil mi? Ezanlar… Vakitler… İnsanın vakti de onunla bilinmiyor mu? Tülû doğum, gurup ölüm… Ah dede, sen yatsıyı gözlüyorsun, biz ikindiyi geçiyoruz akşama yetişme garantimizin olmadığını hesaba katmadan!

Ezanı işiten bizim dede, bir delikanlı çevikliği ile yerinden fırlıyor. Sen aldanmamışsın dede, ne çabuk kalktın öyle sevgilisiyle buluşacak âşık gibi heyecanla; can geldi ezanla solgun yüzüne. Belli dede, sen aldanmamışsın! Bana da dua dede, bana da dua…

Ertesi gün gazetelerde bir haber: “Camide namaz kılarken bir amca vefat etti.” Acaba bu, benim izlediğim dede miydi? Eğer o ise, eminim camiye uçarak gittiği gibi sevgilisiyle buluşmaya teşne âşıklar gibi ahrete de uçarak gitmiştir