
ULU Cami’nin
avlusundaki alçak duvarın ucuna her an kalkacakmış gibi oturuverdim. Eskiden
devlet erkânının istişare yeri olması hasebiyle şehrin hem “kalbi”, hem “beyni”
olan Ulu Cami’lerin şimdilerde sadece “şehrin kalbi” mesabesinde mekânlar olduklarını
düşünüp caminin taş duvarlarına yapışan asırlık sözleri duymaya çalışarak
etraftan geçenleri seyre daldım.
Bursa Ulu Cami’nin bahçesi,
Kapalıçarşı ile Heykel Meydanı’na çıkan alt geçidi birbirine bağlayan güzergâh
olduğu için cami avlusundan ziyade geniş bir cadde gibi. Burada her yaştan/türden
insanı görmek mümkün; mısır satanlar, alışverişten dönerken çantasının
ağırlığını hissetmeden harcadığı paranın hesabını yaparak geçenler, ellerindeki
dondurmaya odaklanıp akıtmamak için zevkle yalayan çocuklar, Ulu Cami’yi
gezmeye gelen turistler, arkadaşı ile konuşarak etrafın hiç farkına varmadan
konuştuğu konuya odaklanmış, elleri kitap dolu, saçları garabet şekilli
öğrenciler…
Bu mekânda insanoğlunun
kurulmuş saat gibi günlük gailelerle nasıl da kendinden geçtiğini, toplumun
beklentilerinin çizdiği yolda kafasını arzın hilkat sebebine bakmak için yukarı
kaldırmaksızın ivedilikle nasıl koşturduğunu bariz bir şekilde izlemek mümkün.
Ve asıl caminin müşterileri…
Genelde orta yaş üzeri cami cemaati… Namazı beklerken ayaküstü sohbet edenler,
çok yaşamışlığın verdiği yorgunlukla ayakta duracak gücü bulamayıp duvar
diplerine oturan dedeler…
Bir ara esans kokulu dedelerin
muhabbetlerine kulak kabartıyorum. Genelde evlatları ile övünüyorlar,
torunlarının şirinliklerinden bahsediyorlar. İçlerinden birinin oğlu, kendisini
hacca gönderecekmiş, nasıl kıvançla anlatıyor, muhatapları onu nasıl da gıpta
ile dinliyorlar.
Gözüm az ilerideki dedeye takılıyor,
garip bir duruşu var. Her an yağmur indirecek bulutlar gibi hüzünlü gözleri,
derin bilge bakışları… Bir garip hal var bu dedede.
Oturduğu yerde bacaklarının
arasına aldığı bastonun üstüne iki elini üst üste koymuş, çenesini de ellerinin
üstüne dayamış, sanki yaşamaktan yorulan vücudunun biten gücünü bastona dayanmakta
bulmuş. Kim bilir, hayat ırmağında sürüklenen çer çöp mesabesindeki insanlardan
neler duymuş, neler işitmiş, kim bilir ne olaylara şahit olmuş, ne imtihanlar
atlatmış, merdivende zorlayan dizleriyle kim bilir vakt-i evvelde nerelere
koşmuştur yorulmak ne bilmeden. Ah dedem, kimsin/nesin bilmem ama şu cami
şadırvanında şakıyan suyu izleyişin bile geçmişten sahnelerin gözlerinin önünden
geçit yaptığını anlatıyor. Anılar değil mi dede? Anılar insanın yakasını
bırakmıyor.
“Ve’l-asr…”
Ulu Cami’nin içinden dışarıya
Kur’an-ı Kerim’in, o kerim olan, Furkan olan kitabın lahuti ezgili, ruhu
okşayan linguistik tınısı taşınıyor. Kulaklara, ruhlara, Davudî seslerle
bezenmiş ayetler ikram ediliyor. Manevî ziyafet… Asr Suresi: “Bismillahirrahmanirrahim.
Ve’l-asr innel insane lef’i-husr...” (“Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır...”)
Evet, insan nisyanda, insan aldandı…
O dedeyi izliyorum, Kur’an-ı
Kerim’i dinleyerek yoldan geçenlere öyle bir bakışı var ki… Dinlediği bu
ayetlerin haşyetini kattığı vakur bakışları ile insanları temaşa ederken sanki elemden
içi eriyiveriyor. Evet dede, haklısın, “İnsan aldandı, insan aldandı”. Nelere
aldanmadı ki? İki tahta parçasına, iki bez yığınına, iki demire, iki bakıra,
altına, gümüşe, velhasıl ruha hiçbir çentik atmayan metâya aldandı. Ve şeytan
gibi ebedî düşmanın hileli desiselerine... Dedem, çıkıp bağırmak “ar” mı
geliyor insanların ahmak ahvallerine?
Dedenin mânâlı, bilge, vakur
mimiklerinin rağmına, üzgün, ezik gözleri buğulu… Ağlamamak için göz
pınarlarına kadar gelen gözyaşlarını tutmaya çalışması, her an puslanan
gözlerini kocaman açarak damlaların dışarı çıkmalarına izin vermeden gerisin
geriye kovma çabası dikkatli bakınca hemen fark ediliyor. Kim bilir kimler
üzdü? İçine biriktirdiği üzüntünün emaresi olan, ciğerini şişirerek
biriktirdiği nefesi, efkârla sigara dumanını üfleyen tiryaki tarzı ile dışarı
boşaltıyor. Neden bu kadar gamlı acaba?
Sabah torununun saygısızlığı
mı? Oğlunun para hırsı, kızının ahmaklığı… Ne basit hayallerin peşindeler değil
mi dede? Onların hallerine böyle üzüleceğine, tecrübelerinden süslediğin
nasihat gemleri vursan, onlara anlatsan, “Bakın, ben de sizler gibi yılkı at
hırsıyla vücuduma ‘Tırıs!’ dedim, sonra ‘Daha hızlı koş!’ dedim, velhasıl önümü
göremedim, tökezledim yaşlılık durağına” deyiversen… “İki adım karışmış ve uzun
zannedilen yollar; yolun ucu, dağı aşınca çabuk görünüyor” diye anlatsan onlara
dede… “İlk çocuğumun çığlığını duyduğumda dağın zirvesindeydim; bakın, işte
hemen arka tarafa iniverdim! İlk torunumun elini tutup parka çıkardığımda
Azrail’in ayak izlerimi takip ettiğini hissettim” desene, dede söylesene!
Onlar anlamazlar mı? Haklısın
dede, haklısın, anlamıyoruz. Zaman boncuğundan her gün bir tane düşüp
kayboluyor, ömür ipindeki gün sayısı tükeniyor, biz göremiyoruz, biz
gafletteyiz be dedem, biz aldandık!
Acaba bütün bu sıkıntılı
bakışının, o alnında biriken ekoseli bez mendile sildiğin boncuk boncuk terin
sebebi bu değil mi? Aslında ne sıcağa aldırırsın, ne soğuğa, insanların ahvalleri
değil mi seni terleten?
Ezanı bekliyor, belli... Kim
bilir kaçıncı kez cebindeki köstekli saati çıkarıp vakit hesaplıyor. Acaba “Bu
son dinleyişim” mi diyordur? Belki de bizim son dinleyişimizdir, kim bilir?
Kafasını ansızın yukarı
kaldırdı, bakışlarını gökte uçan güvercine dikti, nasıl duydu o kadar yukarıdan
güvercinin attığı çığlığı? Bedenindeki göz kulak eskidikçe gönül gözü ve gönlünün
kulağının kuvveti artmış. irfan işte, irfan! Acaba kuşun niye çığlık attığını
da bilir mi? Utanmayıp sorsam, söyler mi?
Gönül gözün dede, gönül gözün
açılmış senin! Açılmış ki bu zor adım atan dizlerin seni götürmese de yüreğin
çekip getirmiş bu cami avlusuna. “Keşke” diyorsun, “Gençken âşık olsaydım
buraya, o zaman daha çok kıyam ederdim muhakkak Yaratan’a”.
İşte ezan tülleniyor, kim
bilir uzaklarda kimler doğup kimler ölüyor… Uğultulu çarşının, gürültülü
kalabalığın üzerine sanki minareden rayihalı, ruhu okşayan nağmeler gül
yaprakları gibi saçılıyor. Her şey sükûtla huzura eriyor. Gürültüler susuyor,
bir tek ezan…
Zaman ezanla biliniyor,
hayat/ölüm ezanla hesap ediliyor. Vaktin sırrı, hani şu Yaratan’ın yemin ettiği
“asr”ın sırrı ezanla çözülüyor, değil mi? Ezanlar… Vakitler… İnsanın vakti de
onunla bilinmiyor mu? Tülû doğum, gurup ölüm… Ah dede, sen yatsıyı gözlüyorsun,
biz ikindiyi geçiyoruz akşama yetişme garantimizin olmadığını hesaba katmadan!
Ezanı işiten bizim dede, bir
delikanlı çevikliği ile yerinden fırlıyor. Sen aldanmamışsın dede, ne çabuk
kalktın öyle sevgilisiyle buluşacak âşık gibi heyecanla; can geldi ezanla
solgun yüzüne. Belli dede, sen aldanmamışsın! Bana da dua dede, bana da dua…
Ertesi gün gazetelerde bir
haber: “Camide namaz kılarken bir amca vefat etti.” Acaba bu, benim izlediğim
dede miydi? Eğer o ise, eminim camiye uçarak gittiği gibi sevgilisiyle
buluşmaya teşne âşıklar gibi ahrete de uçarak gitmiştir