İNSANOĞLU akıl, gönül, hayat, ölüm ve okuma özelliklerinden dolayı diğer canlılardan ayrılır. Akıl ve okuma yönü doğruyu, doğru okumanın yolunu ve kılavuzluğunu sunar. Düşünebilme, hayat ve ölüm, insanın zihnini ciddî şekilde sorgulaması gerektiğini ortaya koyar.
En donanımlı canlı olan insanın ölümlü hayatı, ciddî bir zihin yolculuğunda dikenli yollar olduğu gibi suhuletli yolların olduğunu da açık eder. Düşünebilme özelliği olan insanın hayat ve ölüme dair fikirleri, kendisini taşıyan en önemli gemi niteliğindedir. Maddî ve manevî açıdan donanımlı bir canlı olan insanın kısacık ömründe dev gibi anlamları, idraki ve hayat tasavvurunu doğru kurması elzem hâl alır.
Tarih boyunca maddî iktidarların kuvvetli olduğu dönemlerde bile manevî otoritenin varlığı öne çıkmıştır. Bireyin kendi âlemindeki maddî ve manevî penceresi toplumun ve devletlerin de manevî ve maddî âlemlerini ortaya koymuştur. Bireyin doğru hayat anlayışı hem kendisine, hem de içinde bulunduğu topluma kılavuz olmuştur.
İnsanın maddî ve manevî açıdan bunca donanımına rağmen, yediden yetişme kadar öğrenme özelliğinin olduğu akılda tutulmalıdır. Maddî ve manevî âlemlerin birlikteliği ve eş zamanlılığı esastır. Ancak genel anlayışa göre “manevî âlem” denen metafizik olayların fizik âlemlerden farklı düşünülmesi, insanlığın kendi başına açtığı en büyük belâlardan biridir.
İnsanoğlu çevre, toplum ve evreni olduğu gibi algılama ve ölçme yolunu sadece bilim ve teknoloji açısından ele alıp buradan kazanç elde etme derdine düşmüştür. Bu düşüş, insanlığın yine başına belâ olmuştur. Çünkü insanlık, her toplum ve inanç anlamında, evrene tek gözle bakıp şaşı görmüştür. Esas olan, ölçüyü doğru yakalayıp ona göre hayatı devam ettirmektir.
Evrene bakıldığında görülen mevsimler, çiçekler, canlılar, hayvanlar ve uzay gibi sınırsız örneğin belli bir iz üzerinde ilerledikleri görülür. Bu iz her bir bilim açısından erişilmesi gereken ilk okuma evresidir. Çünkü içine girip görüldüğünde evrenin açık gibi görünen okumaları aslında kapalıdır. İşte kapalı olan yere perdeyi kaldırıp girmenin yolu ise hayatı, evreni, çevreyi ve hakikati doğru okumaktan geçer.
Doğru okuyup gerçekte kapalı olan evreni ve hayatı anlamanın ilk basamağı, maddî-mânevi ve fizik-metafizik âlemlerin eş zamanlı tecellilerini görmektir. Yaygın kanaate göre bu durum birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülmektedir. Maddenin anahtarı mânâda olabilir ancak mânânın anahtarı maddede olamaz. Çünkü madde dar, mânâ ise geniş çerçevede konuşlanmıştır.
İkisi birbirinden ayrı düşünüldüğünde bilim açısından tembellik, gaflet ve kavlî dua ile yol alınmaya çalışılır ki bunun başarı şansı düşüktür. Yalnızca bilim ve teknoloji fiilî duası ile yol yürünmüştür. Her iki durumda da noksanlık vardır.
Evrenin kapıları çiçek, canlı, hava ve bilim gibi yollarla açık görünürken gerçekte kapalı olması, her bir alanda konunun Esma-i İlâhiye ipi ile kapının aralanıp hakikatin okunması gerektiğini gösterir. Esma-i İlâhiye’ye erişmeyen hiçbir okuma gerçeğe çıkan bir yol değildir. Her bir Esma-i İlâhiye, gizli hazinelerin anahtarı hükmümdedir. Her insan bu isimlerden en az bir tanesinin okumasını öğrenmelidir.
Kâinatın kapılarını aralayıp hakikate erişmek isterken fiilî ve kavlî duaların birlikteliği akla kılavuz olup kalbi çalıştırır. Bu tarz çalışan insanın yazılımları sevgi, hoşgörü, adalet, kardeşlik ve dayanışmayı ancak yapabilir. Çalışan kalp, aklederken yediden yetmişe okuma düsturu edinmelidir. Çünkü zamanın idraki geleneksel paradigmanın yeniden yorumlanması ve yeniden üretilmesini zorunlu kılmıştır. Zorunluluğun temelinde ise bilim yer alıyor.
Cevaplardan önce soruların esas olduğu ve tedaviden önce teşhisin gerekliliği genel kabuldür. Bilim/ilim öğrenirken esas, merak ve doğru soru sorulmasıdır. Bu anlamda evrendeki herhangi bir şey hakkında malûmat sahibi olmaya dair “Bu nedir?” sorusu “mâ-hüve” (mahiyet) şeklinde mahiyet terimine giden bir silsileyi gösterir. Mahiyet terimi somut bir ifadeye karşılık geldiği gibi özü de karşılar. Somut ve öz karşılığı bir yetenek olarak varlıkta olmasının gerekliliği ile Esma-i İlâhiye arasında sicim kuralına uyar. Bu nedenle istidat ve mahiyet, bilim ve ilim serüvenine ihtiyaç duyar.
Hayat suyu: Mahiyeti kavramak
Mahiyet terimi, bilim ve ilim ipine işaret ederek “mâ” ve “hüve” şeklinde iki dal üzere gitmenin doğru okumaya gideceğini gösterir. “Hüve” bir zamir olup “Hu” şeklinde Yüce Yaratıcıya işaret eder. Bu işaretin gösterdiği yolda ilerlemek ise “mâ” edatıdır. İsim ve harf olarak iki şekilde kullanımı vardır. Cansız şeyler için “mâ” kullanılırken, elif ve mim harfi de “mâ” edatını oluşturur.
Cansız şeyler için “mâ” hakkında, maddenin en temelini atom ve atom altı parçacıkları (zerre) düşünmek yanlış olmaz. Elif ve mim bağlamında ise insana doğru okumanın tam anlamıyla reçetesini sunar. İnsanın elif gibi okuması gerektiğini ve bunun da bilim/ilim ölçeğinde olmasına işaret eder. Mim açılma, genişleme ve yayılma terimleriyle hayat bulduğundan, insanın bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için geldiğini gösterir.
Mâ’nın mim ölçeği bilim/ilim yolunda ilerlemeyi gösterirken elif kılavuzluğunda okumanın zorunluluğuna delalet eder. Elif hem mânâ, hem de madde âleminin köprüsü olup, okunacak ve okuyacaklara işaret eder. Besmele oluşmadan önce “isim” kelimesindeki metafizik/mânâ âlemindeki elif, besmele oluşurken fizik âlemde “be” harfine rücû eder. Bu şekildeki birliktelik hayatın gerçek anlamına karşılık gelen hayat suyu “mâ” şeklinde de düşünülebilir. Bu şekilde “su” anlamındaki mâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de altmış üç ayette geçmesi manidardır. Hayatın su gibi akıp gitmesi böyle bir şeydir. Okuma eylemi madde ve mânâ düzleminde ilerler. Bunlardan bir tanesi eksik olursa, hayat suyu akarken sekteye uğrar. Böyle bir yol takip edilmeyip bilim/ilim yolunun işaret ettiğini inkâr etmek ise tek gözlülüğü veya körlüğü gösterir. Buna da “a’mâ” kelimesinin karşılık gelmesi manidardır.
“Mâ” edatının “a’mâ” şeklinde kullanımı, anlamların örtülmesi, gerçeklerin eksik veya hiç gösterilmemesi gibi bir sona karşılık gelir. Bu durum “decl” şeklinde ifade edilir. Ki bizi, ahir zamanın “Deccâl” olayına götürür.
İnsan iki göz ile görür, hayat madde ve mânâ düzleminde akar. Bunlardan birinin sekteye uğraması, hakikate karşı uydurulmuş yalan ve kötülükleri gösterir. Her durumda iki gözden birinin kapatılmış olmasını (ism-i mef’ûl anlamında) ifade etmesi nedeniyle ahir zamanın Deccâl olayını görürüz. Ayrıca mâ’nın mim ölçeği bilim/ilim yolunda ilerlemeyi gösterdiğinden, Deccâl’in de zamanın bilim ve teknolojisi ile insanları kandıracağını gösterir. Böyle bir asrın müthiş zaman ve dehşetli düşmanlar dönemi olacağı açıktır. İnsanın en büyük düşmanının da kendi nefsi olacağı söylenebilir. O zaman mücadelenin de ilk başlayacağı yer, bireyin kendi nefsidir.
Netice olarak hayat su gibi akarken, ahir ömre doğru şekilde gitmek çok da kolay görünmüyor. Emek, çalışmak ve gayret etmek gerekiyor. Hayatın doğasından, fiilî ve kavlî duadan ayrıldıkça zorluklar, aksi durumda kolaylıklar görülüyor.
Müthiş zaman ve dehşetli düşmanlar döneminde insanların birbirlerine sıkı sıkı sarılması gerektir. En sâfî insanlık, en doğru yolculuksa bilim/ilim ipine bağlı olan mahiyetin çift kanatlı hayat sürmesidir. İnsan sâfî yolculuğunda süfli işlerden uzak durmalıdır. Süfli işler nefse, sâfî hayat aydınlığa çıkaracaktır.
Sâfî hayat yolculuğunun su gibi akması için insanların inandıklarını yaşamalarında samimî olmaları, hayatı kolaylaştırıp toplumun çok ciddî sorunlarını da ortadan kaldıracaktır. Bu yolculukta bütün insanlar madde itibariyle farklılıklara gebeyken mânâ açısından fırsat eşitliğine sahiptirler. Madde açısından farklılıklar birer imtihandır. Makam, para, otomobil, ev veya arsa gibi farklılıklar bekâ bulmadığı müddetçe insanın sırtına binen birer Deccâl hükmündedir. Mânâ düzleminde hak savunulmalı, yolculuktaki arkadaşların meziyetleri ile gurur duymalı, yol yürüdüğü kardeşlerine üstünlük taslamamalı ve Yüce Yaratıcının rızası gözetilmelidir.
Hayat yolculuğunda en çetrefilli ve en kolay yürümek, ruhun lezzetli gıdalarla beslenmesidir. Ruh bakımı lezzetli gıdalar ile olursa inanç süreklilik kazanır. Maksat da bu değil midir zaten? Hayat yolculuğunda siyah ve beyaz olarak iki yol görünüyor. Siyah yol aslında hazır lezzet olduğu için daha fazla tercih edilip zehri sonradan çıkıyor. Beyaz yol ise suhuletli olan ancak yapılması ve uyulması gereken bireysel ve toplumsal eylemler. Bunlar olmadan gelecek lezzeti yakalamak zordur.
Siyah yolun yolcuları nefisle yürür ve bîçaredirler. Beyaz yolun yolcuları ise donanımı harika olan, insanın vefat etmesinin geçici bir dünya hayatı olduğunu anlayan ve ona göre yaşayanlardır. Nihayetinde sınırsız bir huzura kavuşurlar.
Deccâlsiz yaşamın formülü: Helâl yaşamak
Hayat yolculuğunda ruhun lezzetli gıdalar ile beslenmesi şifa olup, insanın sınırsız istek ve arzularının bulunduğu hazine kapısını çalar. İnsan kendisine malik olmadığını anladığında kapı aralanır. İnsan in’âmı düşünmekle hayatı ve şuuru verene yürür. Canlı olarak nitelenen maddî beden, ruhen ölmüş insanlarda leşten başka bir şey değildir. Bu nedenle hayatı veren idrak edildiğinde canlılık baki olur; beden, ölüm ile tebdil-i mekân eyler.
Gerçek anlamda insanı güzel donamımlar ile donatan Yüce Yaratıcı, hayatın ve ölümün de hakikî sahibidir. Bu dünya, gölgenin gölgesi hükmündedir. Mahiyet itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan, bilim ve ilim, yitik mal gibi sahip çıkılması gerektiğini ortaya koyar. İnsanın doğru yolda, diğer bir ifadeyle beyaz yolda yürümesi için kendisinde bulunan akıl, zihin ve nefisteki ölçücükler ile hayat işaretlerini doğru okuması gerekir. Doğru okumada somut bir ölçüye gerek yoktur. Vicdan, akıl, zihin ve en önemlisi de nefiste asılı duran enenin somut ölçüsü olmadan işler yolunda yürüyebilir. İnsan sadece yürüyeceği yola doğru karar vermelidir.
İnsanın karşısında duran evrendeki zerreden galaksilere kadar her şeyin kapıları zahiren açık görünürken, gerçekte kapalıdır. Bu kapıları aralamak için bilim/ilim ile evrenin okunması, Yüce Yaratıcı’nın işaretlerini takip etmeli ve habercilere kulak vermelidir. Bu üç yolda görülen okumalar eyleme dönüştüğünde hayatta hiçbir şey insana zor gelmez, hayatı suhuletli olur ve Deccâlizme bulaşmadan yürüyebilir.
Hayat, insanın karşısında duran en önemli unsurdur. Bunun nasıl yaşandığından insan sorumludur. Terim olarak canlılığın başlangıcı, biyolojik gerçeklik ve diri olmak anlamlarına gelir. Diğer bir tanıma göre de ruhun lezzetli manevî gıdalar ile beslenip İlâhî tecellilere mazhar olarak yaşama tarzıdır. Sonuncu tanımın daha dolgun olduğu açıktır. Hayat yaşanırken Deccâlizme bulaşmış gündelik yaşam tarzının, gerçek anlamda hayat kavramına girmediği gibi, leş hükmünde olduğunu ifade edenler de olmuştur.
İnsan ve toplumun gerçek hayatı yaşaması arzu edilir. Hayatın “leş” hükmünde olduğu durum ise tam anlamıyla İlâhî tecelli ve nurlardan mahrum kalmış bir ruh veya kalp durumudur ki böylelerinde vicdan da susmuştur. Tam anlamıyla Deccâl bu yoldan yürür. Kendisine para, makam, otomobil ve arsa gibi yalancı cennetler eşlik eder. İnsanlığın büyük kısmı da işte bu yalancı cennete aldanır. Günümüz dünyasında bu durum gözler önünde yaşanmaktadır.
İlâhî tecelli ve hakikatleri gören insan asıl hayata kavuşur ki gönül hayatı da budur. “Bir gönle girmek” olan işte bu düzey, bin defa hacca gitmekten daha evlâ görülmüştür. Anlaşılan o ki, dört kitabın mânâsının bir elifte olduğunu ifade eden Yunus Emre, Deccâl’e bulaşmadan yaşamış en somut insanlardan biridir. Dört kitabın bir elifte olduğunu ifade etmekle büyük bir meydan okumaya girişmemiş, daha ötesi, tam anlamıyla hakikati göstermiştir. Her kitabın insanın nefsindeki ene’den kurtulup elif gibi yaşamasını, İlâhî tecelli ve hakikatlere müptelâ olmasını kaydettiğini, Yunus Emre asırlar öncesinden kendi hayatıyla göstermiştir. “Yunus gibi olmak” desek, yeridir.
Gerçek hayatın gönül hayatı olduğu ve Yüce Yaratıcı’ya kafa tutan nefsin elinden dizginlerin alınmasıyla kalbin hayat bulması sağlanır. Bu nedenle bütün gelenek düzeylerinde “Kalbin hayatı nefsin ölümündedir’ ifadesi kullanılır. Nefsinin kölesi olan ve nefsinin her istediğini yapansa Deccâl’in dostu olur.
Burada hayatı beyaz ve siyah olarak iki cadde olarak gösterdik. Hâce Abdullah-ı Herevî ise şöyle gösteriyor: “İlimle kazanılan hayat, cem’ hâlindeki hayat ve Hakk’la hayatta olma hâli…”
Herevî bu üç hayat çeşidinden birincisini cehaletin, ikincisini tefrikanın, üçüncüsünü de nefsin öldürülmesine bağlar. Herevî’nin açıkladığı üçüncü hayat tarzı, Yunus Emre’nin hayatı ve bu yazı konusu olan hayat tarzıdır. Kurtuluş, üçüncü hayat tarzındadır.