
ŞÖYLE bir bakalım
aynalarda endamımıza…
Normal
şartlarda ve çoğunlukla iki ayağı üzerinde dimdik duran, gidilmesi gereken
yerlere gidip çözülmesi gereken işleri hâlleden sağlıklı fertler olarak
yansıyacaktır görüntümüz sırlı camlara…
Aynaların
camı sırlıdır ya hani, cama yansıyan görüntülerimiz de binlerce sırrın
zahiridir aslında.
Dimdik
duruşlarımızın sakladığı iç dünyalarımızın cama yansımayan dayanmaları vardır.
Kâh güç devşirerek, bağ kurarak gönüllü dayanırız, kâh tahammül gibi
dayandıklarımız (!) vardır.
Duvara
yaslanır insan, görünür… Ağaca yaslar sırtını, bilinir. Ah ki, küçük bir
çocukken dev gibi bir adama dayanır kalbimiz adı “baba” olan, ama o dağ gözle görünmez.
Cennet
sandığımız bir sineye yaslanır çocuk başımız; ne dayandığımız anne sinesinin
büyüklüğü izah edilebilir, ne yasladığımız başımızın dinginliği.
Bir
sevgiliye dayanır kalbimiz; hayatı iki kişilik yaşamaya “besmele” çekip tek kişi
olmanın birbirine “dayanmak” ile ilgisi olduğunu biliriz ancak aynalara
aksetmez sadakatimiz, sevgilerimiz. Yansımaz aynalara onsuzluğun dizlerimizin
bağını çözüp dik duran bedenlerimizden çekiliveren takatlerimiz.
Ayrılıkların
kalplerimizde biriktirdiği tortular yansımaz dışımıza meselâ. Başımızı bir dost
omza dayayıp ağlamalarımız vardır elbette, ancak içimizin dayandığı duvarın
yıkılmasıyla tüm varlıklarımızı, varlığımızı yerle yeksan eden yoksulluğumuzu,
dalsız budaksız kalmanın çaresizliğini izaha yetmez kelimelerimiz.
İnsanoğlu
ya sevgiyle, hürmetle, saygıyla, umutla, vefayla dayanır birine/birilerine, ya
zorunlu, istemsiz, mecbur oluşlarla dayanır çaresizliğin üst limitinde.
Fikirlerimizi
teşri ederken “dayanaklara”, kaynaklara ihtiyacımız vardır. Vahye dayanır
inançlarımız, Muhammedî ruhsatlara dayanır dâvâmız.
Yıllar
bedenlerimizi yorduğunda bir asâya dayanmak düşer bahtımıza. Sırları çözmek
için Musa düşer yâdımıza.
Hâsılı,
gönüllü gönülsüz, olumlu olumsuz dayanaklara, dayanmalara muhtaçtır varlığımız.
El-netice,
dayanmalarımız, sırtımızı bir başkasına yaslamalarımız ya şükrü ifaya, ya sabrı
edaya vesile olur. Ama insan her halükârda dimdik duruşunun ardında saklı “dayanma”larla
ferdî varlığını cemiyet şartlarına terfi ettirebilir.
Malûmdur,
insanın varlığı ümmetin (toplumun) yapıtaşıdır. Birler bin olur tek tek,
vahdaniyetin tekliğini hedef bilen “tek yürek” olarak millet inşâ olur. Toplum
oluşur, insan bir/den çıkıp insanlığın parçası olur.
İşte
bu gerçekliğin neticesidir toplumsal dayanışma!
Toplumlarda
büyük meseleler dayanışma ile çözülür. Müşkül durumlar dayanışma ile aşılır. Azlık,
çokluğun paylaşımı ile orantı bulur, toplumsal denge sağlanır.
“Dayanma”
ifadesi üzerinden “dayanışma”ya varışımın gerekçesi, görünmez yaslanışlarımızın
yani ki ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın ve bedenimizin saklı dayanışları,
insanın fıtraten “dayanak” ve “dayanma” ihtiyacına bir çözüm, bir inkişaf, bir
emanet bilinci, bir birlik ve beraberlik prensibi olarak Âlemlerin Rabbi
Allah’ın iman edenlere toplumsal bir reçete olarak sunduğu, farz kıldığı
zekâtla izhar olup izah buluşundandır.
Evet,
zekât her “zengin” mü’min üzerine farzdır. Kendisine ikram edilen zenginliğin
kırkta birini infak ile mü’minler, İlâhî vahyin emrine dayanırlar. Ruhları
infaktan hâsıl olan saadete ulaşır.
Toplumda
açık bir yara gibi kanayan yoksulluğa merhem olsun diye farz kılınmış zekât,
insanı insan kılan, toplumun inkişafına vesile olan “dayanışma” ile gelir
dağılımını sağlamanın, halkların iktisadî formüle duyduğu ihtiyacı
karşılamanın, müreffeh ve adil bir yaşantının çözüm anahtarıdır.
İçinde
bulunduğumuz kutlu günler tam da bu dayanışma ruhunun hayata geçirilmesi
gereken zamanlardır.
Şimdi,
yetim bir çocuğun üzerinde bayramlık, yoksul bir ailenin sofrasında lezzet,
borçlu bir adamın omzunda ferahlık, darda olan bir annenin kalbinde huzur, memleketine
gidemeyen bir yolcunun hasretine vuslat, kimsesiz bir yaşlının bekleyişine
tebessüm, sağlığına varını yoğunu harcamış bir hastaya şifa olmak vaktidir!
Unutmayalım
ki, keder sadece başına gelenin imtihanı değil, o kederle hemhâl olana temas
eden herkesin imtihanıdır! Yardımlaşmak, dayanışmak, dayanmak öyle herkese nasip
olacak bir fırsat değildir.
Öyleyse
kederi bölüşmenin, yardımlaşmanın, dayanışmanın da bir nasip meselesi olduğu
hakikatini sıklıkla nefislerimize hatırlatalım. Ki şu ölümsüz sandığımız
varlığımız, ölümümüzden sonra böylesi paylaşımlarla sonsuzlukta izah bulsun…
Sevinçleri paylaştığımız ve görünmez dayanaklara yaslandığımız kadar dayanışmak nasibimiz olsun!