Dayanışma reçetesi ve nasip meselesi

Şimdi, yetim bir çocuğun üzerinde bayramlık, yoksul bir ailenin sofrasında lezzet, borçlu bir adamın omzunda ferahlık, darda olan bir annenin kalbinde huzur, memleketine gidemeyen bir yolcunun hasretine vuslat, kimsesiz bir yaşlının bekleyişine tebessüm, sağlığına varını yoğunu harcamış bir hastaya şifa olmak vaktidir!

ŞÖYLE bir bakalım aynalarda endamımıza…

Normal şartlarda ve çoğunlukla iki ayağı üzerinde dimdik duran, gidilmesi gereken yerlere gidip çözülmesi gereken işleri hâlleden sağlıklı fertler olarak yansıyacaktır görüntümüz sırlı camlara…

Aynaların camı sırlıdır ya hani, cama yansıyan görüntülerimiz de binlerce sırrın zahiridir aslında.

Dimdik duruşlarımızın sakladığı iç dünyalarımızın cama yansımayan dayanmaları vardır. Kâh güç devşirerek, bağ kurarak gönüllü dayanırız, kâh tahammül gibi dayandıklarımız (!) vardır.

Duvara yaslanır insan, görünür… Ağaca yaslar sırtını, bilinir. Ah ki, küçük bir çocukken dev gibi bir adama dayanır kalbimiz adı “baba” olan, ama o dağ gözle görünmez.

Cennet sandığımız bir sineye yaslanır çocuk başımız; ne dayandığımız anne sinesinin büyüklüğü izah edilebilir, ne yasladığımız başımızın dinginliği.

Bir sevgiliye dayanır kalbimiz; hayatı iki kişilik yaşamaya “besmele” çekip tek kişi olmanın birbirine “dayanmak” ile ilgisi olduğunu biliriz ancak aynalara aksetmez sadakatimiz, sevgilerimiz. Yansımaz aynalara onsuzluğun dizlerimizin bağını çözüp dik duran bedenlerimizden çekiliveren takatlerimiz.

Ayrılıkların kalplerimizde biriktirdiği tortular yansımaz dışımıza meselâ. Başımızı bir dost omza dayayıp ağlamalarımız vardır elbette, ancak içimizin dayandığı duvarın yıkılmasıyla tüm varlıklarımızı, varlığımızı yerle yeksan eden yoksulluğumuzu, dalsız budaksız kalmanın çaresizliğini izaha yetmez kelimelerimiz.

İnsanoğlu ya sevgiyle, hürmetle, saygıyla, umutla, vefayla dayanır birine/birilerine, ya zorunlu, istemsiz, mecbur oluşlarla dayanır çaresizliğin üst limitinde.

Fikirlerimizi teşri ederken “dayanaklara”, kaynaklara ihtiyacımız vardır. Vahye dayanır inançlarımız, Muhammedî ruhsatlara dayanır dâvâmız.

Yıllar bedenlerimizi yorduğunda bir asâya dayanmak düşer bahtımıza. Sırları çözmek için Musa düşer yâdımıza.

Hâsılı, gönüllü gönülsüz, olumlu olumsuz dayanaklara, dayanmalara muhtaçtır varlığımız.

El-netice, dayanmalarımız, sırtımızı bir başkasına yaslamalarımız ya şükrü ifaya, ya sabrı edaya vesile olur. Ama insan her halükârda dimdik duruşunun ardında saklı “dayanma”larla ferdî varlığını cemiyet şartlarına terfi ettirebilir.

Malûmdur, insanın varlığı ümmetin (toplumun) yapıtaşıdır. Birler bin olur tek tek, vahdaniyetin tekliğini hedef bilen “tek yürek” olarak millet inşâ olur. Toplum oluşur, insan bir/den çıkıp insanlığın parçası olur.

İşte bu gerçekliğin neticesidir toplumsal dayanışma!

Toplumlarda büyük meseleler dayanışma ile çözülür. Müşkül durumlar dayanışma ile aşılır. Azlık, çokluğun paylaşımı ile orantı bulur, toplumsal denge sağlanır.

“Dayanma” ifadesi üzerinden “dayanışma”ya varışımın gerekçesi, görünmez yaslanışlarımızın yani ki ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın ve bedenimizin saklı dayanışları, insanın fıtraten “dayanak” ve “dayanma” ihtiyacına bir çözüm, bir inkişaf, bir emanet bilinci, bir birlik ve beraberlik prensibi olarak Âlemlerin Rabbi Allah’ın iman edenlere toplumsal bir reçete olarak sunduğu, farz kıldığı zekâtla izhar olup izah buluşundandır.

Evet, zekât her “zengin” mü’min üzerine farzdır. Kendisine ikram edilen zenginliğin kırkta birini infak ile mü’minler, İlâhî vahyin emrine dayanırlar. Ruhları infaktan hâsıl olan saadete ulaşır.

Toplumda açık bir yara gibi kanayan yoksulluğa merhem olsun diye farz kılınmış zekât, insanı insan kılan, toplumun inkişafına vesile olan “dayanışma” ile gelir dağılımını sağlamanın, halkların iktisadî formüle duyduğu ihtiyacı karşılamanın, müreffeh ve adil bir yaşantının çözüm anahtarıdır.

İçinde bulunduğumuz kutlu günler tam da bu dayanışma ruhunun hayata geçirilmesi gereken zamanlardır.

Şimdi, yetim bir çocuğun üzerinde bayramlık, yoksul bir ailenin sofrasında lezzet, borçlu bir adamın omzunda ferahlık, darda olan bir annenin kalbinde huzur, memleketine gidemeyen bir yolcunun hasretine vuslat, kimsesiz bir yaşlının bekleyişine tebessüm, sağlığına varını yoğunu harcamış bir hastaya şifa olmak vaktidir!

Unutmayalım ki, keder sadece başına gelenin imtihanı değil, o kederle hemhâl olana temas eden herkesin imtihanıdır! Yardımlaşmak, dayanışmak, dayanmak öyle herkese nasip olacak bir fırsat değildir.

Öyleyse kederi bölüşmenin, yardımlaşmanın, dayanışmanın da bir nasip meselesi olduğu hakikatini sıklıkla nefislerimize hatırlatalım. Ki şu ölümsüz sandığımız varlığımız, ölümümüzden sonra böylesi paylaşımlarla sonsuzlukta izah bulsun…

Sevinçleri paylaştığımız ve görünmez dayanaklara yaslandığımız kadar dayanışmak nasibimiz olsun!