
YAHU kardeşim, şu hayatta hiç sabit bir şey yok mu? Her şey
değişken, her şey farklı... İnsanoğlunun kaypaklıklarını kastetmiyorum, onlardan
söz etmeye bile vakit harcamam. Kastım, evrendeki durum… Bakıyorsunuz, günler
birbirine eşit değil, yıllar da. Mevsimler de aynı şekilde. Gezegenler de hep
aynı şeyi yapmıyorlar. Güneş sistemi de yerinde durmuyor. İnsanlar, topluluklar
veya toplumlar da birbirinin aynısı değiller, ciddi ciddi farkları var. O zaman
birbirinin aynısı olmayan bütün durumlar bir belirsizlik anlamına gelmiyor mu?
Denizin ortasındasınız, pusulanız filan yok, hava
karanlık ve gökyüzü bulutlu, yıldızlar görünmüyor. Günlerdir yol alıyorsunuz
ama nerede olduğunuzu bilemiyorsunuz. Belki birkaç ay yol alacaksınız, belki
birkaç saat sonra kayalıklara çarpacaksınız; adeta günlük hayatımız gibi… Ne
kadar uzun ömür süreceğimizi bilemiyoruz. Belki bilmem kaç yıl yaşayacağız,
belki de bu yazıyı bitirmeden ruhu teslim edeceğiz. “Yolcunun işini Allah bilir”
hesabı gibi hayat yolculuğunun biteceği zamanı da Allah bilir ama şu bulutlar
dağılsa veya gün ağarsa da doğru yolda gidip gitmediğimizi anlasak… Yani kayalıklara
çarpmadan önce deniz fenerleri olsa da bizi uyarsalar... Yahut öyle deniz
fenerleri olsa ki, o deniz fenerine göre uzaklığımıza bakarak nerede olduğumuzu
belirleyebilsek…
Baktığımızda sadece günün, ayın, yılın, gezegenlerin,
canlıların veya cansızların sabit olmayışı değil, bizlerin içindeki her şeyi
sabit algılamayışın da ciddi bir durum olduğunu görüyoruz. Hoşlandığımız bir
faaliyetteki 80 dakikanın, sevmediğimiz bir dersin 40 dakikalık süresinden ne
kadar daha kısa olduğunu hatırlarsınız; bize göre hoş olmayan bir ekşinin
diğerine göre hoş ve lezzetli olduğuna da şahit oluruz. Hele acı biber!
Bazıları ağzına koyamazken, bazıları bayılır; “Daha yok mu?” dediklerini
hayretle hatırlıyorum. Belirsizliği arttıran faktör şimdi böylece ikiye çıktı.
Bir yandan her şey farklı, öte yandan biz her şeyi farklı algılıyoruz. Şimdi ne
olacak?
Maziye baktığımda, insanların çok şeyi sabitleştirmek
için uğraştıklarını görüyorum. Hükümdarlar iktidarlarının, güçlerinin
geçiciliğini, daimi olmayışını dev eserler yaptırarak yok etmeye çalışmışlar.
Ne piramitleri yaptıran hükümdarlardan, ne de onların devletlerinden şu an bir
eser kalmış. Ne Ayasofya’yı yaptıran hükümdarın kendinden ve devletinden, ne de
Süleymaniye’yi yaptıran Kanuni’den ve devletinden bir eser kalmış. Arkeolojik
kalıntıları gezerken anlıyorum ki, şu an ayakta dimdik duran eserlerimiz de bir
gün öyle olacaklar. Dünkü gece ve gündüz bugünkü gece ve gündüzden nasıl farklı
ise, nasıl o farkıyla beraber geçip gittiyse ve bugünü hazırladıysa,
uygarlıklar da öyle; kendilerinden sonrakilere altlık oluşturacaklar belki de…
Şunu merak ediyorum: Peygamber Efendimiz (sav) ve Sahabe
neden dev, uzun süre ayakta kalabilecek yapılar yaptırmadılar? Hz. Âdem’den
kalan ve Hz. İbrahim’in tamir ettiği Kâbe’den başka sabit bir yapıları yok.
Fiziksel olarak da tüm Müslümanlar yalnız o sabit yapıya dönerek namazlarını
kılıyorlar. Üstelik milimetrik de olsa hiçbir müslüman aynı noktadan Kâbe’ye
dönemiyor; yani herkesin bulunduğu yer, diğerinden farklı. Kavramsallaştırırsak…
Kıbleye dönenler ve dönülen yerler farklılar ama tek ortak yanları “istikametleri”.
Bir başka ifadeyle “dayanak noktaları Kâbe”... Demek ki aslında dönen teker ne
kadar büyük olursa olsun, ne kadar hızlı veya yavaş dönerse dönsün, bir dayanak
noktası var. Üstüne üstlük bu dayanak noktası iki olursa o zaman dönme
olamıyor. Akılların alamayacağı büyüklükteki bir teker sayılabilecek bu evrenin
ve hatta evrenlerin, canlıların ve cansızların dayanak noktası ne olabilir
dersiniz?
Arşimet diyor ki, “Bana uzayda bir dayanak noktası
gösterin, size dünyayı kaldırayım”. Ortaokulda duyduğum bu sözün ehemmiyetini
daha yeni yeni anlıyorum. Adam anasının gözü, öyle bir dayanak noktası bulsa
herkes kaldırır. Dayanak noktası çok mühim! Hukukla meşgul olanlar da bilirler,
iddianızı dayandırdığınız hüküm ne kadar güçlü ise, o kadar haklısınızdır; belirsizliği
o kadar kolay giderebilirsiniz. İnsan hayatı veya evreni anlamak için de
dayanak noktasının hem madden, hem de manen çok güçlü olması lazım. Madden çok
güçlü olması lazım ki, kendisi değişim ve farklılık anlamına gelen büyük dev
tekerin dönmesini sağlamaya gücü yetsin. Manen çok güçlü olması lazım ki,
ruhlarımız bu azamet, büyüklük ve kuşatıcılık gibi birçok vasfın önünde secde
edebilsin.
“Dayanak nimeti” diye başladığımız bu tefekkür egzersizinin sınırı neresidir, nerede biter, bilemiyorum. Bizim yaptığımız, içimizdeki bu heyecanı, ateşi ortaya koymak. Dileriz dostlarımızın heyecanlarıyla birleşir de yeni heyecanlara vesile olur ve biz de o heyecanların sonuçlarından, semerelerinden müstefid oluruz.