Dasitan-ı aşk

Dasitan-ı aşk olmak kolay değil. Sesine ses bulmak ise en zoru. Gidip günlerce ötmeseydi, aşk uğruna canını fedâ etmeseydi, ak gül iken ala yetmeseydi, kim bilirdi gülü, kim tanırdı bülbülü? Aşk yolunda zarar yok. Bize kalan her şey kâr! Dönüp baksak özümüze, ne dasitan-ı aşklar var...

HER mesele, her sır, her mâkâm, “Benim!” diyen herkese anlatılmaz, anlatılamaz. Sizinle aynı dili konuşan kimseyi bulamadığınız müddetçe dilsizsiniz demektir. Kaç dil, kaç usûl, kaç yol yöntem bilirseniz bilin, “onu” bulana kadar hiçbirinin zerre hükmü yoktur.

“Dil”, Farsçada “gönül” demektir. Aslında biz, bizimle aynı gönle sahip olanı yani “gönüldaş”ımızı ararız diller dökebilmek için. Konuşma ve anlatma isteğiyle dolup taşsak da muhatabımız ömrümüze denk gelmediği müddetçe her sır gönül hazinemizde kilitli kalır.

Burada sözünü ettiğimiz muhatap, Türkçe, İngilizce veya Fransızca gibi aynı dilden olduğumuz kişiler değildir. Öyle olsaydı, etrafımız muhatap dolar, bu arayışa hiç gerek kalmazdı. Gönül dilimizin ortak olduğu yani aynı şeyleri hissedebildiğimiz kişidir bizim yana yakıla muhatap diye aradığımız. O, öyle özel ve güzel biridir ki onu bulana kadar bir dilsiz şeydâ olarak dolaşırız. Onu görür görmez, sesini duyar duymaz, varlığını hisseder hissetmez bütün diller çözülür. Bülbüller en güzel nağmeleri şakımaya başlar. Sonra dersiniz ki, “Bu sırlı gülistanda bir ak güldün sen,/ Senden önce bir dilsiz şeydâ idim ben”.

Evet, hepimiz bu gülistanda o gül için yanıp tutuşmuyor muyuz? Durup dinlenmeden onu arıyoruz. Çünkü diller dökmek için can attığımız bu sırlar âleminde paylaşamadığımız her sırrımız gönlümüze ve ömrümüze ağır geliyor. Onu bulduğumuzda tüm ağırlıklarımızdan kurtulup feraha ereceğimizin farkındayız. Zira onsuz her şey yok hükmünde.

Burada yüzyılları etkileyen, hem kendi döneminde, hem de günümüzde büyük muştulara gebe olan o arayışa değinmeden geçmemek gerekir. Bu arayış ki, sadece arayan ve aranılanı değil, milyonlarca gönlü gönüldaşına eriştirmiş bir arayıştır. Mevlânâ’nın Şems-i Tebrizî’yi, Şems’in de Mevlânâ’yı arayışından söz ediyoruz elbette. Birbirlerini bulamasalardı, yüzlerce sır gönül hazinelerinde saklı kalacaktı ya da sırra lâyık olanı bulamadıkları için o cevher sırlar ziyan olacaktı. Bu seçeneklerden birincisi daha akla yatkın elbette. Mevlânâ gibi bir velî zâtın her sırrı her sırdaşa söylemeyeceği gün gibi aşikâr. Zira Mesnevî gibi bir sırrı da ancak gönüldaşını bulduktan sonra ifşa etmiştir.

Biz aciz kullar da sesimize ses verecek, hicranlı gönlümüzü bu ateşten kurtaracak olan o yârin peşindeyiz. Ona erişebilmek için türlü yollara başvuruyor, kimi zaman yalvarıp yakarıyor, kimi zaman akdini unutan o sevgiliye sitemler ediyoruz.

“Salınır dururdun her seher vakti,/ Nasıl da unuttun sen verdiğin akdi?”

Bu dizelerde hem bir sitem, hem de kavuşma ümidi var. O yâr, her ne kadar vefâsız olarak bilinse de, verdiği sözü, sesi unutmaz, unutmamalı. Olur da unutmaya kalkarsa, bu divâne bülbülün hâli nice olur? Sesi kısılır, gönlü kısılır, ömrü kısılır...

“Ben ki, divâne bülbül, sana yanmıştım./ Bir ‘Gel’ sözüne hemen kanmıştım.”

Yârin tek bir sözü yetiyor divânenin kendini yollara revan etmesine. Çünkü bu yanışın sonunda suya kanmak var. Onu bulmak var. Sen ve ben iken “biz” olmak var. Aşkın destanını hem söyleyip hem dinlemek var. “Dasitan-ı aşk” olmak var!

Aşk en büyük sır değil midir netîcede? Gelip gönül tahtımıza kurulur. Tüm gösterişiyle salındıkça salınır. Kendini ifşa edebilmek, ortaya koyabilmek için elinden geleni ardına koymaz. Elbette bu, aşkın tabiatındandır. Kendini göstermeyen, gizleyen aşka, aşk denir mi? Lâkin maşuku bulana kadar, ona erene kadar bu zorlu sabır sürecine katlanmak gerekir. Bu çetin süreç de ciddî bir irâde ve terbiye gerektirir. Biliyoruz ki, sırra sahip çıkmak her babayiğidin harcı değil. Gün gelecek, ney misâli yana yakıla o kendini ifşa edecek. Burada o gün gelene kadar geçen suskunluk sürecini bir ziyan olarak görmemektir asıl mesele.

Aşkın sır olması, pişmesi, olgunlaşması için verilen bir nimettir aslında tüm bu suskunluklarımız. Biliyoruz ki, ham olarak yenilmeye kalkışılan erik, dişimizi kamaştırır.

“Bilirdim ki, arizîydim sırlı bahçede,/ Aşkın figânı indirmişti gözüme perde.”

Gelelim aşkın gözümüze indirdiği perdelere... Aşk, bir çılgınlık hâlidir. Aşk gelince akıl başımızdan uçup gider. Bizi mecnuna döndürür. Çöllere, yollara vurur. Dağla, taşla, kurtla, kuşla yoldaş eder. Mühim olan, o sesin sahibinin Leylâ olduğunu unutmamaktır. Gün gelince perdeleri yırtıp sese ses verebilmek, sırlı bahçede arizî olmaktan kurtulabilmektir.

“Ey gül yüzlü, dâvetinle kendimden geçtim!/ Hiç tereddüt göstermeden yörene uçtum.”

Aşkta kayıtsız şartsız tam bir teslimiyet vardır. Âşık sorgulamaz. “Neden, niçin?” demez, tereddüt göstermez. Gül yüzlünün tek bir dâveti bütün dağları düz eder âşığa. Çünkü suskunluğunu dindireceği gönüldaşı o yörededir. Kim engel olabilir bu saatten sonra divâne âşığa?

“Nerden bilirdim ki o yâr vefâsız?/ Söylediler, hiçbir yâr yoktur cefâsız.”

O yörenin yani sevgilinin yöresinin yolları güllerle döşeli değildir. Öyle olsaydı, herkes “Âşığım” diye tellal olurdu âlemde. Yâr, sultandır. Ondan gelen her çile, her cefâ, âşık için bir nimettir. Bu nimetlerin kıymetini bilmeyip yâri vefâsızlıkla suçlamaya kalkarsa, yâr, ondan elini eteğini çeker. Gayrı ömrünü hebâ etse de ne o gülistana, ne o güle, ne de o sese ulaşabilir. Gül gider, gülistan da çekip gider. Âşığa sırla dolu bir kalp ve suskun bir dil kalır. O yüzdendir ki, yârden gelen her cefâda gizlenmiş vefâyı görebilmek gerekir.

“Râzıydım ben senden gelen cefâ ve gama./ En büyük hakkındı senin naz ve istigna.”

Yârin gönderdiği gamda bir ferahlık vardır görebilene. Bu sebepledir ki, her âşık, gam geldikçe daha fazlasını, cefâların daha şiddetlisini ister. Çünkü bunlar, sevgiliden gelebilecek ilgi ve şifâların habercisidir; her biri âşığa aradığı sesi getirecek müjdecidir. Bunun farkında olan âşık da nazlı yârden gelen bu cefâ ve gamları bağrına basar. “Daha yok mu?” diye feryada başlar.

“Ey sultan, ömrü eşiğine revan ettim ben!/ Her baharda senin için daim öttüm ben.”

Aşkta sebat ve ısrar gerekir. Âşık, o kapıdan yüzlerce kez kovulsa da vazgeçmemeli, ömrünü yârin eşiğine revan etmelidir. Hep ümitvar olmalı, ses vermekten bıkıp usanmamalıdır. Kim bilir, sesine ses vereni bu bahar bulamadıysa, belki diğer bahar bulacaktır. Aşkta vazgeçmek, pes etmek, geri adım atmak kabul edilemez. Gönüldaşın eşiğine kolay gidilemez.

“Cümle âlem bu garîbe ‘divâne’ dedi./ Bu sevdâ ki, o garîbin başını yedi.”

Bu yol, meşakkatli ve dikenlerle dolu bir yol. Çektiğiniz onca dert ve çileyi gören, daha doğrusu gördüğünü sanan gafiller, gün gelecek, adınızı “divâne”ye çıkaracak, hiçbir sözünüze, hiçbir davranışınıza anlam veremeyecekler. Size hep “Neden?” diye soracaklar. Bırakın, desinler. Kör duyularla bakanlar elbette sizdeki sırları göremez, verdiğiniz sesleri duyamazlar. O sesi duyabilecek olana ulaşmak uğruna hiç tereddüt etmeden başınızı verseniz değer; gerçek bir âşıksanız eğer...

“Ak yüzünü kanımla al eyledin yâr./ Ne oldu bu hilende sana kalan kâr?”

Hepinizin malûmudur gül ile bülbülün destanı. Ak gül, her seher gelip aşkı uğruna yana yakıla öten bülbülü fark eder. Onu yanına, gülistana dâvet eder. Yârden gelen sesle mest olan bülbül, hemen koşar yâre doğru. Fakat sonuç hazin. Ak gül, batırıverir dikenlerini âşık bülbüle ve olanlar olur. Zavallı bülbül, kan revan... Onun kanları boyar ak gülü al rengine…

Şimdi düşünelim: Var mı bu işte bir hile? Veya bu işin sonunda kim kârda, kim zararda?

“Yokluğunda baharım hazana döndü;/ O bülbül, gül ile birlikte öldü.”

Dasitan-ı aşk olmak kolay değil. Sesine ses bulmak ise en zoru. Gidip günlerce ötmeseydi, aşk uğruna canını fedâ etmeseydi, ak gül iken ala yetmeseydi, kim bilirdi gülü, kim tanırdı bülbülü? Aşk yolunda zarar yok. Bize kalan her şey kâr! Dönüp baksak özümüze, ne dasitan-ı aşklar var...