Darbelerin anatomisi: En uzun gece

Gerçek darbeci olan 61 ve 62’liler kurtuldu, kabak bizim yani 63’lülerin başına patladı. O zaman asteğmen olan bu darbeci ağabeylerimiz, 45 yıl sonra gene darbeci olarak, fakat bu defa “Orgeneral” rütbesiyle ve Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Yaşar Büyükanıt isimleriyle boy gösterdiler.

EMEKLİ edilmiş olan Talat Aydemir’i okulun önünde albay üniformasıyla görünce, olayın bir darbe işi olduğunu anlamıştık. Bundan hiç mutlu olmadık. Yüksek sesle, “Yahu arkadaşlar, bu ne ya?! Suriye’ye döndük” dediğimi hatırlıyorum.

O yıllarda Suriye’de çok sık darbe olduğundan, “Erken kalkan darbe yapıyormuş” diye alay edilirdi. Fakat o anda bir karşı tavır geliştirme ferasetini hiçbirimiz gösteremedik. Bunun sebebi şu ki, biz emirlere itaate alışmıştık ve ayrıca başımızda Genelkurmay Başkanı Sunay’ın olduğu söylenmişti, biz buna inanmıştık. Buna rağmen gerekli tepkiyi ortaya koyamamış olmamız, benim kendi hesabıma, içimde ömür boyu bir yara olarak kalmıştır.

***

Yürüyüş esnasında kendi aramızda konuşurken, ortada bir “Nihat Erim” lâfı dolaştı. Adını ilk defa duyduğum bu adam, güya darbeden sonra Başbakan olacakmış! Bu lâfın içi herhâlde pek de boş değilmiş ki Nihat Erim bu defa değilse de, sekiz sene sonra, 12 Mart 1971 darbesinin Başbakanı olmayı başaracaktı.

Dikmen Caddesi’ne indiğimizde yukarıdan gelen bir süvari birliği yanımızdan bakımlı atlarıyla şakur şukur geçerken bize başarı dilediler. Demek ki bu işte yalnız değildik! Bizim bölüğe verilen görev, subay lojmanlarının bulunduğu Saraçoğlu Mahallesi’ni kordon altına alarak giriş çıkışları engellemekti.

Benim görev yerim Emekli Sandığı’nın karşı taraflarıydı. Uzun zaman gelen giden olmadı. Bir ara Genelkurmay tarafından yoğun bir ateş sesi geldi. Benim hemen üstümdeki cadde lâmbasına da bir mermi isabet etti ve lâmbanın parçalanmasıyla birlikte bütün cadde karanlığa gömüldü. Ben ihtiyaten hemen yere yatarak siper aldım. Daha sonra öğrendim ki, olayın aslı bizim o serseri arkadaşların bir marifetiymiş. Genelkurmay Başkanı’nın evini basmışlar. Komutan banyoya saklandığı için kendisini bulamamışlar. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ali Keskiner’in evini basmışlar, kendisini bulamayınca doktor olan oğlunu almışlar; dışarıda Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Memduh Tağmaç’ı görmüşler, onu yakalamak isterken Paşa hızla koşarak Millî Savunma Bakanlığı’nın duvarından içeriye atlayarak canını kurtarmış. Bizimkiler de onun arkasından ateş etmişlerse de isabet ettirememişler.

Nöbet yerinde epeyce bekledim. Biraz aşağıda nöbet tutan merhum Ünal Bayındır bana seslenerek, “Çok sıkıldık yahu! Bak, Kızılay tarafında baya bir hareketlilik var, haydi gidelim” dedi. O gitti, biraz daha bekledikten sonra ben de Güven Park’ın önüne kadar yürüdüm.

Orada ciddî bir hareketlilik vardı. Bizim bazı arkadaşlar gelip geçen araçları durduruyorlar, içlerinden bazılarını alıp bizim okula gönderiyorlardı. Beni görünce, “Aman! Geldiğin iyi oldu, yardıma ihtiyacımız vardı, al şunları da sen götürüver” dediler.

Dedikleri arabanın içine baktım, bir binbaşı, bir yüzbaşı ve bir de üsteğmen vardı. Sessizce bekliyorlardı. Dedim ki, “Yahu siz çıldırdınız mı, ne yapıyorsunuz? Bunlar subay yahu!”. “Ne yapalım, emir böyle!” dediler.

Ben epey direndikten sonra onların ısrarlarına dayanamayarak, arka koltuğun sağ tarafına utanarak, edeplice oturdum. Subayları acele okula götürdüm. Okulun önü ana baba günü gibiydi. Getirilen subaylar orada bekleyen görevlilere teslim edilip dönülüyordu. Ben de emaneti teslim edip geri Kızılay’a döndüm.

İçimdeki ikinci bir yara da, neden o subayları evlerine yahut istedikleri yerlere götürmediğimdir.

Kızılay’daki arkadaşlar benden gene yardım istedilerse de ben oralı olmadım, üzgün bir vaziyette bulvarın karşısına geçerek oradaki küçük parkın bir bankına oturup düşünmeye başladım. Biraz sonra yanıma Rauf Avcı adındaki sınıf arkadaşım gelip oturdu. O da nöbet yerini bırakıp gelmiş. Bizim sahte üsteğmen ortadan kaybolmuştu, kendisini bir daha hiç görmedik.

Ben, “Rauf! Sabahleyin imtihan var, çok da uykusuz kaldık” diye saçmalarken, Rauf da hayâl dünyasında yaşıyordu. “Ne imtihanı ya! Ali Keskiner (KKK), ‘Çocuklar hak ettiler, artık onları doğrudan teğmen yapalım’ demiş” dedi. Ben “Öyle saçmalık olur mu?” dediysem de, Rauf ertesi gün yıldızları takacağımızdan emindi.

Askerliğin namusunu kurtarmış olduğunu söylediğim kişi, Kurmay Yarbay Ali Elverdi’dir. Yarbay, evinde ihtilâlcilerin anonsunu duyar duymaz tabancasını kaptığı gibi doğru Radyoevi’ne koşmuş. Bizim arkadaşlar kim olduğunu bilmedikleri bu yarbayı ayağa kalkarak selâmlamışlar. Elverdi doğruca yayın odasına çıkmış ve orada yayın yapan iki darbeci üsteğmeni enterne ederek kendisi, “Talat’ın üç buçuk adamı bir şey yapamaz” diye hâfızalarda yer eden ve 57 dakika süren darbe karşıtı yayınına başlamış.

Saat 03:30 civarıydı. Bir evin penceresinden bir vatandaş, radyosunun sesini sonuna kadar açarak herhâlde bize duyurmak istiyordu. Radyoyu dinleyince vurgun yemiş gibi oldum. Önce Genelkurmay Başkanı Sunay, ardından Başbakan İnönü bize hitap ediyordu. Ne âsiliğimizi, ne hainliğimizi, hattâ ne de şerefsizliğimizi bıraktılar. Derhâl Hükûmet kuvvetlerine teslim olmamızı istiyorlardı.

Tam mânâsıyla tuzağa düşürülmüştük!

Rauf şok oldu. Sırtımı bankın arkasına iyice yaslayıp çâresizce gökyüzüne baktım. Yıldızlar âdeta, önce ümit verip sonra kaçıveren fettan kızlar gibi göz kırpıştırıyorlardı. “Rauf!” dedim, “Bak, yıldızlar uçup gitmişler, artık onlar bizden çok uzak”. Rauf’tan ses yok…

Biraz sonra kendimizi toparlayıp Sıhhiye tarafına yürüyüp gördüğümüz arkadaşları durumdan haberdar ettik. Hava soğuk olduğu için bizim arkadaşların birçoğu, o zaman bulvarın öbür yanında bulunan postaneye doluşmuşlar, içeride uyuklayıp duruyorlardı. Onlar da haberi almışlardı ama hiç umurlarında değildi. Bunun sebebi, benim gibi onların da darbeyi benimsemiş olmamalarıydı. Söylediklerine göre Binbaşı Altınok haber göndermiş, teslim olmamızı istiyormuş. “Allah seni bildiği gibi etsin Binbaşım!” dedim.

Okula dönmek de mümkün değilmiş. Dönmek isteyenleri yolda, daha önce bizimle beraber olan süvariler tutukluyormuş. Hattâ bizimkilerle aralarında çatışmalar da olmuş.

Postaneden de çıkıp Sıhhiye’ye doğru devam ettik. Orduevi’nin avlusu subay doluydu. Meraklı ve endişeli gözlerle, perişan bir vaziyette ikişer, üçer, beşer gruplar hâlinde yürüyen bizim arkadaşları, geçen tankları izliyorlardı. Bazıları da kaldırıma çıkmıştı. Kaldırımda ilk rastladığım “kahraman bir Türk subayı”na durumu anlatarak nasıl hareket etmemiz gerektiği konusunda bize bir tavsiyede bulunup bulunamayacağını sordum. Tam bir Türk subayına yakışan mertlikle (!) cevap verdi: “Ben bir hafta önce evlendim aslanım, benden uzak durun!”

Bir ikincisine aynı soruyu sordum, o da bir üsteğmendi. Onun cevabı tam bir kurmay subaya yakışan (!) cinstendi: “Rüzgâra göre yelken açın koçum!”

***

Bu arada ortalık aydınlandı. Talat Aydemir’i desteklemek için Bandırma’dan “Sarhoş Selahattin”in uçaklarının geleceği söyleniyordu. Fakat gelen uçaklar bizim okulun üstüne dalıp durdular. Bunlardan bir tanesi önce Genelkurmay’ın üzerine daldıktan sonra dönüp bizim okulun üstüne daldı ve uzaklaştı.

Etibank’ın önünde 15-20 kişilik bir gruba rastladım. Onlarla yaptığımız istişâre sonunda daha da çoğalarak kendimizi savunma kararı aldık. Baktık ki, Radyoevi’nin önünde büyük bir kalabalık var, gidip hemen onlara iltihak ettik.

Radyoevi’nin içinde daha da büyük bir kalabalık, koltuklarda, masaların üzerinde, bulabildikleri her yerde uyuklayıp duruyorlardı. Kim kazandı, kim kaybetti, kimsenin umurunda değildi. Dışarıda iki tane de terk edilmiş tank duruyordu.

Askerliğin namusunu kurtarmış olduğunu söylediğim kişi, Kurmay Yarbay Ali Elverdi’dir. Yarbay, evinde ihtilâlcilerin anonsunu duyar duymaz tabancasını kaptığı gibi doğru Radyoevi’ne koşmuş. Bizim arkadaşlar kim olduğunu bilmedikleri bu yarbayı ayağa kalkarak selâmlamışlar. Elverdi doğruca yayın odasına çıkmış ve orada yayın yapan iki darbeci üsteğmeni enterne ederek kendisi, “Talat’ın üç buçuk adamı bir şey yapamaz” diye hâfızalarda yer eden ve 57 dakika süren darbe karşıtı yayınına başlamış.

Bu yayın, olayın seyrini tersine çevirmiştir!

O sırada bizim arkadaşlar aşağıda, Radyoevi’ni darbeciler adına sözde kontrol altıda tutmaktadırlar. Bunun sebebi, arkadaşlarımızın darbeyi sahiplenmiş olmamasıdır. Talat Aydemir de hatıratında, yenilgisinin sebebini bu radyo yayınına bağlar.

Ben bu fırsattan istifade ile Radyoevi’nin içini gezmeye başladım. Bir odanın kapısında Muzaffer Sarısözen yazıyordu, ilgimi çekti, içeriye girdim. Bir piyano gördüm, onunla biraz meşgul olduktan sonra üst kata çıktım. Bir odada üç tane teğmen, pek rahat bir şekilde ihtilâli konuşuyorlar ve başarıldığından gayet emin görünüyorlardı. Ben onlardan tatmin olmadım ve aşağıya indim.

Aşağıya inince bir de ne göreyim?! Bir telâş, bir şamata, bir koşuşturmadır gidiyordu. “Allah Allah! Bu da nedir?” derken, bir de baktım ki hem Opera tarafından, hem de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi tarafından çok kalabalık iki askerî birlik bize doğru yaklaşıyor. Bu, Ankara’daki en büyük askerî birlik olan 28’inci Tümen’miş. Yandaki yatılı kız okulunun öğrencileri balkonlara çıkmışlar, “Harbiyeliler! Bakın şu taraftan da geliyorlar, bu taraftan da geliyorlar” falan diye bize yardım etmeye çalışıyorlardı. Görünüşe göre biraz sonra askerler bize ulaşacaklardı. “Durun! Ateş ederiz” falan dedikse de hiç aldırmadılar, yaklaşmaya devam ettiler. Bizim mevcûdumuz takriben 400 kişi kadardı.

O telâş devam ederken bir arkadaş, “Yatalım!” diye bağırdı. Hemen yere yatıp silahımızı karşıdakilere doğrulttuk. Onlar bu defa durdular. Durum kritikti. Tek bir silahın patlaması büyük bir felâkete sebep olabilirdi. Ben o anda çok kötü duygular içindeydim: “Yıllarca düşmana karşı savaşmanın hayâli içinde şehit veya gazi olmayı düşlerken, şimdi Mehmetçiğe kurşun mu atacak yahut Mehmetçiğin kurşunuyla mı ölecektim? Bu ne kötü bir kaderdi böyle!”

Her birimiz, “Aman ateş etmeyin! Aman ateş etmeyin!” diyerek birbirimizi uyardık. Allah’a sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki, karşımızdaki komutanlar da askerlerini aynı şekilde uyarmışlar da korkulan olmadı.

Arkasından müzakereler başladı. Karşı taraftan bir albayın başkanlığında üç kişilik bir heyet geldi. Silahlarımızı verip teslim olmamızı istediler. “Hayır! Biz bir suç işlemedik, verilen emri yerine getirdik. Tümen çekilip gitsin, biz de buradan yürüyüş kıtasıyla ve Harbiye Marşı söyleyerek okulumuza dönelim. Şayet isteğimizi kabul etmezseniz biz her türlü sonuca katlanmaya hazırız” dedik.

Gittiler, tekrar geldiler: “Biz size inanıyoruz, ama Hükûmet sizin isyan ettiğinizi düşünüyor. Bu yanlış anlaşılma daha sonra düzeltilir, madem silahlarınızı vermek istemiyorsunuz, mermilerinizi verin, sonra biz sizleri otobüslerle okulunuza götürelim” dediler. Bunu da reddettik. Saat 09:00 civarıydı, Sıhhiye Köprüsü’nün üzerinde büyük bir kalabalık merakla bizleri seyrediyor, balkondaki kızlar da “Harbiyeliler, teslim olmayın!” diye bize sevgi gösterisinde bulunuyorlardı.

Müzakereler iki saat kadar sürdü. Bir sonuç alınamayınca Tümen Komutanı Nuri Hazer kendisi geldi. Bizim psikolojimizi tatmin eden şu sözleri söyledi: “Evlâtlarım! Harp Okulu Marşı söyleyerek okulunuza gitmenizi ben de çok istiyorum. Fakat bir sorun var. Halk, sizin devlete isyan ettiğinizi sanıyor. Şimdi siz yürüdüğünüz takdirde etraftan bir densiz çıkıp da size bir lâf söylese, onu önce ben vururum, ben Harbiyelime söz söyletmem. ‘Siz, biz’ diye bir şey yok, biz hepimiz biriz. Bakın, ben otobüsler getirttim, haydi binin de bu iş bitsin!”

Biraz tereddütten sonra otobüslere binip okulumuza giderken, yol kenarında biriken halkın içinden bazı “Yuh!” sesleri geldi. Okula gelince dehşete düştük. Uçaklardan atılan mermilerle binanın her yanı delik deşik olmuştu. Ben uçakların böyle öldürmek azmiyle ateş edeceklerini hiç düşünmemiştim.

Okulun orta bahçesinde, bizi adı “Burhan Ercan” olan bir tuğgeneral karşıladı. Esas komutanımız Kemalettin Eken, geceleyin olayı duyunca bizleri korumak için dışarıya fırlamış ama bir uğursuzun kurşunuyla vurulup yaralanmış. Yeni komutan bize yumuşak bir üslûpla silahlarımızı deppoylara bırakmamızı ve dershanelerde istirahate çekilmemizi emretti.

Dershanede otururken, komutanın bize doğru gelmekte olduğu söylendi. Hemen bir arkadaş kapıya koşarak “Dikkat!” komutu verdi, ayağa kalktık. Biz komutanın önceki yumuşak tavrı sebebiyle iyi bir görüşme olacağını sanıyorduk. Bizim arkadaşın, “28’inci Kesim görüşünüze hazırdır Komutanım!” şeklinde verdiği tekmili, komutan, “Sizin komutanınız Talat Efendi eşşoğlu eşşekler!” diye karşıladı.

Sonra bize başka bir sürü hakaret daha ettikten sonra çekip gitti. Arkasından kapılara silahlı askerler ve subaylar yerleştirildi. Tutuklandık.

***

Talat Aydemir’in durumuna gelirsek…

Karargâh olarak kullandığı Harp Okulu’nda, etrafındaki subay arkadaşları ve bizim birinci sınıf öğrencileri ile beraberdir. Çünkü birinci sınıflar okulda bırakılmışlardı. Şehirde yakalanıp kendisine getirilen subaylara, “Beyler, buraya yanlışlıkla getirildiniz, kusura bakmayın. Beylerin silahlarını geri verin” diyerek onları evlerine göndermiş. Bizim çocuklara hitabında da, “Geçen defa blöf yuttum, bu defa yutmayacağım” gibi lâflar etmiş.

Radyoda darbe karşıtı yayın yapan Yarbay Ali Elverdi’yi de darbeci Üsteğmen Erol Dinçer enterne edip önce darbe lehine yayın başlatmış, ardından Ali Elverdi’yi götürüp Talat Aydemir’e teslim etmiş. O konuyu Aydemir şöyle anlatıyor: “Talebeler çok heyecanlı vaziyette onu öldürmek istiyorlardı. Ben mani oldum, hayatını o gece kurtardım. Odama aldım, ayaklarıma kapanmış, ‘Albayım sen bilirsin, durumun böyle olduğunu bilmiyordum, ne istersen emret, yapacağım’ diye yalvarıyordu…”

Elverdi ise mahkemedeki ifadesinde tam aksine, kafasına Aydemir’in tabanca dayayıp bozduğu işi düzeltmesini istediğini, ancak kendisinin direndiğini söylemiştir.

Öte yandan bizim nöbetçi âmiri Binbaşı Sabahattin Altınok, sabaha doğru vaziyetin kötüye gittiğini hissedince Aydemir’i tutuklamaya çalışmış, fakat onu da becerememiş. Aydemir kendisini tutuklatıp bir odaya hapsetmiş.

Sabahleyin uçaklar uçmaya başlayınca Aydemir dışarıya çıkıp bizim çocuklara, “Bakın, bizim uçaklar ne güzel uçuyorlar!” diyorken, bakmış ki uçaklar kendilerini hedef alıyor, hemen içeriye kaçmış. O sırada oracıkta birinci sınıftan bir kardeşimiz vurularak hayatını kaybetmiş.

Askerliğin namusunu kurtarmış olduğunu söylediğim kişi, Kurmay Yarbay Ali Elverdi’dir. Yarbay, evinde ihtilâlcilerin anonsunu duyar duymaz tabancasını kaptığı gibi doğru Radyoevi’ne koşmuş. Bizim arkadaşlar kim olduğunu bilmedikleri bu yarbayı ayağa kalkarak selâmlamışlar. Elverdi doğruca yayın odasına çıkmış ve orada yayın yapan iki darbeci üsteğmeni enterne ederek kendisi, “Talat’ın üç buçuk adamı bir şey yapamaz” diye hâfızalarda yer eden ve 57 dakika süren darbe karşıtı yayınına başlamış.

Bir diğer çok acı bir olay da, gene o sıralarda vuku bulmuş. Birinci sınıftaki bir grup kardeşimiz, ne niyetle ise, bizim arkamızdan gelmeye kalkmışlar. Okuldan 150-200 metre kadar uzaklaştıklarında bir uçak tarafından makineli tüfek saldırısına uğramışlar, yedi kardeşimiz de orada hayatını kaybetmiş.

Bir hiç uğruna bu masum yavruların kanına giren Talat Aydemir’in kendi oğlu bu işlerin içinde var mıydı? Hayır, yoktu! Kızı var mıydı? Hayır, o da yoktu!

Sadece Aydemir değil, bu memlekette, kendi evlâtlarının saçının teline bile zarar gelmesine razı olmayan birtakım sözde liderlerin, başkalarının çocukları söz konusu olunca, “dâvâ uğruna” onları sürüler hâlinde ölüme sürerken kalpleri zerre kadar titrememiştir. Fakat maalesef bu masum vatan evlâtları da, gençlik heyecanının tesiri altında bu bencil muhteris liderler tarafından nasıl harcandıklarını anlayamamışlardır.

21 Mayıs 1963 sabahı saat 06:30’da Hükûmet kuvvetleri Harp Okulu’nu kuşatmaya başlayınca, Aydemir okulun önündeki koruluğun içinden kaçıp önce bir arkadaşının Küçükesat’taki evine sığınmış, sonra da polise teslim olmuş.

***

Sonrasında hepimiz yargılandık, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edildi. Diğer arkadaşları da muhtelif mahkûmiyetlere çarptırıldılar. Bizden 75 kişi 4 yıl 2 ay, 83 kişi üç ay mahkûmiyet aldı. Geri kalanlarımız berat ettik. Buna rağmen hepimizi yani bin 459 öğrenciyi okuldan attılar.

Sonuçta, gerçek darbeci olan 61 ve 62’liler kurtuldu, kabak bizim yani 63’lülerin başına patladı. O zaman asteğmen olan bu darbeci ağabeylerimiz, 45 yıl sonra gene darbeci olarak, fakat bu defa “Orgeneral” rütbesiyle ve Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Yaşar Büyükanıt isimleriyle boy gösterdiler.

Darbe devri artık kapanmış mıydı? Hayır! Askerî Liseler ve Harp Okulları öğrencilerinin koyu bir askerî asabiyetin iklimi altında sivilleri, sivil yöneticileri vatan sevgisinden mahrum, sadece kendi menfaatini düşünen hırsız, gerici, hain, ülkenin yönetiminden def edilmesi gereken muzır insanlar olarak gören, kalbi darbe arzusuyla dolu genç subaylar olarak yetiştirilip Silahlı Kuvvetlerin içine salınmaktan kurtarılmadığı sürece, Türkiye’de askerî darbelerin asla ve asla sonu gelmeyecekti!

Nitekim darbeciler, 21 Mayıs’ın akabinde bir müddet tatil yaptıktan sonra 12 Mart 1971’de yeniden mesaiye başladılar ve bildiğimiz gibi arkası da hiç kesilmedi. Tâ ki 15 Temmuz 2016’da, “Milletin bizâtihî” olaya el koyarak “Yeter artık!” demesine kadar…

Cumhurbaşkanımız, darbeciliğin kaynağını çok doğru bir şekilde tespit edip, Askerî Liseleri kapatıp Harp Okullarını Millî Savunma Üniversitesi’nin bünyesine aldı. Bu yeni uygulamanın muhtevasını bilmiyoruz; ümit edelim ki, bu yeni yapı içerisinde hastalığın marazı ortadan kaldırılmış olsun.

Askerî Liselerin kapatılmış olmasına üzüldüm. Acaba ıslah edilemez miydi? Bilmiyorum… (SON)