Darbelerin anatomisi (8): Aydemir-İnönü düellosunda ikinci raunt

Aydemir’in, suç teşkil eden söylem ve “gizli” eylemleri sebebiyle yargılanması gerekirken ve sıkıntının bu şekilde daha az bir hasarla atlatılması mümkünken, yargılatmak bir yana, Paşa kendi usûlünce onu daha da teşvik ederek “kadayıfın altının iyice kızarmasını” bekliyordu. Onu tam teşebbüs hâlinde iken basmak istiyordu. Tabiî o takdirde bir sürü masum vatan evlâdı harcanacaksa da, öç alma ihtirası içindeki İnönü’nün herhâlde böyle bir kaygısı yoktu.

22 Şubat Darbesi bastırıldıktan sonra, darbecilerin lideri Talat Aydemir’le beraber 69 subay emekliye sevk edilmiş, fakat verilen söz sebebiyle haklarında hiçbir cezaî işlem yapılmamış, darbe teşebbüsüne katılan Harp Okulu’nun Subay Taburu lağvedilip 666 asteğmen kıtalara dağıtılmıştı. Dolayısıyla Harp Okulu iki sınıfa inmiş oluyordu.

Galiba 23 yahut 24 Şubat 1962 günü yarıyıl tatiline gönderildik. Tatil dönüşünde hiçbir şey olmamış gibi normal eğitim ve öğretime başladık. Okulumuza komutan olarak Kemalettin Eken adında bir tuğgeneral atanmıştı.

22 Şubat Olayı sona ermişti ama bu, Aydemir-İnönü maçının değil, sadece birinci raundunun sonuydu. Talat Aydemir hedefine behemehâl ulaşmakta kararlıydı ve ikinci bir hamlede bunu başaracağından tamamen emindi. Esasen başardığı hâlde “boş yere kabul ettiği” yenilginin ezikliği ve pişmanlığı içerisindeydi.

Yenilgi acısı yaşayan bir başka kişi de İnönü’ydü. Her ne kadar isyanı bastırmış ise de, âsilere taviz vermesini ve ceza verememiş olmasını hazmetmesi mümkün değildi. Kinciliği ile meşhur bu yaşlı kurdun hasmının peşini bırakmayacağını, onu tanıyanlar gayet iyi biliyordu.

İkinci raundun dayanılmaz özlemi içinde olan her iki taraf da kesin zaferden emindi.

***

İkinci raunda kadarki 15 aylık süreçte, bu iki kurmayın arasındaki kalite farkı, gene sonucu tayin eden unsur olacaktır.

Değişen şartları ve pozisyonları doğru değerlendiremeyen Albay, yığınakta ve harekâtta yapacağı fahiş yanlışlar sonucu bu defa kesin bir hezimete uğrayacaktır.

Öncesine göre şartlar Albay’ın aleyhine değişmişti. Ekibiyle birlikte emekli edilip Ordunun dışında bırakılmışlardı. Dolayısıyla komutaları altında bir askerî birlik yoktu. Ancak Ordu içine çengel atarak bir şeyler yapmaya çalışacaklardı. Fakat bu da zordu. Çünkü içeride kalan taraftarları kilit noktalardan uzaklaştırılmışlardı.

Buna rağmen Talat Aydemir, emekli olan ve içeride kalan arkadaşlarıyla beraber çalışmayı hemen başlattı. Zaferinden öyle emindi ki, niyetini gizlemeye bile lüzum görmüyor, sağda solda memleketin bir darbeye ihtiyacı olduğunu, halkın bunu kendisinden beklediğini söyleyip duruyordu. Bu meyanda ülke yönetimiyle ilgili olarak basına verdiği demeçlerde, koyu bir sosyalizmin ifadesi olan siyâsî, iktisadî ve sosyal görüşlerini açıklamaktaydı.

Aydemir’den bir darbeyi gerçekten bekleyen ve isteyenler de vardı. Fakat bunlar halk değil, o günün solcu darbeci basınıydı. Solun o yıllardaki emeli, Baas rejimine benzer bir diktatörlüktü. Aydemir’in şahsında, bir darbe ile iktidara gelen ve Batı karşıtlığında yıldızlaşmış olan Mısır diktatörü Cemal Abdunnasır’ı bulma hevesindeydiler, dolayısıyla onu durmadan pohpohlayıp dolduruşa getiriyorlardı. O da halkın kendisini desteklediğini sanıyordu.

***

Ringin öbür köşesindeki İnönü’nün metodu ise rakibinin tam aksine sükûnet, tedbir ve sabırdı. Dündar Seyhan diyor ki, “İsmet Paşa ile mücadele usûlünü bilmiyorduk. O, kaleyi genel olarak içten fethederdi. Kendine, mücadele ettiği teşkilâtın içinden müttefik arar, bulur… Çıkacak fırsatlardan azamî derecede faydalanmak üzere tam siper, uzun müddet ve korkunç bir sabırla avını beklemek taktiğini ustalıkla kullanıyordu”.(1)

Aydemir’in, suç teşkil eden söylem ve “gizli” eylemleri sebebiyle yargılanması gerekirken ve sıkıntının bu şekilde daha az bir hasarla atlatılması mümkünken, yargılatmak bir yana, Paşa kendi usûlünce onu daha da teşvik ederek “kadayıfın altının iyice kızarmasını” bekliyordu. Onu tam teşebbüs hâlinde iken basmak istiyordu. Tabiî o takdirde bir sürü masum vatan evlâdı harcanacaksa da, öç alma ihtirası içindeki İnönü’nün herhâlde böyle bir kaygısı yoktu. O İsmet Paşa ki, iktidar hırsının ateşiyle DP’ye karşı “Şartlar tamam olunca, ihtilâl meşru olur” diyebilmiş olan İsmet Paşa’ydı.

***

Harp Okulu’nda ikinci yarıyıla başlanmıştı. Her şey normaldi. Fakat yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Hafta sonlarında izinli olarak şehre indiğimizde Kızılay’ın kaldırımlarında Talat Aydemir’le sık sık karşılaşıyorduk.

Ceketinin yakasında bizim çok sevdiğimiz Harp Okulu rozeti ve tatlı bir tebessümle bizleri karşılar, doğal olarak bizler de kendisini saygıyla selâmlardık. O da bundan çok hoşlanırdı. Birinci sınıf öğrencileri olarak bizim onu selâmlamamızın, eski bir komutana gösterilen saygıdan başka, şahsına ve dâvâsına bağlılık gibi bir anlamı yoktu.

Fakat ikinci sınıfların durumu farklıydı. Onlar çok önceden fikir ve gönül birliği yapmışlar, zaten de 22 Şubat Kalkışması’na kendi iradeleriyle katılmışlardı. Aydemir’in ikinci sınıflarla doğrudan temâsı olduğu zaten belliydi, bu arada bizim sınıftan da sonradan öğrendiğimiz 8-10 kişiyle de ilişki kurmuşmuş.

Az sayıda arkadaşın, özellikle de ikinci sınıfların ve bizim içimizdeki o 8-10 kişinin işgüzarlığıyla bir “Talat Baba” muhabbeti başlamıştı. Hafta sonu izinlerinden dönüldüğü akşamlar “Talat Baba”ya nasıl selâm verildiğinin, onun da şefkatle nasıl selâm aldığının ballandıra ballandıra anlatılması âdet hâline gelmişti. Bir gün bizler bir merasim için Kızılay’dan geçerken, bizim eski komutan demek biliyormuş ki gene kaldırımda bizi bekliyordu. Kıtanın en önündeki boru bando takımının şefi Zihni Çetiner, onun hizasına geldiğinde elindeki asâsıyla kendi usûlünce onu selâmladı. O da büyük bir memnuniyetle mukabelede bulundu.

Bütün bunlar olurken bizlerin yeni bir darbe hazırlığından zerre kadar haberi yoktu.

Darbeci basın sadece Aydemir’i değil, bizleri de kışkırtmak için büyük çaba harcıyordu. Komutanla olan selâmlaşmalarımızı büyük puntolarla ve bizim gururumuzu okşayan bir üslûpla ballandırarak veriyordu.

O yıl 19 Mayıs merasimlerine ve gösterilerine bizleri sokmadılar. Herhâlde 22 Şubat Olayı sebebiyle halkın bizlere karşı olumsuz bir tavrının olabileceği düşünülmüştü. Bu durum basında şöyle haberleştirildi: “Gözlerimiz hep Harbiyeliyi aradı. Onların yokluğunda bayramın tadı olmuyor. Ama onları alanda göremesek de, tribünlerde üçerli beşerli gruplar hâlinde ve görevlerinin şuuru içinde, kendilerinden emin, vakur bir şekilde bayramı izlerken görerek özlemimizi bir nebze olsun giderebildik.”

“Görevlerinin şuuru içinde” ifadesiyle kastedilen şey, elbette “darbe” idi!

Onlar bizi kışkırtmak için çabalayıp duruyorlardı ama biz ülkenin gündeminde olmaktan sadece haz duyuyorduk, hepsi o kadar!

O öğretim yılı öylece sona erdi, biz ikinci sınıfa geçtik, ikinci sınıflar da mezun olup asteğmen rütbesiyle kıtalara gittiler. Böylece ihtilâlci bir devre daha TSK’nın içine dağılmış, fakat Harp Okulu darbecilerden arındırılmış oldu.

Bizden önceki bu 61’li ve 62’li ihtilâlci devreler hiçbir yara almadan kurtulurken, daha sonra kabak, ihtilâle hiç prim vermemiş olan biz 63’lülerin başına patlayacaktı.


***

Birkaç gün sonra âdet olduğu üzere İzmir Menteş’te kamp yapmak üzere bizim tabur trenle yola çıktı. Trenimiz Manisa’da durdu. Bizim geleceğimizi önceden öğrenmiş olan Manisa’daki asteğmen ağabeylerimiz, buz gibi soğutulmuş üzüm dolu sepetlerle bizi karşıladılar. Gözyaşları içinde bizleri kucaklıyorlar, yarım bıraktıkları işi bizim tamamlayacağımızdan emin olduklarını falan söylüyorlardı.

Bizler aldırmadık; üzümler çok güzeldi, afiyetle yedik, yolumuza devam ettik…

Kamptan sonra sonbaharda okulumuza dönüp yeni eğitim-öğretim yılına başladığımızda, ikinci sınıf olan bizler, askerî liselerden gelmiş olan birinci sınıflar ve yeni bir komutanla, ihtilâlcilikten arınmış tertemiz bir Harp Okulu vardı. “Talat Baba” Kızılay mesaisine devam ediyor olsa da, okulda birkaç serseriden başka artık onunla ilgilenen pek yoktu. Hepimiz mezuniyete, hayâlimiz olan rütbeleri takacağımız hedefe kilitlenmiş, iyi bir sicil ile mezun olmak için hararetle çalışıyorduk.

Nihâyet mezuniyet imtihanlarının yapılacağı Mayıs ayı gelip çatmıştı. Her gün bir dersten sözlü olarak imtihan oluyorduk. 21 Mayıs günü matematik imtihanımız olacaktı. Akşamında, ben geç vakte kadar çalışıp saat 00:00’da, biraz sonra başımıza geleceklerden habersiz yattım. Hemen uyumuşum…

Darbeciler aynı saatte operasyonu başlatıp Ankara Radyoevi’ni kontrol altına almışlar. İki üsteğmen darbeyi radyodan anons ederek, bütün birlikleri Aydemir’in emrine girmeye davet etmeye başlamış. En önemli birlik, tabiatıyla Harp Okulu... Harp Okulu’nu o kadar kolay ve o kadar da acıklı bir operasyonla ele geçiriyorlar ki insanın âdeta kanı donuyor.

Aynı saatlerde okulun yanında sivil bir araba duruyor, içinden bir yüzbaşı, iki üsteğmen ve iki teğmen iniyor. Bunlar 22 Şubat’ta emekli edilmiş Aydemir’in adamları... Hemen okulun nöbetçi subaylığı odasına giderek nöbetçi heyetine, getirdikleri radyodan ihtilâl anonsunu dinletiyorlar ve hiçbir dirençle karşılaşmadan inisiyatifi ele geçirdikten sonra Talat Aydemir’e telefon ederek ihtilâl karargâhı olarak kullanacağı Harp Okulu’na davet ediyorlar.

Bu durumda, bize her zaman kahramanlık nutukları atan, gerektiğinde gözümüzü kırpmadan ölümü göze almamız gerektiğini söyleyen başta nöbetçi âmiri Tabur Komutanımız Binbaşı Sabahattin Altınok olmak üzere diğer subayların yapması gereken şey, hemen o darbecileri ve okula gelecek olan Aydemir’i gözaltına alıp darbeyi daha başlamadan boğmak değil miydi?

Kendilerine emanet edilmiş olan bin 500’e yakın “evlâtlarını” o canavarların şerrinden korumak değil miydi?

Ama heyhat!

O birkaç darbeciye o kadar kolay teslim oluyor ve o andan itibaren onların emirlerini öyle harfiyen yerine getiriyorlar ki… O gece, bir tanesi hâriç, “şöyle kahraman, böyle kahraman” deyip durduğumuz Türk subayı, askerlik sınavından, vatan sevgisinden tam mânâsıyla sınıfta kaldı.

O bir tanesi, askerliğin hakkını vererek, daha sonra tek başına darbeyi bastıracaktır…

***

Saat 00:30’da bir gürültü, bir şamatayla uyandırıldık. Alârm varmış. Bu, eğitim icabı zaman zaman yapılan bir şeydi. Biz önce gene böyle bir şey sandık, ama imtihan zamanı olduğu için de bayağı canımız sıkıldı. Neyse, teçhizatımızı kuşanıp, silahımızı alıp, orta bahçedeki yerimizde içtima olduk. Ancak bu defa her zamankinden farklı, olağanüstü bir durum vardı: İlk defa mermi almamız söylendi!

Hoparlörlerden Harbiye Marşı çalınıyor, o gürültü arasında Binbaşı Altınok, “Sessiz olun, yoksa sizi bu şerefli görevden mahrum bırakırım!” gibi sözler sarf ediyordu.

Ah ne olurdu?!

Binbaşı işin aslını orada bize anlatıverseydi ve “Haydi bakalım, şu hainleri yakalayın” deyiverseydi!

Adam kurmaydı ama feraset ve cesaret başka bir şeydi. Bize söylenene göre, “Kuyruklar” (Adalet Partililer) ihtilâl yapmaya kalkmışlar, Ordumuz ihtilâli bastırmış, biz de şehre inerek herhangi bir tehlikeye karşı Ankaralıların emniyetini sağlayacaktık. Bu gerekçe pek ipe sapa gelir bir şey değildi ama Tabur Komutanımız Altınok’a çok güvendiğimiz için üzerinde durmadık. Binbaşı, “Bölük Komutanlarınızın evlerine haber gönderdik, onlar gelinceye kadar size başka subaylar komuta edecek” dedikten sonra, bizim bölüğün başına Remzi Kılıç adında bir üsteğmeni “görevlendirdi”. Bu üsteğmen, meğer okula ilk gelen darbeci emekli subaylardan birisiymiş. Tabiî biz bunu çok sonra öğrendik.

Bizden önceki sınıflar açıkça ihtilâle inandırılarak katılmışlardı, biz ise böyle alçakça yalanlarla, hem de en güvendiğimiz komutanlarımız tarafından kandırılarak bu maceraya sürüklendik.

***

Üsteğmenin komutasında nizâmiyeden çıktığımızda sağ tarafta, biraz ileride bir albay sessizce bizi süzüyordu. Loş ışığın altında tam emin olamadık, kendi aramızda bunun Talat Aydemir olup olmadığını tartıştık.

“Bu adam emekli oldu, burada ne işi var?” falan derken, kanaat getirdik ki bu, odur!

Evet, anlamıştık! Bu bir ihtilâl yürüyüşüydü…

***

Nasip olursa, 27 Mayıs’la başlayan bu darbeler sürecini gelecek hafta sonlandıracağız.

 

Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam. Nurettin Uycan Matbaası, Hürdağıtım 1966, İstanbul, s.164.