Darbelerin anatomisi (7): 22 Şubat ve Harp Okulu’nda kopan fırtına

Gürcan, şayet Aydemir olumlu emir vermiş olsa, Hükûmetin işini bitirmiş olacaktır. Talat Aydemir hangi akla hizmetse, en cahil bir insanın dahi yapmayacağı hatâyı yapıyor ve Binbaşı Gürcan’a, “Bizim onlarla işimiz yok, bırak, gitsinler” diyor. Hayret doğrusu! Bu adamın onlarla işi yok idiyse, işi kiminleydi acaba?

TARİH: 22 Şubat 1962… Yer: Kara Harp Okulu’nun orta bahçesi... Günlerden Perşembe, saat 13:30…

Harp Okulu’nun 2 ve 3’üncü Taburları (2’nci ve 1’inci sınıfları) karşılıklı olarak içtima hâlindeydiler. Aralarında takriben 35-40 metrelik bir mesafe vardı. Ben 3’üncü Tabur’da yani birinci sınıftaydım. Harp Okulu o yıllarda üç sınıftan ibaretti ama üçüncü sınıf (1’inci Tabur), asteğmen rütbesiyle 5-6 yüz metre mesafedeki eski yedek subay okulunda öğretim görmekteydi.  

Normalde Perşembe günleri o saatte içtima olmazdı. O gün yarıyıl tatiline çıkacağımız için Alay Komutanımız bizi yolcu edecek, birkaç da nasihatte bulunacaktı. Biz öyle biliyorduk…

Komutan Yardımcısı Yarbay Necdet Efe, etrafındaki tabur ve bölük komutanlarıyla beraber biraz kenarda bekledikten sonra gelip bizim tabura hitaben, “Komutanımız sağ ve salimdir, bizim kucağımızdadır, merak etmeyin” dedi.

“Allah Allah! Bu da ne demek şimdi? Biz ne bekliyoruz, Komutan ne diyor?” düşüncesiyle âdeta şoke olduk. “Komutanımız” dediği kişi, Okul Komutanımız Kurmay Albay Talat Aydemir’di. Aydemir komutanımızmış ama biz kendisini doğru dürüst görmemiştik bile. Bu sebepten Aydemir hakkında müspet, menfi bir duyguya sahip değildik. Ama netîcede komutanımızdı. Onun için çok heyecanlanan bazı arkadaşlarımız, “Komutanımıza ne oldu?” gibi ağızlarından bazı sorular kaçırdılar.

Bunun üzerine bizim Tabur Komutan Yardımcısı Binbaşı Ahmet Eroğlu bize yönelerek, öfkeyle ve hançeresini yırtarcasına, “Onu öldürmek istiyorlar! Onu öldürmek istiyorlar!” diye bağırmaya başladı. Buna karşılık bizim taburdan “Kim?”, “Kimi?” gibi sorular uçuşmaya başlayınca, Binbaşımız bütün gücüyle “İnönü!” diye haykırdı. Bunu söylerken bir amigo tavrıyla bizlerin de kendisini tekrar etmemizi ister gibiydi. Buna karşılık bizim tabur da “İnönü!” diye bağırdı. Binbaşı tekrar “İnönü!” derken, bizimkiler de aynen “İnönü!” diye tekrar ettiler.

Bizim taburun “İnönü!” diye bağırması üzerine karşımızdaki tabur da “Atatürk! Atatürk!” diye iki defa ve daha yüksek tonda semâyı çınlattı. Ortalık elektriklenir gibi oldu. Bu arada İkinci Tabur’dan iki öğrenci gelerek bizim Binbaşıyı oradan uzaklaştırdılar. Her şey komutanlarımızın huzurunda oluyor, onlarsa sessizce olanları seyrediyorlardı. Bizim disiplin anlayışımıza, yetiştirilme tarzımıza göre hiç olmayacak olan bu olaylar karşısında adamakıllı şaşırıp kaldık.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, nereden çıktığını anlamadığımız bir üçüncü sınıf öğrencisi, asteğmen ortadaki havuzun yüksek kenarına çıkarak bize nutuk atmaya başladı. Asteğmen siyâsî içerikli bir konuşma yapıyor, “kuyrukların” yeniden palazlandığını, Atatürk devrimlerinin tehdit altında olduğunu söylüyor, İnönü’yü kast ederek, “Bu durumda seksen yaşındaki bir ihtiyarın arkasından gidemeyiz” diyordu. Ve nihâyet, “Biraz sonra Komutanımızın emrinde şehre inip idareye el koyacağız” dedi.

Bizler askerî liselerden itibaren hakikaten çok disiplinli yetiştirilmiştik. Bizim bildiğimiz, bir asteğmen, değil böyle koca koca komutanların, bir üsteğmenin karşısında dahi böyle konuşamaz, ancak esas duruşta olarak ondan emir alabilirdi.

Bizim senelerce kazandığımız formasyon, 15-20 dakika içinde yerle bir edilmişti. O kadar güvenip saydığımız komutanlarımız o anda gözümde öyle küçüldüler ki âdeta birer kardan adam gibi eriyiverdiler.

Neyse…

Bizim tabura güvenmedikleri için “Siz dershanelerinizde oturun” deyip kendileri hep beraber darbe yapmaya gittiler. Biz de dershanelerimize çekildik. Bizim bölüğün başında, Takım Komutanı Üsteğmen Erdoğan Şengöz vardı.

Sınıflarda arkadaşlar olarak birbirimizle konuyu tartışıp yorum yapmaya çalışıyor, fakat bir şey bilmediğimiz için bir sonuç elde edemiyorduk. Üsteğmen bazen, pek inandırıcı olmasa da darbeciler lehine çeşitli haberler getiriyor, biz de onların üzerinden spekülasyonlar yapıyorduk.

Akşam saatlerinde bir ara 3-4 tane ikinci sınıf öğrencisi peyda olup sınıfları tek tek dolaşarak ikna konuşmaları yapmaya başladılar. Söyledikleri; Atatürk, devrimler, Kuyruklar, seksenlik ihtiyar gibi aynı hikâyelerdi. Ben onları dinlerken içimden, “Yahu İsmet Paşa kim, biz kimiz? Bu ne iştir?” diye geçiriyordum.

İçeride bizim hâlimiz böyleydi, acaba dışarıda neler olmaktaydı?

*** 

Daha sonraları öğrendiğimize göre Talat Aydemir, arkadaşlarının tutuklandığını öğrenince dönemin Genelkurmay Başkanı’nın çağrısına uymayarak doğruca bizim Asteğmen Taburu’na gitmiş. Kendisinden dinleyelim:

“Asteğmenler galeyan hâlinde idiler. Onları toplayıp dört gündür oynanan dramı kısaca anlattım. Hiçbir sûrette beni teslim etmeyeceklerini söylemeleri üzerine okulu ve civardaki kıtaları alarma geçirdim. Saat 13:30... (Tam bizim içtima ettiğimiz saat S.Ö.!)

Ve Sivas’taki birliklere de durumu bildirdim, onlar da alârma geçtiler.”1

Bu sırada Genelkurmay tarafından Harp Okulu’na yeni komutan olarak atanan Tuğgeneral Semih Sancar’ı asteğmenler bir odaya kapatıp göz hapsine almışlar. Paşa yeni mide ameliyatı geçirmiş olduğu için fenâlaşmış, bunun üzerine Talat Aydemir’in emriyle serbest bırakılıp bir arabayla evine gönderilmiş.

Aydemir devam ediyor:

“Saat 15:00’da kıtalar harekete hazırdı. Geceyi bekliyorduk. Genelkurmay üzerimize bazı kıtalar sevk etmeye kalktı. Çubuk’tan 230’uncu Piyade Alayı’nı getirdiler. Fakat Alay Komutanı okula gelerek emrime girdi…”2

Daha sonra Ankara’daki Tank Taburu, Polatlı’dan gelen Topçu Birliği, Etimesgut’taki Zırhlı Birlik, 28’inci Tümen’in bazı birlikleri ve başka birtakım birlikler de Ankara’ya gelince Aydemir’in emrine giriyorlar.


Aydemir, Tank Taburu ve asteğmenlerle başta TBMM olmak üzere bazı noktaları kontrol altına alıyor. Hükûmet zor durumda kalıyor. Sadece Hava Kuvvetleri Komutanı, Aydemir’e haber göndererek harekete karşı olduğunu söylüyor. Hava Kuvvetleri’nin elinde herhangi bir kara birliği olmadığı için karargâhtaki mevcût Havacı subayları ve erleri olabildiğince binayı korumaları için silahlandırıyor, kendisi de bir konfor uçağına binerek olayları devamlı olarak havadan telsizle takibe başlıyor.

Saat 16:00’da Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Bakanlar, siyâsî parti liderleri ve bazı senatörler bir çâre aramak üzere Çankaya’ya, Cumhurbaşkanı’nın yanına çıkıyorlar. İki saat kadar müzakere ediyorlar. Onlar toplantı hâlindeyken, darbeci Süvari Binbaşı Fethi Gürcan, Muhafız Alayı Komutanı olan albayı enterne ederek alayın komutasını ele geçiriyor ve köşkü kuşatıyor. Hemen Talat Aydemir’i arayarak içeridekileri derdest edip tutuklayabileceğini, kendisinden emir beklediğini söylüyor.

Gürcan, şayet Aydemir olumlu emir vermiş olsa, Hükûmetin işini bitirmiş olacaktır. Talat Aydemir hangi akla hizmetse, en cahil bir insanın dahi yapmayacağı hatâyı yapıyor ve Binbaşı Gürcan’a, “Bizim onlarla işimiz yok, bırak, gitsinler” diyor. Hayret doğrusu! Bu adamın onlarla işi yok idiyse, işi kiminleydi acaba?

Allah (CC) insanı şaşırtmak isteyince şaşırtıyor işte! O bir anlık hatâ, olayın kırılma noktasıdır. Ki bu aziz millete Mevlâ’mızın acıdığının delilidir bence. Aydemir’in yanı başındaki odada harekâtı idare etmekte olan Kurmay Albay Dündar Seyhan durumu öğrenince dizini dövmüştür. Çünkü devlet erkânı orada güvende olmadıklarını hissedip, tek güvenli sayılabilecek mekân olan Hava Kuvvetlerine gitmek üzere Köşk’ten ayrılmışlardır.

Albay Seyhan, hatıratında, “Aydemir’in bu yanlış kararı ve emri Türk tarihinin akışını değiştirmiştir” diye yazıyor.3

***

Rivâyet edilir ki, İnönü de Köşk’ten ayrıldıktan sonra yanında bulunan yardımcısı Turan Feyzioğlu’na, “Asi Albay işte şimdi kaybetti!” demiş.

Şayet Talat Aydemir, Binbaşı Fethi Gürcan’a olumlu emir vermiş, bu sûretle de darbe başarılı olsaydı, acaba ondan sonra ne olurdu? Muhtemelen darbeciler ve destekçileri yeniden bölünürler, bir taraf diğerini tasfiye eder; ayakta kalan taraf tekrar bölünür, tekrar tekrar… Bu böyle devam edip giderken muhtemelen kan akar, ordu ve ülke tam bir kargaşanın, bir felâketin içine yuvarlanırdı.

Köşk’ten ayrılan Başbakan ve etrafı doğruca Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na giderler. Çâre olarak ne yapabileceklerini düşünürken YTP Genel Başkanı Ekrem Alican, Talat Aydemir’in yakın akrabası olduğunu, kendisiyle görüşmesinin faydalı olabileceğini söyleyerek İnönü’den izin alıp Harp Okulu’na gider ve onlara ne istediklerini sorar.

Hava Kuvvetlerindekiler bir başka çâre olarak da, Başbakan’ın radyodan Silahlı Kuvvetlere hitap etmesini uygun görüp sesini kaydederek Radyoevi’ne götürürler. Fakat bu arada Etimesgut’taki verici istasyonu işgal altında tutan ihtilâlci zırhlı birliğin elemanları, Radyoevi’nin irtibatını sağlayan kabloyu keserler ve kendi başlarına orada ihtiyaten bulundurulan plâklardan müzik yayınına başlarlar. Günlerdir bir şeyler olacağının merak ve endişesi içinde radyolarının başında heyecanla bekleşen vatandaşlar, saat 20:08’de spikerin “Şimdi Sayın Başbakan’ın mesajını veriyoruz” anonsundan sonra Başbakanın konuşmasını beklerlerken, Münir Nureddin’in, “Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan” şarkısıyla karşılaşınca adamakıllı huzursuzlanırlar.

***

İhtilâlciler daha sonra Etimesgut’tan ihtilâl yönünde yayın yapmaya başlıyorlar. Bu defa da beri tarafta darbeye karşı olduğunu bildiğimiz Havacılar, vericinin elektriğinin Ankara’dan gittiğini tespit ediyorlar ve hattın şalterini indirip onların da yayın yapmasına engel oluyorlar.    

İhtilâlciler, Ekrem Alican’ın “Ne istiyorsunuz?” sualine cevaben, görevden alınanların yerlerine iadesini, Hükûmet’in Ankara dışına gitmesini, Meclis’in feshedilmesini, yeni bir seçim kanunuyla yeniden seçime gidilmesini ihtivâ eden dört maddelik bir talep listesini önüne koyuyorlar.

İstedikleri yeni seçim kanununa göre, okuma yazması olmayanlar oy kullanamayacaktır.

Alican, kendisinin sadece bir elçi olduğunu, taleplerini Başbakan’a ileteceğini, ancak bu şartların kabul edileceğini sanmadığını söyleyip dönüyor.

***

Bu ağır taleplere rağmen İnönü oldukça rahatlamıştır. Çünkü Asi Albay, diyaloğa yanaşmıştır. Bu toy albayı önünde sonunda kündeye getireceğine inanmaktadır. Taleplerin hepsini reddeder. Karşı taraf bu defa diğer şartlardan vazgeçip sadece tayinlerin durdurulmasını, bu tek şartın kabul edilmemesi hâlinde kesin olarak harekete geçeceklerini bildirir.

Etrafındaki bazı kimseler İnönü’ye bu şartı kabul etmesi için epeyce baskı yapsalar da o, inatla reddeder. Saat 01:30’da gönderdiği cevabî mesajında, harekâta derhâl son verip kan dökmeksizin teslim olmaları hâlinde haklarında cezaî bir takibat yapılmayacağını bildirir.

Ne kadar tuhaf bir durum, değil mi?

Adamın birisi, diğerinin şakağına silahını dayamış, silahsız olan kişi karşısındakine, “Teslim olursan seni affedeceğim” diyor. Kim kimi affedecek pozisyondadır?

Fakat tahmin ettiğimiz gibi olmuyor, sonuçta silahlı kişi, silahını indirip karşıdakine teslim oluyor. Artık görüşmede başka ne gibi şeyler söylendiyse, Talat Aydemir, daha sonra “Blöf yuttum” demiştir.

***

Şimdi de, bizim dershanelerdeki durumumuza bir göz atalım…

Ben bir ara en üst kattaki yatakhaneye çıkıp dışarıya bakma fırsatı bulmuştum. Eskişehir yolu tarafından Meclis’e doğru hareket hâlinde tanklar görünüyordu. Üsteğmen Şengöz’ün getirdiği haberde, “Komutanımız duruma hâkim vaziyetteymiş. Hükûmet, harekâtı bırakması karşılığında Komutanımıza orgenerallik rütbesi teklif etmiş ama o kabul etmemiş!” demişti. Bir başka haberde de, “Komutanımız zaten orgeneral olmuş ve harekâtı da bu rütbeyle yönetiyormuş” beyanında bulundu. Bunlar elbette inanılacak şeyler değildi ama öğleden beri olan olaylara bakılırsa, olmayacak hiçbir şey de yoktu.   

Yine üsteğmenimizin verdiği bilgiye göre, “Komutanımız Hükûmet’e teslim olması için saat 03:00’a kadar süre vermiş. Bu saate kadar teslim olmazlarsa kesin olarak harekete geçilecek, bu harekete bizim tabur da katılacakmış”. Bu haber bizlerin üzerinde büyük bir heyecan yarattı. Bu kadar büyük bir olayda bizim de görev alacak olmamızın verdiği haz ve gururla bakışlar canlandı, tavırlar değişti.

Aslında içimizde düşünce itibariyle Hükûmet’e, özellikle de İnönü’ye karşı bir düşünce yoktu. Tam tersine, o bizim gözümüzde Garp Cephesi’nin muzaffer komutanı, Atatürk’ün silah ve siyaset arkadaşı bir millî kahramandı. Buna rağmen olayın macera yönünün verdiği heyecan her şeyin üstüne çıkıyordu. Gözümüz saatte, bir an önce göreve çıkmak için sabırsızlanıyorduk.

***

Esasen kesin inancım, üst sınıfların motivasyonunun da bizimkinden hiç farklı olmadığı idi. Çünkü birbirimizi gayet iyi tanıyorduk. İşte gençlik budur! Aklından ziyâde duyguları ve heyecanıyla hareket eder. Coşkun akan bir nehir gibidir. Şayet doğru yönlendirilirse çok faydalı işler yapar, gerektiğinde vatan kurtarır. Ama yanlış yöne itilirse de yakar, yıkar.  

Bizim siyâsî tarihimiz, gençlerin bu zaafının muhteris kişiler ve siyasetçiler tarafından istismar edilmesiyle nice masum canın yanmasının örnekleriyle doludur. Bu muhterislerin sahte vaatlerine, parlak nutuklarına, bağırıp çağırmalarına kapılarak kendisini ateşe atan gençlerin gözü, o sahte liderlerin kendi evlâtlarının tırnağının dahi kanadığını hiçbir zaman görememiştir. Dünya tarihinde gençleri en fazla istismar eden liderlerden birisi olan Hitler, edindiği tecrübelerin hâsılası olarak kaleme aldığı “Kavgam” adlı eserinde, bir insanın kırk yaşından önce asla siyasetle iştigal etmemesi gerektiğini söylemiştir.  

***

Okulun avlusunda ve koridorlarında epeyce gezip dolaştıktan sonra bizim sınıfa girince ne göreyim, sınıfın neredeyse yarıdan fazlası, sıralarının üzerine yumulmuş, bir gayretle hatıra yazıyorlar!

Daha sonra mahkemeler safhasında bu hatıraların bazıları delil olarak okundu. Yeşilçam filmlerinden mülhem o kadar çocukça şeylerdi ki…

Dakikalar ilerledikçe heyecan artıyordu. Saat 03:00’e çok az bir zaman kalınca heyecan zirveye çıktı. Harekât emri ha geldi, ha gelecek…

Fakat bir de ne görelim, nizamiye kapısından içeriye perişan bir vaziyette ikinci sınıf öğrencileri giriyorlar ve yatakhanelerinin tarafına giderken bizden tarafa bakmamaya çalışıyorlardı. Bazıları ağlıyordu.

Durum anlaşılmıştı…

Talat Aydemir’le beraber hareketi yöneten Kurmay Albay Dündar Seyhan, filmin sonunu şöyle anlatıyor:

“Saat 02:00’a kadar şartımız kabul edilmezse kat’î sûrette harekete geçeceğimizi bildirdik. Saat 02:00’a kadar olumlu bir cevap alamadık. Artık bütün sorumluluk karşı taraftaydı. İrtibat subaylarını topladım, her birine vazîfelerini teker teker yazdırdım, saatlerimizi ayar ettik, saat 03:00’da harekâta geçilmesi emrini verdim. Tam bu anda Binbaşı Bahtiyar Yalta içeri girdi, ‘Albayım, bir dakika sizi istiyorlar’ dedi.  İrtibat subaylarına, ‘Biraz bekleyin’ dedim. Yan odada Talat Aydemir ve birkaç başka arkadaş vardı.

(Oradaki arkadaşlarının verdiği bilgiye göre, bazı birliklerde gevşeme olmuş, aynı birliğin bir kısmı Hükûmet’i desteklediklerini bildirmişler.)

Kuvvetler arasında bir çatışma mukadderdi. İleri harekâtın bir iç harbe müncer olması kaçınılmaz bir sonuç olacaktı. Emrimizde bulunan birlikler içinde şiddet hareketine girişmek taraftarı olanlar vardı. Oluk gibi kan akacaktı…”4

Sonuçta hareketten vazgeçiyor, Genelkurmay’a gidip teslim oluyorlar. Orada dört gün gözaltında tutulduktan sonra ellerine emeklilik belgeleri verilip salıveriliyorlar. Bizim Asteğmen Taburu’nu da lağvedip 666 asteğmeni memleketin çeşitli yerlerindeki birliklere dağıtıyorlar. İsmet Paşa sözünü tutuyor, haklarında soruşturma açtırmıyor.

***

Siyâsî tarihimize “22 Şubat Olayı” olarak geçen bu darbe teşebbüsü böylece başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu. Acaba artık darbe defteri kapanmış mıydı? Sanki dünyaya darbe yapmak için gönderilmiş olan “Talat Aydemir” isimli kişi hayatta olduğu müddetçe buna olumlu cevap veremeyecektik. Çok değil, bir yıl sonra, 21 Mayıs 1963 tarihinde onu yeniden sahnede görecektik…

Gelecek hafta nasip olursa, bizim de bulaştırıldığımız, hayatımızın en önemli kırılma noktasını oluşturan bu olayı anlatacağım…

 

Talat Aydemir. A.g.e. s. 139.

Talat Aydemir. A.g.e. s.139.

Dündar Seyhan. Gölgedeki Adam. S.194.

Dündar Seyhan. A.g.e.  s.196.