Darbelerin anatomisi (5): Siyâsî vesâyetin temeli nasıl atıldı?

1924 Anayasası’nda olmayan Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Danıştay gibi yeni oluşturulan kurulları Parlamento’nun üzerinde yetkilerle donatıp bilâhare bunların üyeliklerine, elbette tamamen kendi zihniyetlerindeki kişileri getirdiler; daha da önemlisi, zaman içinde üyelerin yenilenme yetkisi tamamen bu kurulların kendilerine bırakıldı. Böylece bu kurullar ilelebet kendi zihniyetlerinin elinde olacaktı ve öyle de oldu!

ÜLKEMİZİN siyâsî tarihinde Devletimizin başına belâ olan, 27 Mayıs 1960 günü başlayıp yarım asır milletimize kan kusturan dinsiz Kemâlist vesâyetin temelinin nasıl atıldığının hikâyesini sunuyorum…

***

Milletimizin başta dinî olmak üzere her türlü mânevî değerine düşman olanlar, kendilerinde büyüklük vehmedip halkı küçümseyenler, horlayanlar, milletin sırtından geçinenler, fukara halka hükmetmeye alışmış seçkinler, hülâsa siyaseten CHP ve şürekâsı, 27 Mayıs Darbesi’ni öyle sahiplendi ki, bir daha halka söz hakkı tanımak mı, demokrasi mi, 1950-1960 arasındaki on yıllık “kâbus gibi” bir dönemi bir daha yaşamak mı, asla…

Evet, asla bir daha bu yanlışa düşmeyeceklerdi!

Onlar derslerini iyi almışlardı.

“Cahil” halkın belirlediği o on yıllık Demokrat Parti iktidarını hiçbir zaman hazzetmemiş ve hazmetmemişlerdi. İktidarı kendilerinin belirlemeleri gerektiğine inanıyorlardı. Demokrasiden hiç hoşnut değillerdi. Atatürk ve Atatürkçülük lâflarını ağızlarına sakız yapmış olmalarına rağmen onun “millî hâkimiyet” umdesini hatırlamaya hiçbir zaman yanaşmadılar. Onların istediği, adı demokrasi olan fakat gerçekte kendilerine ait oligarşik bir dikta idaresi idi.

Artık ipler tamamen ellerine geçmişti. Özledikleri idare şeklini belirleyecek olan anayasayı yapmak üzere bir “Kurucu Meclis” oluşturdular. Bu Kurucu Meclis, sözde sivil iradeyi yani milleti temsil etmekte olan bir kuruldu ama yapısı, Millî Birlik Komitesi üyelerinden ve yine onların sadece CHP’den ve aynı yolun yolcusu birtakım STK’lardan seçtiği temsilcilerden meydana geliyordu. Çıkarılan bir kanunla Demokrat Partililer, Kurucu Meclis’in dışında bırakıldı. Bu da halkın en az yarısının Meclis’te temsil edilmeyeceği anlamına geliyordu.

Toplam üye sayısı 272 olan Kurucu Meclis’te sadece 50 temsilci CHP dışındandı. Yani Kurucu Meclis’in yüzde 80’inden fazlası CHP ve CHP’ye yakın temsilcilerden oluşuyordu. Sonuçta, anayasayı yapacak olan bu Meclis’in yapısı “asker ve CHP”den ibaret olmuştu. Bu durum daha ilk günden göstermiştir ki, vesâyetçiler bundan böyle bütün düzenlerini sahtekârlık ve zorbalık üzerine bina edeceklerdir.

***

Anayasa taslağını hazırlamak üzere, darbe öncesi günlerde âdeta “aziz” mertebesine yükselttikleri Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında bir komisyon kurdular. Bu komisyonun hazırladığı anayasa taslağı, darbenin yıldönümü olan 27 Mayıs 1961 tarihinde Kurucu Meclis tarafından kabul edildi. Darbeciler kendileri çalıp kendileri oynadılar.

Vesâyetçilerin iki temel hedefi vardı: Birincisi, mümkün olan en kısa zamanda CHP’yi iktidara getirmek; ikincisi ise, ileride şayet “gericiler” seçimi kazanacak olsa dahi onları vesâyet altına alarak gerçek iktidarı kendi ellerinde tutmak…

CHP’yi iktidar yapmak için seçimi en kısa zamanda yapmak istiyorlardı. CHP’nin kazanacağından emindiler. Çünkü DP kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış, taraftarlarının ise hem “cahil”, hem de sindirilmiş olduğu için kısa zamanda toparlanıp bir parti kuramayacakları düşünülüyordu.

Ayrıca kursalar bile, Yassıada Mahkemelerinde “düşük” DP iktidarı mensuplarının “kirli çamaşırları ortaya dökülmüş” ve bunlar, devlet radyoları ile basın tarafından aylarca her gün şişirilerek kamuoyuna tekrar tekrar pompalanmıştı, bu yüzden artık halkın gözünden iyice düşmeleri nedeniyle DP taraftarlarının seçimden bir sonuç çıkarmalarının mümkün olmayacağı kanaati hâkimdi.

Onun için CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü her gün, “Seçimlerin bir an önce yapılmasında sayılamayacak kadar faydalar var” diye beyanat veriyor, Devlet Başkanı Cemal Gürsel de kendi arkadaşlarına, “İsmet Paşa başbakan olmak için gerdeğe girecek bir delikanlı kadar hevesli” diyordu.

***

Anayasacılar uzun vadede iktidar erkini kendi ellerinde tutmayı garantiye almak için anayasa taslağında 450 kişiden oluşan Millet Meclisi’ne ilâveten, bu Meclis’in kararlarını süzgeçten geçirecek bir de Senato ihdas ettiler.

Senato’nun yapısı; zorbalığın, sahtekârlığın, ahlâksızlığın âdeta bir fotoğrafı gibiydi. Senato’da 6 yıl için seçimle gelecek 150 üyeye ilâveten, darbeci cuntanın 23 üyesi, hiç seçime girmeksizin “Tabiî Senatör” adıyla ömür boyu Senato üyesi olarak kalacaklardı.

Bununla da yetinmediler, “Cumhurbaşkanlığı kontenjanı” adı altında 15 üye de Cumhurbaşkanı tarafından atanacaktı. Tabiatıyla Cumhurbaşkanının kendi kabullerine uygun biri olması için zamanı gelince gereğini yapacaklardı.

Nitekim ilk seçimde bunun örneğini, adaylığını açıklayan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i ölümle tehdit etmek sûretiyle adaylıktan istifa ettirip Cemal Gürsel’den başkasının aday olmasına izin vermeyerek göstereceklerdi.

Yasama organında bu ayarlamalar yapılırken, yargıda daha güçlü tedbirler getirdiler. 1924 Anayasası’nda olmayan Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Danıştay gibi yeni oluşturulan kurulları Parlamento’nun üzerinde yetkilerle donatıp bilâhare bunların üyeliklerine, elbette tamamen kendi zihniyetlerindeki kişileri getirdiler; daha da önemlisi, zaman içinde üyelerin yenilenme yetkisi tamamen bu kurulların kendilerine bırakıldı. Böylece bu kurullar ilelebet kendi zihniyetlerinin elinde olacaktı ve öyle de oldu!

Bütün bu tahkimatın kalıcılığını garantiye almak için pratikte anayasayı değiştirmeyi imkânsız kılan maddeler koydular.

Hülâsa, alınan bütün bu tedbirler sayesinde halkın seçtiği iktidar “Atatürkçü, lâik, ilerici” güçlerle çepeçevre kuşatılarak kıpırdayamaz hâle getiriliyordu.

Vesâyetçilerin bütün bu tedbirleri dahi sökmeyecek olursa ne olacaktı?

Zorbalar ve sahtekârlar için çâre tükenmezdi: Postal ve süngü…

***

Söz konusu anayasa yani “milletçe yapılmış olan bir sözleşme” olunca, bunun elbette halkın onayına sunulması gerekiyordu. Dolayısıyla Kurucu Meclis tarafından kabul edilen anayasa tasarısının 9 Temmuz 1961’de referanduma sunulması kararlaştırıldı. İyi ama ya halkın çoğunluğu referandumda olumsuz oy kullanırsa ne olacaktı?

Gerçekten de halk, hür iradesiyle oyunu kullanacak olursa muhtemelen öyle olacaktı. Buna karşı ellerindeki iki güçlü enstrümanı hemen devreye soktular: Zorbalık ve sahtekârlık…

Ülkede yoğun bir “Evet” kampanyası başlattılar. Başta MBK olmak üzere, İsmet İnönü liderliğindeki CHP, basının tamamına yakını, valiler ve kaymakamlar, devletin bütün yöneticileri bu kampanyanın üyesiydi.

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Ekrem Alican’ın kurduğu Yeni Türkiye Partisi tasarıyı benimsemiş olmasalar da, mevcût katı askerî diktatörlükten bir an önce kurtulup hiç olmazsa iyi kötü sivil bir hukukî idareye kavuşma arzusuyla ve belki de korkudan, kerhen de olsa oylamaya olumlu yaklaştılar.

Gözler ise Demokrat Parti’nin kapatılmasının ardından onun devamı niteliğinde kurulmuş olan Adalet Partisi’nin kararındaydı. AP’den “Evet” yönünde bir karar çıkmayınca hemen zorbalık devreye girdi. Önce İstanbul’da bazı AP’lilerin ihtilâl hazırlığı yaptığı iddiasıyla bir operasyon yapılarak AP’ye gözdağı verildi. Arkasından önce Cemal Gürsel’in “AP küçük hesaplar yapıyor” şeklindeki ifadesi, bir gün sonra da MBK üyesi Muzaffer Yurdakuler’in “Memlekete zararlı partiler çalışamaz hâle getirilecek” beyanı ile bu partiyi tehdit ettiler.

Ve Adalet Partisi, “Evet” yönünde açıklama yapmak zorunda kaldı.

Sonuçta seçim kurulu, yeni anayasanın yüzde 61 oyla kabul edildiğini açıkladı. Başka türlü bir açıklama yapma şansı da zaten yoktu.

İşte Türkiye’de yarım asır millete kan kusturacak olan siyâsî vesâyetin “hukukî” temelini oluşturacak olan 61 Anayasası’nın hikâyesi budur!

***

Vesâyetçiler, 16-17 Eylül’de Adnan Menderes ve iki arkadaşının idamından bir ay sonra, 15 Ekim 1961 tarihinde yapılmak üzere seçim kararı aldılar. Seçim kampanyasında DP’nin devamı olduğunu ifade ve hattâ imaları yasakladılar. DP’nin gölgesinden dahi korkuyorlardı. Bir seçim yapılacak; yarışan partilerden birisi her türlü propagandayı yapmakta serbest, diğer partilerin ise kendilerini ifade etmeleri dahi yasak olacaktı. Bunun adı da serbest seçimdi…

Onların demokrasisi böyle bir demokrasi idi. Ne de olsa onlar, 1946’nın “açık oy, kapalı tasnif” seçiminin mimarlarının vârisleriydi.

AP’nin Genel Başkanı (Emekli Orgeneral) Ragıp Gümüşpala, halkın karşısına çıktığında yutkundu ve ancak, “Gözlerime bakın, ne demek istediğimi anlarsınız!” diyebildi.

Ona bu kadarını bile çok gördüler ve çok saldırdılar…

Bu şartlar altında gidilen seçimin sonuçları açıklanınca bu efendiler şaşkına döndüler. Çünkü iktidara geleceğine kesin gözüyle baktıkları CHP yüzde 37 oy ve 173 milletvekili ile azınlıkta kalmıştı.

Demokrat Parti’nin devamı durumundaki AP, CKMP ve YTP ise toplam yüzde 61 oyla 277 milletvekili çıkarmışlardı.

Bu sonuçlar neyi mi ifade ediyordu?

Yeni bir darbenin geleceğini…