Darbelerin anatomisi (4): İnsanlığın sukut ettiği günler

Darbeciler meşruiyetlerini “pekiştirmek” için İstanbul’dan kendi düşüncelerinde olan 5-6 profesörü getirtip onlara bir meşruiyet bildirgesi yayınlattılar. İşin başında darbecilerin aklı idam konusunda bulanık idi. Profesörler onlara, idam yapmadıkları takdirde “ihtilâl”in meşrû olmayacağını, dolayısıyla kendilerinin suçlu duruma düşeceğini söyleyip onları idam konusunda ikna ettiler.

27 MAYIS 1960 gecesi, tamamen yalan ve iftiralarla, kara propagandanın ve provokasyonların her çeşidiyle oluşturulan algı operasyonları üzerine Türkiye’de koca bir iktidar devrildi.

Bütün bu süfliyatın tadı CHP’nin damağında kaldığı için, o gün bugündür aynı çizgide devam ediyor!

Yalan makinası hâline gelmiş olan Genel Başkanları Kılıçdaroğlu’nun ibretlik hâli bundandır.

27 Mayıs Darbesi, öncesi ve sonrasıyla, her dakikası ve her saniyesiyle, sadece hukukî bakımdan değil, insanî değerler yönüyle de bu milletin tarihine yapıştırılmış simsiyah bir lekedir!

Darbeciler, yakalayıp Harp Okulu’na hapsettikleri Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri, generaller ve bazı yüksek bürokratlardan mürekkep dört yüz kadar insanı bir müddet sonra bin türlü aşağılamalarla, ite kaka Yassıada’ya doldurdular. Başkomutanları olan, Kurtuluş Savaşı’na katılmış, İstiklâl Madalyası’na sahip Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun’u da, ellerini arkadan kelepçeleyerek onların arasına katmaktan hiç hayâ etmediler.

***

Daha önce anlatmıştım, darbe öncesinde cuntacılar aralarına albaylıktan daha yüksek rütbedeki kimseleri almamışlardı.

Ancak darbeden sonra milletin karşısında meşruiyet kazanabilmek amacıyla yüksek rütbeli bir generale ihtiyaç duydular. Bunun için daha önce Millî Müdafaa Vekili Ethem Menderes’le ters düştüğü için izne ayrılmak zorunda kalıp İzmir’de dinlenmekte olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel akıllarına geldi. Albay Alpaslan Türkeş, bu konuda da hemen ön alarak, Paşa’yı getirmesi için Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’ı bir askerî uçakla İzmir’e gönderdi.

Cemal Paşa, böylece hazıra konup Millî Birlik Komitesi’nin başına oturdu. Ankara’ya ayak basar basmaz ilk yaptığı iş, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye telefon açıp, “Paşam, emrinizdeyim!” demek oldu. Onun cevabı ise, “Asıl ben sizin emrinizdeyim!” şeklinde oldu.

Dolayısıyla daha işin başında iktidarın devri konusunda anlaşmış oldular.

***

Darbeciler meşruiyetlerini “pekiştirmek” için İstanbul’dan kendi düşüncelerinde olan 5-6 profesörü getirtip onlara bir meşruiyet bildirgesi yayınlattılar. İşin başında darbecilerin aklı idam konusunda bulanık idi. Profesörler onlara, idam yapmadıkları takdirde “ihtilâl”in meşrû olmayacağını, dolayısıyla kendilerinin suçlu duruma düşeceğini söyleyip onları idam konusunda ikna ettiler.

Arkasından kendi kafalarına göre anayasayı değiştirip 65 yaş üstüne idam yasağını kaldırdılar; nasıl oluyorsa, bunu daha önce konulmuş bir hüküm saydılar. Daha mahkeme kurulmadan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, böylece peşinen idam cezasına mahkûm edilmişti.

Burada bir konuyu tekrar hatırlatmakta fayda olduğunu sanıyorum: Türkeş ve ekibi, yapılan işin DP’ye karşı bir darbe değil, kardeş kavgasının önüne geçmek için yönetime mecburî bir el koyma eylemi olduğunu savunuyor, bu sebepten iktidar mensuplarının yargılanmasına, milletin iki cepheymiş gibi muameleye tâbi tutulmasına karşı bir tutum ortaya koyuyordu. Özellikle CHP’ye yakınlaşmaya asla râzı değillerdi. Onların fikri, ülkeyi dört yıl yönetip işleri bir şekilde yola koyduktan sonra adil bir seçimle iktidarın sivil idareye teslim edilmesiydi.

Sayıca çoğunlukta olan karşı tarafın fikri ise, iktidarın bir an önce bir şekilde CHP’ye devredilmesiydi. Bu itibarla daha baştan itibaren bu iki grup arasında alttan alta bir çekişme mevcûttu.

Türkeş, Gürsel’i getirterek ona yakın olmak istemiştir. Nitekim onun takdirini kazanarak, Paşa’nın hem Komite Başkanı, hem Başbakan olduğu yeni teşkil edilen hükûmette Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğuna oturmuştur. Başbakan her ne kadar Cemal Gürsel idiyse de, onun cahilliğinden istifade eden Türkeş, fiiliyatta bir başbakan gibi icraat yapmaya başladı. O sebepten adı, “İhtilâlin Kudretli Albayı” olarak anılmaya başlandı.

Fakat bu çok sürmedi; karşı cephe, Gürsel’e tesir ederek onu uzaklaştırmaya muvaffak oldu.

Ve sonuçta Türkeş tarafı mücadeleyi kaybedecek ve 13 arkadaşıyla birlikte 13 Kasım’da yurtdışına sürgün edilmek sûretiyle tasfiye edilecekti.

***

Darbeciler Yassıada’da kendilerine göre bir “mahkeme” kurdular ve adına “Yüksek Adalet Divanı” dediler.

İnsanlık tarihi boyunca Firavunlardan, Çarlardan, Neronlardan derebeylerine kadar güç sahibi her otorite, ne kadar çukurda olursa olsun, kendi ahlâkî seviyelerine uygun uşaklar bulmakta hiçbir sıkıntı çekmemiştirler.

“Millî Birlik Komitesi” denilen çete de, Mahkeme Başkanlığına “Salim Başol” ve Mahkeme Savcılığına “Ömer Altay Egesel” adında iki talihsizi görevlendirdi.

Yassıada Komutanlığı’na da tam bir sadist olan “Tarık Güryay” adında bir albayı atadı Komite.

On bir aylık Yassıada Mahkemeleri süresince dışarıda bu albay, içeride de bu mahkeme heyeti, esir tuttukları insanlara ellerinden gelen fizikî ve mânevî her türlü eziyeti yaptılar; zaten görevleri bu idi.

Bunların hikâyesi sonraki yıllarda çokça yazıldı, anlatıldı. Yapılan eziyetler hakkında bir fikir vermesi bakımından, on sene ülkede Başbakanlık yapmış olan Adnan Menderes’e bir teğmen tarafından dayak atıldığını, idam edilmeden bir gün önce de prostat muayenesi yapma bahanesiyle iğrenç bir muameleye maruz bırakıldığını okuyucuların bilgisine sunuyorum.

Şu sözler de merhumun mahkeme heyetine hitaben söylediklerinden:

“Dört beş aydan beri tamamıyla tecrit vaziyetinde bulunuyorum. Ve tek bir odanın içinde ve günün 24 saatinde her saat değişen bir nöbetçi subayın nezareti altında hiç kimse ile konuşmak imkânı mevcût olmamak şartı ile yaşıyorum. Bu itibarla konuşma takatim hakikaten zaafa uğramış bulunuyor...

Arzum şudur ki, bana imkân verecek, moralimi ve asabımı, rahatsızlığımı düzeltecek bir rejimin tatbikini yani nöbetçi subay bey ile bir kelime dahi konuşmaya mezun değilim...

Hiç kimseyle konuşmamak ve 24 saat karşı karşıya bulunmak, tahammül edilemez bir şeydir...”

***

17 Ekim’de başlayıp 11 ay süren mahkemede 19 adet dâvâ açıldı. “Düşükler” diye isimlendirdikleri Demokratları milletin gözünden düşürebilmek için devletin radyolarından her akşam “Yassıada Saati” adındaki bir programda duruşmaları paket yayınla istedikleri tarzda veriyorlardı. 

Tutuklu bulunan ünlü tarihçi Prof. Dr. Osman Turan, bir defasında Tarık Güryay odaya geldiğinde ayağa kalkmadığı için bir saat sopayla dövülüp kan revan içinde kaldı, ölecek korkusuyla bırakıldı.

CHP’nin patronajı altındaki gençlik, asker, yargı ve bürokrasiden oluşan şer cephesi, “Düşükler” diye isim taktıkları milletin seçtiği iktidar mensuplarına sınırsız bir öfke kusuyor; basında, radyoda, sokakta, hülâsa her yerde onlara her türlü hakaret ve iftirayı yapıyorlardı.

Meydan tamamen onlarındı artık. Bizim eve “Dünya” gazetesi girerdi. Bu gazetede “Maaşla olacak iş midir?” sorusu altında her gün eski bakan yahut üst yöneticilere ait olduğu iddiasıyla birkaç lüks villanın resmi konulurdu.

Bu gazetede Ratip Tahir Burak adında bir karikatürist vardı. Bu adam darbe ortamının hazırlanmasında gazetelerde yapmış olduğu karikatürlerle çok etkili olmuştu, darbe sonrasında daha da serbestçe saldırılarına devam etti.

17 Ekim’de başlayıp 11 ay süren mahkemede 19 adet dâvâ açıldı. “Düşükler” diye isimlendirdikleri Demokratları milletin gözünden düşürebilmek için devletin radyolarından her akşam “Yassıada Saati” adındaki bir programda duruşmaları paket yayınla istedikleri tarzda veriyorlardı. Mahkeme, Demokratların “rezilliğini” (!) milletin önüne sermek için “Köpek Dâvâsı”, “Bebek Dâvâsı”, “Cımbız Dâvâsı” ve “Barbara Dâvâsı” diye isim yapmış olanlarını en öne aldı. Ve bunları radyo ve gazetelerde pompaladıkça pompaladılar.

Ama netîcede bunlar kendilerinin ne kadar düşük olduğunu ortaya koydu.

***

“Köpek Dâvâsı” dedikleri şey, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a Afgan Kralı tarafından hediye edilmiş olan kıymetli bir köpekle ilgiliydi.

Celal Bayar bu köpeği Atatürk Orman Çiftliği’ne satmış, onun parasıyla Musalar köyüne bir çeşme yaptırmış…

Bebek Dâvâsı da, Başbakan Menderes’in opera sanatçısı Ayhan Aydan’la olan gönül ilişkisini konu ediyordu. İddiaya göre Menderes, Aydan’dan olacak bebeği Dr. Fahri Atabey’e aldırtmış yahut doğduktan sonra öldürtmüş(!)…

Sonuçta asılsız olduğu ortaya çıkan bu dâvâ sırasında mahkeme heyeti o kadar bayağılaştı ki Başbakan’ın çekmecesinden çıktığını iddia ettiği bir kadın donunu ellerinde sallayıp durdular.

Cımbız Dâvâsı da yine buna bağlı olarak Başbakanlık harcamaları içinde bir cımbız faturasının çıkmış olmasıdır. Savcılık iddianamesinde bu cımbızın Başbakan’ın sevgilisi için alındığı ileri sürülmüştür. Sonradan anlaşıldı ki, cımbız, Başbakanlık’taki mutfakta tavuğun tüyünün yolunması için alınmışmış.

Barbara Dâvâsı’na gelince… TBMM Başkanı Refik Koraltan, eşinin hastalığı için “Barbara” adında bir kadına bir miktar döviz vererek Avrupa’dan ilâç getirtmiş.

Mahkeme başkanının görevi “darbecilere tetikçilik yapmak” olduğu için, sanıkları devamlı olarak azarlıyor, sözünü kesiyor, hakaret ediyor, onların herhangi bir itirazına karşı hukukî bir cevap vermek yerine, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye karşılık veriyordu.

Ada Komutanı Yarbay Tarık Güryay da devamlı olarak duruşmalarda yer alır, zaman zaman sanıklara karşı çeşitli müdahalelerde bulunurdu.

***

Dâvâ süresinde eski Bakanlardan Lutfi Kırdar, Eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, bir milletvekili ve diğer başka üç tutuklu hayatını kaybetti.

Celal Bayar ve Adnan Menderes, yapılan zulümlere dayanamayarak intihara teşebbüs ettiler, fakat kurtarıldılar.

Nihâyet dünyanın bu en rezil mahkemesi, 15 Eylül 1961 günü 13 tutukluyu idama mahkûm etti. Diğer tutuklulara da müebbet, şu, bu bir sürü mahkûmiyet verdi.

Ne olur ne olmaz diye, bir gün sonra alelacele Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan’ı idam ettiler.

Adnan Menderes çok hâlsiz ve kendinde olmadığı için ilâçlarla ayağa kaldırılarak, bir gün sonra, 17 Eylül günü öğleden sonra idam edildi.

O saatleri idam mahkûmlarından Orgeneral Rüştü Erdelhun, daha sonra şöyle anlattı:

“15 Eylül 1961’de Yassıada Yüksek Adalet Divanı o elim kararı açıkladıktan sonra, mahkeme kapısından çıkar çıkmaz ellerime kelepçe vurdular.

İskelede benden evvel aynı cezaya çarptırılanların yanlarına sevk edildim. İskelede saat 15:00 civarında bizi almaya gelen avcı botu hareket etti.

Saat 17:00 gibi infazın gerçekleştirileceği İmralı’ya bot yanaştı. Ellerimiz kelepçeli olarak birer birer iskeleye çıkartıldık. Bizi bir binaya koydular ve ellerimizi arkadan kelepçelediler.

Bu şekilde kelepçelenmek ve her geçen saat, yaşadığımız ıstırabı bir kat daha artırıyordu. Bu ıstırap, insana bir an evvel ölüme kavuşmayı istetiyordu…

En feci gün, Sayın Adnan Menderes’in idam edildiği 17.09.1961 Pazar günüydü. Bir şey göremiyorduk. Fakat emniyet birliklerinin koşuşmalarından fevkalâde bir hâl yaşandığını hissediyordum.

Parmaklıkların arkasından gelen ‘Ah!’ sesi, merhumun son nefesi oldu. O gece koğuşta sabaha kadar hatimler, aşırlar ve duâlar okuduk…”

***

Daha sonra bu caniler, Menderes’in idamında kullanılan malzemenin faturasını ve cellâdın ücretini Menderes Ailesinden tahsil etmek sûretiyle dünyanın en alçak yaratıkları olduklarını bir kere daha ortaya koydular!

Celal Bayar dâhil, diğer on mahkûmun cezası Komite tarafından müebbede çevrildi. Üç mazlumun cenazeleri ailelerine verilmedi, İmralı adasında yan yana defnedildi. Ama Türk milleti bu evlâtlarını 30 sene sonra, 1990’ın 17 Eylül’ünde, merhum Turgut Özal’ın himmetiyle İmralı’dan alıp Devlet töreni eşliğinde İstanbul Topkapı’daki anıt mezarına defnederek kendi bağrına gömdü.

Allah taksiratlarını affetsin, mekânlarını Cennet eylesin!

***

Burada her Türk evlâdının çok iyi anlaması ve ibret alması gereken bir husus vardır: O kadar insanın içinden bu üç ismin idam edilmesi, asla basit bir tesadüf değildir! Bu üç isim, 1950-1960 arasında ekonomide ve dış siyasette “Türk mucizesini” meydana getiren kahramanlardı. O gün onları cımbızla diğerlerinin arasından çekip darağacına gönderen irade, bugün Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ı hedef tahtasına koyan iradedir. Artık milletçe şöyle bir silkinip düşmanlarımızı adamakıllı tanıyabilme iradesini ortaya koymak ve şuurlanmak zorundayız!