Darbelerin anatomisi (3): 27 Mayıs gecesinde ve sabahında olanlar

28-29 Nisan’da Ankara ve İstanbul’da büyük öğrenci olayları oldu, İstanbul’da “Turan Emeksiz” adında bir öğrenci hayatını kaybetti. Yaygaracılar bunu hemen polisin üzerine yıktılar. 1 Mayıs’ta İsmet İnönü’nün, Uşak gezisi sırasında başına bir taş atıldı ve kıyamet koptu. Bunu da elbette bir Demokrat Partili vatandaş atmıştı(!). Bir başka gün Kayseri İncesu’da halk İnönü’ye saldırmak üzereyken, nereden çıktığı belli olmayan bir yarbay silahını çekiyor ve “Bu ülke sahipsiz değil!” diye nâra atarak “İnönü’yü kurtarıyordu”.

BUGÜN ülkemizde pek çok yalan haber yapılıp yayılıyor; yine pek çok da provokasyon yapılıyor. Ama toplumumuz, tâbiri caizse, aşılanmış olduğu için bunlara artık kolay kolay prim vermiyor.

27 Mayıs 1960 Darbesi’nden önceki yıllarda ise toplum bu konuda tamamen savunmasız olduğundan, CHP ve taraftarlarınca ve de herhâlde hâricî istihbarat örgütleri tarafından da tepe tepe kullanılmıştır.

Şimdi sosyal medyada yapılan kara propaganda, o yıllarda fısıltı gazetesi ile yayılıyor ve hemen hemen tamamı iktidar karşıtı olan gazeteler tarafından destekleniyordu. Üç seçimi de ezici bir şekilde kaybeden CHP’nin lideri İsmet İnönü, halkın reyleriyle iktidar olma ümidini kaybettiği için taraftarlarını devamlı olarak kışkırtıyordu.

Ülkenin okumuşlarının ve gençliğinin çoğunluğu, bürokrasisi, basını, üniversite elemanları, hülâsa onların ifadesiyle “zinde güçler”, İnönü’nün emrinde ve arkasındaydı.

İktidarın arkasında ise milletin çoğunluğu olan kasketli, şalvarlı, üretip milleti besleyen kasabalı ve köylü kitlesi vardı. O yıllarda toplumun yüzde 80’i kırsal kesimde yaşamaktaydı.

CHP lideri İnönü’nün yurt gezilerine paralel olarak provokasyonlar ve iktidar karşıtı kitle hareketleri devamlı olarak artıyordu. Nümayişler 1960 Nisan’ında iyice hız kazandı.

28-29 Nisan’da Ankara ve İstanbul’da büyük öğrenci olayları oldu, İstanbul’da “Turan Emeksiz” adında bir öğrenci hayatını kaybetti. Yaygaracılar bunu hemen polisin üzerine yıktılar. 1 Mayıs’ta İsmet İnönü’nün, Uşak gezisi sırasında başına bir taş atıldı ve kıyamet koptu. Bunu da elbette bir Demokrat Partili vatandaş atmıştı(!).

Bir başka gün Kayseri İncesu’da halk İnönü’ye saldırmak üzereyken, nereden çıktığı belli olmayan bir yarbay silahını çekiyor ve “Bu ülke sahipsiz değil!” diye nâra atarak “İnönü’yü kurtarıyordu”.

***

O günlerde bazı gazeteler muazzam bir provokasyon daha yaptılar. Özellikle ilk sayfalarındaki bazı kısımları boş bırakıyorlar, bununla birçok önemli haberin sıkıyönetim tarafından engellendiğini, basın hürriyetinin kısıtlandığını anlatmış oluyorlardı.

Bu ve benzeri provokasyonlar millete yutturulmuştur.

Nisan ayındaki büyük öğrenci olaylarından sonra, gençlik arasına “555K” diye bir şifre saldılar. Şifrenin anlamı, “Beşinci ayın beşinci günü, saat beşte, Kızılay’da” demekti.

Kimlerin elinde oyuncak olduğundan bîhaber zavallı idealist gençlik, o gün Kızılay’da “Ordu-Gençlik El Ele” pankartları eşliğinde büyük bir nümayiş yaptı. Gençlerle konuşmak için Kızılay’a gelen Başbakan Adnan Menderes’e küfürler edildi, bazı gençler yakasına sarıldı, bir genç tarafından boğazı sıkıldı.

Başbakan o gence “Ne istiyorsunuz?” diye sorunca, genç, “Hürriyet istiyoruz” dedi. Başbakan da, “Başbakanın boğazını sıkıyorsun, bundan iyi hürriyet mi olur?” şeklinde cevap verdi. Daha sonraki yıllarda bu gencin Deniz Baykal olduğu söylendi. Baykal bu söylentiyi hiçbir zaman tekzip etmemiştir.

***

21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Kızılay’a inip gösteri yaptı. Artık ihtilâl, “Geliyorum!” diyordu. Bütün bunlara karşı Menderes’in yapabildiği, Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilân etmek, çeşitli yurt gezilerinde mitingler yaparak coşkun fakat fakir fukaradan oluşan kalabalıklara ve radyolardan halka hitap etmekten ibaretti.

Babam, ilkokul öğretmeniydi. Diğer beş öğretmen arkadaşı gibi çok dindar, ülkesini seven bir insandı. Fakat bu beş öğretmen kasabamızda CHP’nin âdeta motoru gibi oldukları ve DP’nin seçimi kaybetmesinin en önemli müsebbibi olarak görüldükleri için, her seçimden sonra, yine de çok müsamahakâr bir tasarrufla haklarında soruşturma açılmaz, yakın bir ilçeye sürülürler, bir yıl sonra tekrar eski yerlerine iade edilirlerdi.

Babam, 1959 yılında da yine aynı sebepten Erdemli’nin, halkının tamamı Demokrat Partili olan Kösbucak köyüne sürülmüştü. Ben Askerî Lise’nin üçüncü sınıfına geçmiştim ve yaz tatili sebebiyle ailemin yanında bulunuyordum. 27 Mayıs 1960 günü sabah saatlerinde, evimizden 30-40 metre kadar mesafedeki kahvehanenin radyosundan değişik bir konuşma duyuluyordu.

Annem, “Oğlum, bu nedir, gidip bir baksan?” deyince, ben de gayr-i ihtiyârî, “İhtilâl olmuş, Kasım Gülek konuşuyor” şeklinde şakacıktan bir cevap verdim.

O yıllarda bizim muhitlerde CHP’nin Genel Sekreteri Kasım Gülek çok sevilirdi. Kahvehaneye gittiğimde radyo kapatılmış, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Duvarda Adnan Menderes her zamanki gibi gülümsüyordu.

Bir adam sessizliği bozdu: “Böyle kayıtsız küreksiz alınır mıymış?”

Bu sözle içime bir ümit doğdu, eve koştum. Radyoda konuşan kişinin Albay Alpaslan Türkeş olduğunu daha sonra öğrendik.

Darbe 27 Mayıs gecesi saat 03:00’da başlamış, hiçbir direnişle karşılaşmadan sonuca ulaşmış.

Albay Türkeş “ihtilâle” en son katılanlardan olduğu hâlde inisiyatif alıp hemen öne geçiyor, darbenin akabinde Ankara Radyoevi’ne koşarak, kendi ifadesiyle “ayaküstü alelacele” yazdığı bildiriyi okuyor. Bunu yapmakla, darbenin bir kitlenin lehine ve diğer kitlenin aleyhine olmadığını anlatmak istiyor. Yaptığı konuşma bu bakımdan dikkate değer:

“Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hâdiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini eline almıştır…”

***

O yıllarda darbe yapmak için Ankara ve İstanbul Radyolarını ele geçirmek, caddelere de birkaç tank çıkarmak yeterliydi. Kim karşı çıkacaktı?

İstanbul Radyosu’nu teslim almakla görevlendirilen Yüzbaşı Ahmet Er anlatıyor:

“Ben Radyoevi’ne bir onbaşı, bir de erle gidiyordum. Bir tank da beni destekleyecekti. Tank yolda arızalandığı için gelemedi. Radyoevi’nin güvenliğini sağlayan bir belediye otobüsünün içinde silahlı elli er, kapıda iki nöbetçi vardı. Kapıdaki nöbetçilere şu emri verdim: ‘Radyoevi’nin güvenliği bizim birliğimize teslim edilmiştir, siz de yerlerinize, marş marş!’

Otobüsteki erlere de aynı emri verdim, tüfeklerinin mekanizmalarını topladım. Radyoevi’nin başına da Binbaşı Ramazan’ı getirdim.”

***

Bugünküler nasıl ki İzmir Marşı’nı kendilerine mâl edip istismar ediyorlarsa, o zaman da Tuna Türküsü’nü kendilerine mâl etmişlerdi. O kadar canice bir rûh hâlindeydiler ki ölen insanın arkasından şöyle höykürüyorlardı: “Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, dönüp baktım sol yanıma, Namık Gedik can veriyor.” 

İhtilâl öncesinde olduğu gibi sonrasında da subaylar arasında ast-üst münasebeti diye bir şey yoktur. Darbeci subaylar her türlü yetkiyi haizdir.

Yüzbaşı Er anlatıyor: “Vilâyet Jandarma Komutanı (Albay) Faik Evrenesoğlu’nu görevden aldım, yerine Binbaşı Ekrem Derinçay’ı getirdim. İhtilâlin ilk günü İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı, ertesi gün de Vali Muavinliği görevini yüklendim.”

Bunları ben daha sonraki yıllarda bizzat merhum Hacı Ahmet Er’in kendisinden dinledim.

***

Yine darbenin en gençlerinden Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’ın ağzından, üzüntü ve hicap duyarak söylediği şu ifadeleri işittim: “Resmî elbisemle bazı askerî birlikleri ziyarete gittiğimde, generaller benim arkamdan yürüyorlardı.”

İhtilâlden kısa bir zaman sonra babamın tayini tekrar memleketimiz olan Gülnar’a çıktı. Ufacık bir ilçe ama CHP’lilerin şamatalarından, taşkınlıklarından kıyametler kopuyor. Çarşıda Askerlik Şubesi Başkanı olan binbaşıyı omuzlarına almışlar, bayram yapıyorlar, Demokratlara olmadık hakaretlerde bulunuyorlar.

Demokrat Parti’nin ilçe yöneticilerinden başka Demokrat Parti taraftarı olarak öne çıkan kim varsa jandarma onları gözaltına alıyor, 8-10 gün içeride dayak atılıp hakaretlere uğratıldıktan sonra salıveriliyorlardı.

O sırada Ankara Hukuk’ta okuyan ağabeyim geldi, oradaki bayramın coşkusunun en az bir ay daha süreceğini söyledi.

Bizim ilçemizde olanlar, yurdumuzun her tarafında aynen yaşanmıştır.

***

26 Mayıs günü Eskişehir’de coşkun bir kalabalığa hitap eden Başbakan Adnan Menderes, ertesi günü tutuklandı. Tahmin edilebileceği gibi, en âdî muamelelerle Harp Okulu’na getirip hapsettiler.

Yakaladıkları bakan ve milletvekillerini de yine ite kaka Harp Okulu’nda tevkif ettiler. İçişleri Bakanı Namık Gedik’i pencereden atıp intihar ettiğini söylediler.

O günlerde olanları bilmeyenler, bugünkü CHP’lilerin eline böyle bir fırsat geçmiş olsa ne yapabileceklerini düşünerek durumu tahmin edebilirler. Bugünküler nasıl ki İzmir Marşı’nı kendilerine mâl edip istismar ediyorlarsa, o zaman da Tuna Türküsü’nü kendilerine mâl etmişlerdi. O kadar canice bir rûh hâlindeydiler ki ölen insanın arkasından şöyle höykürüyorlardı: “Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, dönüp baktım sol yanıma, Namık Gedik can veriyor.”

***

Aynı gün Cumhurbaşkanı Celal Bayar da, kendisini korumakla görevli olan Muhafız Alayı Komutanı darbeci Albay Osman Köksal tarafından derdest ediliyor. Millî Mücadele’nin komitacı “Galip Hoca”sı, tabancasını çekip darbecilere direnmeye çalıştıysa da muvaffak olamıyor.

***

Türkeş grubunun korktuğu olmuş, millet tam iki kampa bölünmüştü. Bir taraf ağlarken, öbür taraf düğün bayram ediyordu. Fakat göz önünde bulunan bu hâli darbe taraftarları hiç de öyle görmüyorlar, sanki milletin tamamı elbirliği edip zalim bir firavunu devirmiş, topyekûn bayram ediyordu. Kimsenin burnu kanamadığı için de buna “Beyaz İhtilâl” deniliyordu.

Darbe sırasında Vaşington’da ateşe olan Yarbay Dündar Seyhan, bakınız, olayı nasıl da güzel izah ediyor(!):

“İhtilâl tarihleri koskoca bir milletin davul zurnayla tempo tutup köşe başlarında halay çekerek kutladığı bir ihtilâli bugüne kadar sayfalarına geçirmemiştir. (…) 27 Mayıs’ta koskoca bir vatan yerinden oynadı. Atatürk Anıtkabir’den kalkarak büyük haşmetiyle yeniden Türk milletinin başına dikiliyor… Türk milleti, tarihinin hiçbir devrinde bu derece büyük bir ilâhî lütfa erişmedi… Mustafa Kemal, büyük zaferi kazandığı günlerde dahi Türk milleti tarafından böyle kucaklanmadı…”

İşte “ihtilâl” deyip durdukları âdî bir gece baskını, milletin verdiği silahı milletine karşı kullanan soysuzların yapmış olduğu darbe, onların gözünde böyleydi!

Bu zihniyet bugün aynıyla devam ediyor: Bir tarafta aziz Türk milleti, öbür tarafta millet düşmanı şakiler…

Hiç kimse bunlarla birlik beraberlik gibi bir ham hayâle kapılmasın, herkes hesabını ona göre yapsın!