Darbelerin anatomisi(2): 27 Mayıs Darbesi'nin cuntaları

Dokuz subay, 26 Aralık 1957’de tutuklanıp altı ay yargılandılar, sonuçta delil yetersizliğinden beraat ettiler. Binbaşı Kuşçu ise “orduyu isyana teşvikten” iki yıl mahkûmiyet aldı. Aslında hükûmet bu olayın üzerine yeterince gitmiş olsaydı, cuntacıların pek çoğu ortaya çıkarılabilecek ve bunlar idam edilecekler, dolayısıyla artık kimse bu işe cesaret edemeyecekti.

AZİZ İdlib şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyor, bütün kardeşlerimin Receb-i Şerîf ayını kutluyor, İslâm âlemine hayırlara vesîle olmasını niyaz ediyorum.

Geçen haftaki yazımızda 27 Mayıs Darbesi’nin öncesinde ortamın nasıl hazırlandığını, CHP’nin rolünü, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün askeri açıkça darbeye nasıl yönlendirdiğini anlatmıştık. Bu kez de darbenin iç yapısını konu edeceğiz...

***

27 Mayıs’ın diğerlerinden farklı olan yanı, darbenin emir komuta hiyerarşisi altında değil, albay ve daha alt rütbeli subaylardan oluşan bir cunta tarafından yapılmış olmasıdır.

27 Mayıs Darbesi, sadece önceki yazımızda bahsetmiş olduğumuz kışkırtmaların sonucu olarak âniden ortaya çıkmış bir olay değildir. Bunun yılları bulan uzun bir hazırlık dönemi vardır.

Ordumuzun içinde öteden beri, merhum Necip Fazıl Kısakürek’in “yeniçerilik” diye ifade ettiği bir başkaldırı damarı var olagelmişti. Bu damarın kökleri tâ İttihat-Terakki’ye ve Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) teşkilâtlarına kadar uzanır.

Dolayısıyla daha Demokrat Parti’nin iktidar olduğu 1950 Seçimleri’nden önce de Seyfi Kurtbek ve Talat Aydemir’in de içinde bulunduğu bazı subaylar darbe cuntası kurma faaliyetlerinde bulunmuşlar, Demokrat Parti’nin güçlü bir şekilde iktidar olması üzerine cunta faaliyetleri bir süre tavsamış ise de 1954 Seçimleri’ni Demokrat Parti tekrar kazanınca, birbirinden habersiz çeşitli cunta çalışmaları daha hızlı bir şekilde devam etmiştir.

Bunların içinde en aktif olanı, Talat Aydemir’in başında bulunduğu cuntadır. Talat Aydemir bu darbecilik fikirlerini daha Kuleli Askerî Lisesi’nde iken tarih öğretmeninden ve babasının devamlı telkinlerinden aldığını, Harp Okulu’nda ve Orduya intisap ettikten sonra daha da geliştirdiğini söylüyor.

Her neyse, bu cuntacıların bir araya gelip teşkilâtlanmaları uzun hikâye de, burada tabiatıyla özetini vermek zorundayız…

***

Aydemir’in cuntası, Mart 1957 tarihinde İstanbul’da toplanıp darbe kararı alıyor. Aydemir bunu şöyle anlatıyor:

“Mutat üzere toplantıyı ben açtım… Gaye açıklandı. Bu memleketi bu gidişatından kurtarmak için hükûmet darbesi yaparak idareyi ele almak kararlaştırıldı.”

Memleketin gidişatındaki kötü olan neydi acaba?

Aydemir şöyle diyor:

(1950 öncesinde) “Muhalefetin icra tarzı fikirlerime uygun geldiği için daima her yerde destekliyordum. 1950 senesi memlekete hayırlı istikamet kazandırmıştı. Fakat iki sene sonra ümitlerim kırıldı. Başlangıç iyi olmakla beraber, seneler geçtikçe istikamet değişmeye başladı.”

Hâlbuki o yıllar, Demokrat Parti iktidarının en başarılı yıllarıydı. Millet her yönden nefes almış, halkın üzerindeki ölü toprağı gitmiş, insanlarda bir neşe, bir çalışma şevki oluşmuş, ülke tam bir kalkınma sürecine girmişti.

O hâlde Aydemir’i kötümserliğe iten şey neydi?

Aydemir’in ve de daha sonraki arkadaşlarının hoşlanmadığı şey, iktidarın halkın emrinde olması, mânevî değerlerine saygılı olmasıydı. Bunu onların daha sonraki ifade ve eylemlerinden anlıyoruz.

Bu yüzden Aydemir ilk defa 1954 yılında cunta kurma gayretlerine başlıyorsa da buna ancak 1957 yılında muvaffak olabiliyor. Cuntaya albaydan daha üst rütbeli subayların alınmaması kararlaştırılıyor.

***

Aynı yıl Aydemir’in cuntası, Yarbay Faruk Güventürk’ün başında bulunduğu başka bir komite ile birleşiyor. Bu yeni birleşik komitenin başına Kurmay Yarbay Faruk Güventürk seçiliyor.

Bu arada, başında Kurmay Binbaşı Sadi Koçaş’ın olduğu üçüncü bir cunta ile daha tanışılıyor. Bu yeni cuntanın talebine rağmen, güvenmedikleri için onlarla birleşmeyi kabul etmiyorlar. Cunta oldukça genişlemiş olmasına ve kritik birçok göreve kendi arkadaşlarını getirmiş olmalarına rağmen, üyelerin çoğunluğu harekete geçmek için güç ve imkânlarının yeterli olmadığı kanaatine varıyorlar.

Fakat Aydemir aynı kanaatte değildir. “Büyük bir kuvvete ihtiyaç yoktur, bir tank taburu ve Harp Okulu öğrencileri bu iş için yeterli” demektedir.

Nihâyet zor da olsa darbe yönünde kesin kararlarını veriyorlar fakat tam harekete geçecekleri sırada akıllarına bir şey geliyor: “Harekât yapıldıktan sonra ne olacak?”

Hay Allah! Bunu hiç düşünmemişlerdi!

Ne kadar ilginç bir durum, değil mi? Onca yıldır yaptıkları çalışmalarda yegâne düşündükleri şey, Demokrat Parti iktidarını, daha doğrusu “diktatör” Tayyip Erdoğan’ı, pardon Başbakan Adnan Menderes’i devirmek. Memleketi nasıl “kurtaracakları” konusunda hiçbir hazırlıkları yoktur...

Neyse, başlıyorlar düşünmeye…

“Bunun için çeşitli fikirler çarpıştı. Nihâyet hal’ tarzı olarak muvaffakiyet sonunda bir süre sonra seçimlere gitmek ve idareyi devretmek lâzımdı, bunda herkes müttefikti” diyor Talat Aydemir. Öyle de, idare kimlere devredilecekti?

“Biliniyordu ki, bu seçimi yüzde yüz CHP kazanacak. Onun için bu partinin ileri gelenleri ile temasa geçilme zamanı artık gelmiştir. Onun için iki arkadaş memur edildi: Albay Faruk Ateşdağlı ve Yüzbaşı Suphi Gürsoytrak.”

Albay Ateşdağlı, CHP kurmaylarından Faik Ahmet Barutçu’yla görüşüp onunla anlaşmış, fakat Genel Başkan İsmet Paşa’nın “normal seçimlerle nasıl olsa CHP’nin iktidara geleceğini, bunun yersiz olduğunu, şayet bir gün mecburiyet hâsıl olursa kendilerine müracaat edileceğini” söylediğini nakletmiş.

Bu sırada bir “Dokuz Subay Olayı” patlak veriyor. Çok kaliteli vatansever bir subay olan Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu, içlerinde Yarbay Faruk Güventürk’ün de bulunduğu bir başka dokuz cuntacıyı hükûmete ihbar ediyor.

Bu dokuz subay, 26 Aralık 1957’de tutuklanıp altı ay yargılandılar, sonuçta delil yetersizliğinden beraat ettiler. Binbaşı Kuşçu ise “orduyu isyana teşvikten” iki yıl mahkûmiyet aldı.

Aslında hükûmet bu olayın üzerine yeterince gitmiş olsaydı, cuntacıların pek çoğu ortaya çıkarılabilecek ve bunlar idam edilecekler, dolayısıyla artık kimse bu işe cesaret edemeyecekti. Bunun sorumluluğu, Millî Müdafaa Vekili Şemi Ergin’e aittir.

***

Şemi Ergin’in emir subayı darbeci Binbaşı Adnan Çeliker, her nasılsa Bakanını etkileyip olayı örtbas ettirmeyi başarmış.

Olayı Talat Aydemir şöyle anlatıyor:

“Adnan, Şemi Bey’e iyi tesir etmesini bilmişti. Yoksa tahkikat başka safhaya intikal etmiş olsaydı şimdi hiçbirimiz hayatta yoktu, hepimiz kurşuna dizilmiştik… Dokuz subay tutuklandıktan sonra da Bakan Şemi Bey’e meçhul bir ihbar mektubu daha geliyor. Mektupta, ‘Faruk Güventürk’ün arkadaşları şunlar şunlardır’ diyerek bizim komiteden sekiz on kişinin adı yazılıymış fakat isimler zor okunuyormuş… Fakat Adnan sayesinde Şemi Bey ikna edilerek mektup dosyada kalıyordu.”

Bir bakanın basîretsizliği bu millete ne kadar pahalıya mâl oldu, değil mi?

Cunta bu olaydan yara almadan kurtulmuştu ama çok korkmuşlardı. Uzun süre ilişkilerine ve çalışmalarına ara verdiler. Talat Aydemir anlatıyor: “İlk olarak evde ne kadar ufak tefek şüpheyi çekecek vesika varsa yaktım. Çünkü artık tehlike çanı çalmıştı, her an tevkif edilebilirdim.”

Bu sırada Talat Aydemir, Elazığ’da görevlidir. Aynı birlikte tabur komutanı olan Alpaslan Türkeş’le çok iyi anlaşıyor, aynı evde kalıyorlardır. Âdeta kardeş gibidirler. Türkeş’in o sırada cuntacılıkla bir ilgisi ve ilişkisi bulunmuyor, fakat Aydemir onun gıyabında Ankara’daki arkadaşlarına haber göndererek Türkeş’i komiteye teklif ediyordu. Ancak bu olaylara kadar oradan haber gelmiyor. Olay patlak verince Aydemir, Türkeş’e durumu izah ediyor ve ondan bir ricada bulunuyor:

“‘Şayet tevkif edilirsem, ailemi ve çocuklarımı İstanbul’a, kayınvalidemin yanına götürür müsün?’ dedim. Bana o zaman verdiği cevap aynen şöyleydi: ‘Talat, bu hususta hiç merak etme. Aileni hiçbir zaman sıkıntıda bırakmam. Hattâ iki çocuğunu benim çocuklarımla birlikte leyli olarak okuturum.’ Bu candan alâkasına çok memnun oldum. Artık Alpaslan Türkeş ile hemen her gün durum muhakemeleri yürütüyorduk, o aylar içinde benim en büyük desteğim oydu.”

Hayatın cilvesidir ki, bu canciğer iki arkadaş daha sonraki yıllarda karşı karşıya gelecekler, Aydemir’in 21 Mayıs 1963’teki darbe teşebbüsünü Türkeş, Bakan Hasan Dinçer vâsıtasıyla hükûmete ihbar edecek, olay sonrası her ikisi de Mamak Cezaevi’nde tutuklu bulundukları günlerde birbirlerinin yüzüne dahi bakmayacaklardı.

***

1959 senesinde cuntanın dinamosu olan Talat Aydemir, Kore’ye tayin ediliyor. Bu arada cuntacılar, Adnan Çeliker vâsıtasıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanan Orgeneral Cemal Gürsel ile ufaktan görüşüp onun iktidara soğuk baktığını anlıyorlar ve istedikleri tayinleri ona kolayca yaptırıyorlar. Bu meyanda Alpaslan Türkeş’i de Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sekreterliğine tayin ettiriyorlar.

Artık Türkeş de cuntaya dâhil olmuştur. Türkeş darbecilere en son katılmış olsa da, derhâl inisiyatif alıyor ve 38 kişiden oluşan “Millî Birlik Komitesi”ne üç tane genç yüzbaşı; Numan Esin, Ahmet Er ve Muzaffer Özdağ’ı sokmayı başarıyor.

Daha sonraki yıllarda merhum Türkeş’den bizzat dinlediğimde, kendisinin aslında darbe fikrine karşı olduğunu, fakat artık darbenin önlenmesinin mümkün olmadığını gördüğü için darbecilere katıldığını söylemişti.

Bu arada şunu da belirtelim: İktidar, seçimi bir yıl erkene alarak 27 Ekim 1957 günü yapmış, İnönü’nün umudu hilâfına, sonuçta Demokrat Parti bir miktar oy kaybına uğramış olsa da CHP’nin yüzde 42’sine karşılık yüzde 48 oyla seçimi yine kazanmıştı. Dolayısıyla bu sonuç, CHP’yi darbecilere daha çok yaklaştırmıştı.

Fakat Türkeş’in grubu, CHP’den uzak durulmasını istemektedir.

***

Ancak bir gün aynı fikri taşıyan komite üyelerinden Kurmay Binbaşı Mehmet Özgüneş, ihtilâl örgütü içindeki bazı subayların İsmet İnönü’den emir aldıklarını, ona bilgi aktardıklarını, “Demokrat Parti iktidarı alaşağı edildikten sonra İsmet İnönü bütün kadrosuyla beraber iktidara getirilmelidir” fikrini ileri sürdükleri haberini getiriyor.

Cennet mekân Hacı Ahmet Er ağabeyim anlatıyor:

“DP alaşağı edildikten sonra iktidarın CHP’ye teslim edilmesi demek, ülkenin bölünmesi, insanlarımızın kamplara ayrılması demek olurdu. Buna asla rızâ gösteremezdik. Türkeş’e sordum: ‘Albayım, İhtilâl gece eğitimine çıkar gibi kolay olacağa benziyor. Ancak daha sonra İnönü ve Halk Partisi iktidarı elimizden almak isteyecektir. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?’

Türkeş ayağa kalktı, sağ elini havada savurdu ve indirdi, hiç konuşmadı. Şunu demek istiyordu: ‘Halk Partisi’ne hâddini bildiririz.’

Fakat 27 Mayıs’ın öncesinde ve sonrasında CHP’nin tasallutunu maalesef önleyemedik.

(…)

Üç genç; Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve ben, bu meseleyi sabahlara kadar tartıştık. Ne yapmalıydık? Acaba durumu ihbar mı etseydik? Bunu hem kendimize yakıştıramadık, hem de iktidarın artık darbeyi önlemesi mümkün değildi. Örgüt üyeliğinden çekilsek miydi? Bu, İnönücülerin işine yarayacağı için hiç uygun değildi. Numan Esin söz aldı ve ‘Arkadaşlar, görüyorsunuz, bir çıkmazın içindeyiz. Gelin, ihtilâle katılalım ve de halkımızı bölen ihtilâl tasarruflarının karşısına çıkalım. Barışı, kardeşliği temin hususunda elimizden gelen gayreti gösterelim. İhtilâl içinde de mühim görevler alarak söz sahibi olalım’ dedi.

Numan Esin’in bu teklifi üçümüzce de uygun bulundu, bu niyetle üç genç subay ihtilâle girdik. İhtilâlden sonra bu niyet ve hareketimizden kesinlikle dönmedik.”

***

Görüldüğü gibi, darbeciler daha darbeden önce bölünmüşlerdi. Bu bölünmenin tezâhürlerini darbeden sonra göreceğiz.

Bu 27 Mayıs Darbesi, hep “ihtilâl” olarak anıldı. Hâlbuki ihtilâlle hiçbir alâkası yoktu. Merhum Necip Fazıl Üstad’ın ifadesiyle, o bir “gece baskını” idi. Acaba buna ihtilâl denmesinin sebebi, darbeyi meşrulaştırma gayreti miydi?

***

Bu hafta da bu kadar! Nasip olursa, gelecek hafta darbe gecesini ve sonrasını ele almaya çalışacağız…