İKTİDARI ele geçirme isteği
insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlık arasında en önemli kavga, savaş
nedenlerinden birisidir. Eski zamanlarda iktidar olmanın kuralları yoktu. Belki
bu yüzden iktidar heveslileri arasında erken davranan, kolayca yönetme mâkâmını
ele geçiriyordu. Hemen hemen her ülkede az çok bilinen taht kavgaları bunun
örneğidir.
İktidar olma isteğini meşru görmek icap eder. Ancak her meşru istek gibi,
iktidarı elde etmenin de bir kuralı, meşru bir yolu olmalıdır. O kurala sâdık
kalarak iktidar olan kimseye itirazın bir nedeni kalmaz. Meşruiyet sınırları
içinde iktidar olan kimsenin yapıp ettiklerine bakmak icap eder. Yaptıkları da
doğru ise, toplumun bir ihtiyacını karşılıyor, bir isteğini yerine getiriyor
ise, iktidara kimsenin kem söz söylemeye ya da alaşağı etmeye hakkı olmaz!
Müslümanlar arasında iktidar kavgası, Hazreti Muhammed’in vefatı ile birlikte
çok erken bir zamanda (Milâdî 632) ortaya çıktı. Dört Halifenin dördü de
Kureyşlidir. Halife olmak için Kureyşli olmayı şart olarak gördüler. “Beni
Saide Sakifesi” denilen yerdeki toplantıya katılanların sayısı 30-40 kişi
kadardı. Oysa Medîne, beş bin kadar nüfusa sahipti. Medine’nin dışında da çok
sayıda Müslüman vardı. Veda Haccı’na katılan Müslüman sayısının yüz bin kişi
olduğu anlatılır. Bu sayı yalnızca hacca gelenlerden ibarettir. Muhtemelen yüz
binden daha fazlası da hacca gelmemiştir. Yani Müslüman sayısının birkaç yüz
bin olduğu söylenebilir. O birkaç yüz binden yalnızca 30-40 kişinin hazır
olduğu istişare toplantısı, ne kadar istişâre sayılır?
Çünkü yönetim hususunda Müslümanların istişâre etmesi öngörülmüştür (Şura,
38; Âl-i İmrân, 159) Beni Saide Sakifesi’nde bu kuralın yeterince uygulandığını
iddia etmek zordur. Ardından Hazreti Ebû Bekir’in, vefatından önce Hazreti
Ömer’i tavsiye etmesi üzerine Hazreti Ömer’in halife olduğu bilinmektedir.
Hazreti Ebû Bekir’in, vefatından önce bazı kimseleri yanına çağırıp istişâre
ettiği bilinmektedir. Ancak bu istişârenin de Medineliler ve onların da
bazıları ile sınırlı olduğu açıktır.
Hazreti Ömer ise, suikasta uğradıktan sonra Mekkeli altı kişiden birisinin
halife yapılmasını istemiştir. Oysa o esnada İslâm ülkesinin sınırları Ceyhun nehrinden
Tunus’a kadar uzanmıştır. Bu kadar geniş bir alanda yönetme işinin
Mekkelilerle, onların içinde de altı kişi ile sınırlanması, istişâre
emrinin yeterince uygulandığını kuşkulu hâle getirmiştir. Hazreti Osman’ın
katledilmesinden sonra ise Medine’yi ele geçiren bir grup isyancının isteği ile
Hazreti Ali halife ilân edilmiştir. Müslümanlar elbette Medinelilerden ve orayı
ele geçiren isyancılardan ibaret değillerdi.
Dört Halifenin dördünün de iş başına gelmesinde istişâre kuralının
yeterince işlemediği, halkın tamamı ile istişâre edilmediği açıktır. Ancak
sonraki dönemlerde Dört Halifenin genel bir kabul görmesi, istişâre ve seçim
kuralının uygulanmamışlığı tartışmalarını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Emevîlerle
birlikte yönetme yetkisi menkul/gayrimenkul gibi babadan oğula intikal eden bir
mîrasa dönüşmüştü. İtiraz edenler, hattâ itiraz ettiğinden kuşku duyulanlar
bile katliamdan geçirilmişti.
İktidarın kansız ve hilesiz bir şekilde ve halkın rızâsına dayalı olarak el
değiştirmesi, Müslümanların tarihinde görülen ve bilinen bir şey değildir!
Türkler, İslâm ve iktidar
Müslümanların içinde Türklerin tarihi de bu durumdan farklı olmamıştır.
Boyu, akrabası fazla olan, savaşacak taraftarı çok olan, iktidarı ele
geçirirdi. İktidarı ele geçiren kişiye, İslâmiyet öncesinde Tanrı’nın kut
verdiği için yönetici olduğuna inanılırdı. Türklerin İslâmiyet’e intikalinden
sonra ise iktidarı ele geçiren kişiye Tanrı’nın kut verdiğine değil ama
Tanrı’nın nasip ettiğine inanılmaya başlandı. İşin esâsında bir değişiklik
olmadı. İktidarı ele geçiren Türk hanedanı, Abbasî Halîfesine hediyeler gönderip
bağlılığını bildirirdi. Halîfe de karşı hediyeler ile çeşitli unvanlar
gönderirdi. Böylece hanedanın yönetme hakkının İslâmî kurallar içinde meşru bir
temele dayandığı iddia edilirdi. Halk da isteyerek veya istemeyerek buna
katlanırdı.
Osmanlı döneminde padişahın hemen her konuda yetkili sayılmasından dolayı
yönetim, mutlakıyet idaresi sayılırdı. Gerçekten “mutlakıyet” nitelendirmesine
uygun davranan padişahların zamanında iktidar için bir isyan görülmemiştir. Ne
zamanki padişahlar yönetme gücünden yoksun, aciz, eğlenceyle meşgul, bazen de
çocuk yaşta oldularsa Yeniçeri Ocağı, iktidarın ortağı olmuştur. Ocağın
istediği kişi padişah ve/veya sadrazam olmuştur. Bazen de ocağın istemediği
padişahlar, sadrazamlar mâkâmından uzaklaştırılıp idam bile edilmişlerdir.
Bunun örnekleri çoktur. Ancak duraklama ve gerileme dönemlerinde ocağın
iktidardaki ağırlığı, sarayın ve ilmiye sınıfının aleyhine olacak şekilde
artmıştır.
İlk defa meşrutiyetle birlikte Osmanlı Devleti’nde yönetim yetkileri,
yasama, yürütme ve yargı diye sınıflandırılıp, padişahın yetkileri de eskiye
göre önemli ölçüde sınırlandırıldı. Abdülhamid Han, savaş şartlarını bahane
ederek meclisi kapatıp Kanûn-i Esâsî’nin uygulanmasını askıya almıştı.
Abdülhamid Han aslında, yasamaya (meclise) karşı bir çeşit darbe yapmış, hemen
her alanda yeniden yetki sahibi olarak mutlakiyete dönmüştü. Yine de hakkını
teslim etmeli ki, yargıya müdahale etmemiş, hiçbir siyâsî muhalifini idam
ettirmemiştir. İstişâre kuralını kendi bildiği gibi işletmiş, herkesle değilse
de uygun gördükleri ile yapmıştır. İstişâre sonuçlarından da yine uygun
gördüklerini uygulamıştır.
Yeniçeri Ocağı 1826’da kapatılmasına rağmen, onun iktidara ortak olma,
bunun içinse gerektiğinde isyan çıkarma geleneği devam etmiştir. Yeniçeri
geleneğini sürdüren İttihatçılar, 1908’de bir askerî darbeyle önce yönetime
ortak olmuş, sonra 1909’da Abdülhamid Han’ı devirince yönetimin sahibi durumuna
gelmişlerdir. Şimdilerde pek çok çevrenin 1908 olayını “Meşrutiyet Devrimi”
diye adlandırmasına karşılık, gerçekte bu olay bir askerî darbedir!
İttihatçılar elbette bir partidir ama partinin dayanağı ve vurucu gücü askerî
kanadıdır. Bu askerî kanat zaten İttihatçıları iktidara taşımıştır.
Ancak İttihatçıların iktidara sahip olması, Yeniçeri Ocağı’na göre
farklıdır. Yeniçeriler kendilerine daha çok gelir getirecek, savaştırmayacak ve
zevk-ü safâ içinde yaşamalarını temin edecek kişileri iktidar etmek için isyan
ederlerdi. İttihatçılarsa iktidarın sahibi olduklarında Yeniçerilerden farklı
olarak toplumu değiştirme isteğindeydiler. Kendi anlayışlarına göre toplumu
ilerletmeye çalışmışlardı.
İttihatçılar da muhalefeti hiç sevmemişlerdi. Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey gibi gazeteciler İttihatçılar tarafından infaz edilmiştir. Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra muhalifler yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, kaçamayanların ise canına okunmuştur. İttihatçılar Türkiye tarihinde, ordu desteği ile kurulan parti diktatörlüğünün ilk örneğidir. Türkiye tarihinde İttihatçılardan sonra en kötü insan tipi, muhalif olanlardır.
CHP’nin İttihatçıların devamı olduğu iddiası önemli ölçüde bir abartıdır! İttihatçılar yönetme tarzı olarak elbette ordu destekli parti diktatörlüğüne dayanmışlardı. Ancak millet anlayışları farklıydı. Milletin kendileri ile başladığı iddiaları yoktu. Kendilerinden önceki dönemi karanlık çağlardan biri gibi görmezlerdi.
Türkiye tarihinde 1950’ye kadar iktidar, askerî darbelerle sürekli el
değiştirmiştir. Kut inancı döneminde olduğundan farklı olarak yeni durum, ülkeyi
kurtarma iddiasına dayanmıştır. Zaten bu dönemde Tanrı’nın yalnızca bir
kişiye kut’u ebediyen verdiği görüşü resmîleşmiştir. Sivas Kongresi’nden sonra,
Eylül 1919’da, askerî bir darbeyle Osmanlı Hükûmeti’nin Anadolu ile bağlantısı
kesilmiştir. “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adlı bir dernek,
Anadolu yönetimini ele geçirmiştir. Gelişen olaylara ve yeni durumlara bağlı
olarak orduyu elinde tutanlar, iktidarın da sahibi olmaya devam etmiştirler.
Cumhuriyet ile ortaya çıkan yeni mutlakiyette artık kut’un sahibi
kesinleşmiştir. Bu kesinliğe itiraz edenleri kollama görevi ise askerî cenaha
verilmiştir.
CHP’nin İttihatçıların devamı olduğu iddiası önemli ölçüde bir abartıdır!
İttihatçılar yönetme tarzı olarak elbette ordu destekli parti diktatörlüğüne
dayanmışlardı. Ancak millet anlayışları farklıydı. Milletin kendileri ile
başladığı iddiaları yoktu. Kendilerinden önceki dönemi karanlık çağlardan biri
gibi görmezlerdi.
CHP’nin yönetim tarzı da İttihatçılara benzemesi bakımından onun devamı
sayılabilir. Ancak CHP’den önce millet yoktur. Türk halkı CHP ile millet
olmuştur. Bundan dolayı da millet, varlığını CHP’ye ve onun genel başkanına
borçludur. Söz edilen borç ise, yüz yıldan beri henüz ödenememiştir(!).
CHP’nin iktidar olması da, iktidarda kalması da askerî destek sayesinde
mümkün olmuştur. Bundan dolayı CHP’yi iktidar edecek hiçbir askerî darbeye
CHP’nin itirazı olmaz.
Türkiye tarihinde askerî darbelerin dış destek ve yardımla mümkün olduğu
iddiası inandırıcı değildir. Elbette bazen İngiltere’nin, bazen ABD’nin askerî darbelerde
doğrudan payı vardır, ancak askerî darbeler için dış destek ve kurgulardan önce
içerideki nedenlere bakmak icap eder.
CHP kendisini aydınlanma dönemi misyonu içinde görür. Halk cahildir, doğru
yolu bilmez, bulamaz. Halkın devlet zoruyla doğru yola getirilmesi gerekir. Bu
da yetmez, yine devlet zoruyla doğru yolda tutulması icap eder. Halkı devlet
zoruyla doğru yolda tutmak demek, iktidarın CHP’de tutulması demektir. CHP
seçim kazanamadığı için, vesâyet düzeniyle iktidarı sürdürülmüştür.
İşte o vesâyet düzenini değiştirmeye teşebbüs eden iktidarlar ise askerî
darbeyi hak etmişlerdir(!). Çünkü yüz yıldan beri “içeride iktidarların şahsî
menfaatlerinin işgalcilerin menfaatleri anlamında tevhit ettiği” söylenir.
Yabancılarla iş tutmak, işbirliği yapmak yalnızca CHP seçkinlerinin hakkıdır.
Üstelik onlar bu konuda tecrübe sahibidirler. Zaten aydınlanma misyonuyla CHP,
ülkenin de, milletin de sahibidir. Millet ise yüz yıldan beri hiçbir özgür
seçimde CHP’yi iktidar etmeyecek kadar geridir.
O hâlde böyle bir millet başıboş bırakılamaz. CHP’ye karşı seçim kazananlar
her zaman şahsî menfaatlerini işgalcilerin menfaatleri ile tevhit eden
kimselerdir. Okula giden herkes bu cümleleri 12 yıllık zorunlu eğitimle her gün
yeniden ezberlemektedir.
Türkiye’de bütün askerî darbelerin temel nedeni Atatürkçülüğe dayandırılır.
Bu dayanak, darbecilere meşruiyet sağlar. Kendilerini haklı ve yetkili görürler.
Teslim etmeli ki, askerî darbelerin yolu okuldan, kışladan, eğitim
müfredatından geçmektedir. Bu yola müdahale edip değiştiremeyenlerinse askerî
darbe heveslilerinden ve amigolarından şikâyetçi olmaları beyhudedir. Hattâ
onlar hakkında açılan dâvâlardan ceza almaları da sonucu değiştirmeyecektir.
Eski darbecilerin sabah akşam övülmesi, yeni darbeciler için özendirici değil
midir?