BU yazımızda,
27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ardından darbecilerin siyâsî
partilere yaptıkları dayatmaları ele alacağız…
Generaller
15 Ekim 1961’deki sonuçları beğenmiyor
27
Mayıs Darbesi ile Türkiye’de darbeler ve cuntalar dönemi başlamış ve uzun
yıllar boyunca bu darbenin artçı sarsıntıları ülkemizi meşgul etmeye devam
etmişti. 27 Mayıs Darbesi bir yılını doldurmadan yeni cuntalar kurulmaya
başlamıştı.
CHP
darbenin ardından yapılan 1961 Seçimlerinde beklenen oyu alamamış ve sandıktan
Demokrat Parti’nin devamı sayılan Adalet Partisi (AP) çıkmıştı. Seçim
sonuçlarını beğenmeyen generaller, “Bu Meclis’e iktidar devredilmez” diyerek
yeniden ihtilâl yapma kararı almışlardı. “Silahlı Kuvvetler Birliği” isimli
cunta, darbeye karar vermişti.
Oysa
ordu daha 1 yıl önce müdahale etmiş, Başbakan Menderes asılalı 5 ay olmuştu.
Lâkin seçimden yüzde 61’le sağ partiler önde çıkmıştı. Seçmen, darbeci
generallere tepkisini sandıkta göstermişti.
27 Mayıs İhtilâli’nden sonra Silahlı
Kuvvetler’de bir cunta kurulmuştu. Bu cunta, 10 general ve 28 albaydan
oluşuyordu. Bunlar, daha önce kendi aralarında seçim sabahı iktidara kim
gelirse gelsin, devleti hiçbir partiye teslim etmeyeceklerine dair karar
almışlardı. Bu protokolün adı, “21 Ekim Protokolü” idi.
Protokole imza atanlar arasında Faruk
Gürler, Faruk Güventürk, Refik Tulga, Namık Kemal Ersun, Suat Aktulga, Recai
Baturalp, Vecihi Akın, Emin Aytekin, Fikret Köknar, Bedrettin Demirel gibi
Genelkurmay Başkanlığı ve Ordu Komutanlığına kadar yükselen paşalar da vardı.
Bu cunta mensupları, daha sonra kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi
(Akdoğan, 2011:198-199).
Seçim
sonuçları Silahlı Kuvvetler Birliği içindeki şahinleri yeniden harekete geçmeye
sevk etmişti. Albay Talat Aydemir ve arkadaşları seçim sonuçlarının “millî iradeyi
tam olarak yansıtmadığını” iddia ediyor, seçim sonuçlarının tanınmaması
gerektiği şeklinde uluorta açıklamalar yapıyorlardı.
Cuntacılar
bu doğrultuda Türk siyâsî hayatına “21 Ekim Protokolü” olarak geçen bir bildiri
yayınlamışlardı. Protokol, seçim sonuçlarının tanınmadığını, bütün siyâsî
partilerin faaliyetten men edileceğini, bu duruma göz yuman Millî Birlik
Komitesi’nin de gerekirse feshedileceğini ilân ediyordu.
Durumun
vahametini gören Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 23 Ekim’de dört kuvvet
komutanının da içinde bulunduğu 24 general ile olağanüstü görüştü. Ardından 24
Ekim’de parti liderleri Çankaya Köşkü’nde, darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel
başkanlığında bir araya getirildi.
Meşhur
toplantının katılımcılarından General Muhsin Batur’a göre toplantının en önemli
gündemi, “Meclis’in açılmasına müsaade edilmeli mi, edilmemeli mi?” konusuydu.
21
Ekim Protokolü’nün uygulanabileceğinin tehdidi altında parti liderleri Cemal
Gürsel’in Cumhurbaşkanı, İnönü’nün ise Başbakan olması şeklinde silah zoruyla
ikna edildiler. Böylece CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 20 Kasım 1961 ilâ 20 Şubat 1965 tarihleri
arasında silah zoruyla ülke yönetimini 4 yıl daha esir almış oluyordu.
Demokrat
Partililerden sonra Adalet Partililer de aynı tuzağa düşmüş, ülkede
demokrasinin serbest seçimlerin sonuçlarıyla tecelli edeceğine safça
inanmışlardı. Hâlbuki bazılarına göre seçimle
gelerek iktidarı alacağını ummak, sapık bir zihniyetti. Bu sapık zihniyetin 27
Mayıs sabahı başı ezilmişti. Artık dirilmesi mümkün değildi (Toker, 1992:41).
Metin
Toker’e göre 1961 Seçimlerinden çıkan sonuç, 27 Mayıs’ın yanında olmaktan daha
çok, karşısındadır. Ve bu yönüyle seçim sonuçları suçludur. Seçim sonrası oluşan Meclis’ten
beklenen ilk iş olan Cumhurbaşkanlığı seçimini belirlemek için hazırlanmış
belge, 21 Ekim (1961) tarihli Çankaya Protokolü idi. Cuntacılar, “21 Ekim
Protokolü” denilen bu muhtırayı Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’a da
imzalatmışlardı.
İkna
olmaya yanaşmayan AP lideri emekli Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala, yeni
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay tarafından “Madem partinin horozu sizsiniz,
tavuklarınızı kanatlarınız altında tutun” (Mangırcı, 1999:60) şeklinde
kabaca uyarılmıştı. Bedii Faik, bu vaziyeti şöyle anlatır: “Evet,
övünüle övünüle, gerine gerine ilân edilip yapılmış bir seçimden tam altı gün
sonra, Harp Akademisi’nde toplam 38 adet Silahlı Kuvvetler mensubu (10 general,
28 albay), o seçimi saymamaya karar veriyorlardı.” (Faik, 2003:93)
Ferruh
Bozbeyli, generallerin o günlerdeki ruh hâllerini şöyle anlatıyor: “O dönem, ‘Bu seçim yanlış oldu, biz Halk
Partisi kazanacak zannediyorduk. Adalet Partisi kazandı, yine bunlar söz
sahibi. Seçimler olmamalıydı’ denilen bir dönemdi.” (Bozbeyli, 2009:137)
O
günlerde dergi ve gazetelerin idarehaneleri, bazı subayların uğrak yeri
olmuştu. Gazete idarelerini uğrak yeri yapmış bu subaylar bir yandan devlet
yönetimi hakkında ne kadar bilgili olduklarını göstermeye çalışıyor, bir yandan
da Adalet Partisi’nin her türlü icraatını “şımarıklık” olarak niteliyorlardı. Bu
psikolojinin tesiriyle olacak “bir general, Adalet Partili bir senatörü
tokatlamak” cüretini dahi göstermiş, siyâsilerin her türlü faaliyetini
sürmanşet yapan basınsa bu olayı görmezden gelmiş, her şeye öfkelenen askerler
de bu işe seyirci kalmışlardı.
Aynı
günlerde basın, AP kurucularını Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı ve İnönü’nün
Başbakanlığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu.
Çankaya
Zirvesinde siyâsilere dayatılan bu iki husustan başka, DP’li yasaklıların
affının istenmemesi, 27 Mayıs’ta emekli edilmiş subayların orduya dönmemesi ve
147’lerin üniversiteye dönmemesi şeklinde talepler mevcûttu.
Dönemin
önemli aktörlerinden Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de 15 Ekim seçimlerinin ardından cuntacıların seçimleri iptal etmeyi
düşündüklerini, bunun hukukî altyapısını kurgulamak için Hukuk Fakültesi’nden
bazı öğretim üyeleriyle görüştüklerini nakleder (Başgil, 1990:103).
Öte
yandan aynı iktidar kavgasının değişik bir yansıması, Adalet Partisi
içerisindeydi. Partinin Genel Başkanı
Genelkurmay eski Başkanı Ragıp Gümüşpala bizzat Cumhurbaşkanı olmak istiyor,
bunun için Prof. Dr. Ali Başgil’in önünü kesmeye çalışıyordu (Mangırcı, 1999:63).
Resmî
ideolojinin yazarları da Adalet Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı çıkarmasının
önünü ısrarla kesmeye çalışıyorlardı. Falih Rıfkı Atay, “Bu sokak şirretleri, Şeyh Sait isyanıyla yapılanı yapmaya çalışıyorlar”
şeklinde ağır ifadeler kullanırken, Aydın Yalçın da Öncü gazetesinde “‘İstediğimiz insanı Cumhurbaşkanı yaparız’
diyenlerin görüşleri sakattır” diye yazıyordu.
Kayseri Cezaevi’nde hapis yatan eski bir
Cumhurbaşkanı’nın ailesine yazdığı mektupların dahi cezaevi savcısı tarafından
ailesine gönderilmeyip iade edildiği (Bayar, 1999:18)
bir Türkiye’de
yaşanılıyordu henüz.
1961
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
İşte
bu şartlarda gerçekleşen seçimlerin ardından AP’nin kendi cumhurbaşkanını
seçebileceği çoğunluğa ulaştığını gören darbeciler, AP’nin adayı Prof. Dr. Ali
Fuat Başgil Hoca’yı kendilerine nokta hedef seçtiler.
Gürsel,
her şeyi göze almıştı. Bazı dostlarına, “Beni cumhurbaşkanı seçmeyen
Meclis’i dağıtırım, ordu her zaman emrimdedir!” (Erkanlı, 1972:152) açıklamasını yapmakta bir sakınca
görmüyordu.
Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel, bir toplantıda şunları
söylemişti: “Eğer Ali Fuat Başgil cumhurbaşkanı seçilirse, Çankaya Köşkü’ne ilk
bombayı ben atarım.” (Tunçkanat, 27 Mayıs 1960 Devrimi, s. 457) (Ertunç, 2010:445)
Ülkede
görünürde iktidar olan, “Millî Birlik Komitesi” idi. Ne var ki, iktidarın
gerçek sahibi, Silahlı Kuvvetler Birliği adlı cuntaydı. Bunlar Gürsel’i
Cumhurbaşkanı, İnönü’yü ise Başbakan yapmak istiyorlardı. Kurt politikacı İnönü
ise, Cumhurbaşkanlığını kapabilmek için çeşitli plânlar ve kurgular peşindeydi.
Çankaya’da
yapılan asker dayatması protokol AP içinde kavgaya sebep olmuştu. Bozbeyli bu
kavgayı şöyle anlatıyor: “Ali
Bozdoğanoğlu isimli bir Adana milletvekili vardı. Kürsüye çıktı. ‘Ben buraya
asfalt yollardan, barajlardan geçerek geldim. Onun için korkmayın, cesur olun,
aday olun. Keşke benim de sizin gibi mevkiim olsa da ben aday olsaydım’ diye
bir konuşma yaptı. Gümüşpala kızdı. Kürsüye tekrar çıktı, ‘Ben söz verdim. İmza
attım. Bütün parti liderlerini, İsmet Paşa, Osman Bölükbaşı, Alican da dâhil
hepimizi Çankaya’da topladılar. ‘Cemal Gürsel’den başka bir aday
göstermeyeceğiz’ diye imza verdik. Bizden imza istediler, verdik bu imzayı’
dedi. Grupta kıyamet koptu. Gümüşpala’ya bağırdılar, çağırdılar. Çok
öfkelenmişlerdi…” (Bozbeyli, 2009:171)
Aynı
günlerde basın da AP kurucularını Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı ve İnönü’nün
Başbakanlığı konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Darbecilerin ve CHP’li medyanın
hep birlikte Cumhurbaşkanı yapmak istedikleri darbe lideri Cemal Gürsel’in
sağlığı ise buna hiç müsait değildi.
Cihat
Baban’ın Bakan olması münasebetiyle sıkça görüştüğü darbe lideri Gürsel, ciddî
hasta idi. Bir tarafı hemen hemen hiç tutmayacak kadar felçli idi (Baban, 1970:243).
Buna
rağmen yapılmak istenen; sürekli olarak sivil yönetimin bir askerle Çankaya’da
bütünleşmesi, Türkiye’nin bu birleşmeden doğan yöntemlerle yönetilmesiydi
(Arcayürek, 1985:110).
Sonuçta
darbenin iki önemli kurmayı olan General Fahri Özdilek ve General Sıtkı Ulay, Türk
siyâset tarihine kara bir leke olarak geçecek bir olaya imza attılar. İki
kafadar general, Adalet Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı Profesör Ali Fuat
Başgil’i Başbakanlık binasına davet ederek onunla özel bir görüşme yaptılar.
Demokrasinin üzerine gölge düşüren bu görüşme, daha sonra olayın kahramanları
başta olmak üzere birçok kişi tarafından yazılarak anlatıldı.
Başgil’in anlatımına göre, General
Sıtkı Ulay, önce Başgil’e Cumhurbaşkanlığına aday olup olmadığını sormuş,
Başgil’den “Evet” cevabını alınca ipler birden kopmuştu. General Sıtkı Ulay,
Başgil’e, “Adaylığınızı geri almanız
gerekiyor. Gürsel Paşa’dan başkasının cumhurbaşkanı olmasına müsaade
etmeyeceğiz. Bir cunta kurulmuştur. Bu, size söylediğimiz cuntanın bir
tebliğidir. Kabul etmediğiniz takdirde parlamento dağıtılacaktır. Sizin de
hayatınızı garanti edemeyiz” diyerek açıkça tehdit etmişti (Başgil, 1990: 98-99-100-101).
Adalet
Partisi’nin kurucu kurmaylarından Saadettin Bilgiç’e göre bu görüşmeye AP’li
Gökhan Evliyaoğlu ile birlikte giden Başgil, böyle bir davete icabet etmekle
baştan tarihî bir hatâya imza atmıştı. Sonradan
çeşitli kaynaklara yansıyan bilgilere göre Sıtkı Ulay, tabanca ile Prof. Dr.
Başgil’i ölümle tehdit etmişti (Mangırcı, 1999:70).
Bir başka kaynağa göre ise generaller,
Profesör Ali Fuat
Başgil’in başına silah dayayarak, “Bu işten
vazgeçin! Aksi hâlde Etlik’te mezarınız hazır” (Milliyet, 2010) demişlerdi.
Bir
başka kaynağa göre iki general, emekli asker ve AP’nin kurucusu Şinasi Osma’yı
da çağırarak konuya yaklaşım tarzlarını ona gösterdiler. General Sıtkı Ulay her
zamanki üslûbuyla Şinasi Osma’ya, “Bana
bak Şinasi, siz bizim tüfeği alıp dağa çıkmamızı mı istiyorsunuz?” (Öymen Ö.,
1986:341) diye çıkışmıştı.
Prof.
Dr. Ali Fuat Başgil, bu talihsiz görüşmenin ardından, aynı gün önce AP Genel
Başkanı Ragıp Gümüşpala’yı, daha sonra da CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nı
ziyaret edip bilgi vermiş, bilâhare Samsun Senatörlüğünden istifa ederek ve
Cumhurbaşkanlığı adaylığından geri çekilerek İstanbul’a geri dönmüştü. Böylece
Cumhurbaşkanlığı mâkâmı Genelkurmay Başkanı’ndan sonra bir üst rütbe hâline
gelmiş, Çankaya yolu önce General Cemal Gürsel’e, ondan sonra da General Cevdet
Sunay’a açılmıştı.
Dinleyici
localarının üniformalı subaylarca doldurulduğu, Adalet Partisi
milletvekillerine parlamentoda ağır küfür ve hakaretlerin savrulduğu bir
ortamda darbe lideri General Cemal Gürsel, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dördüncü
Cumhurbaşkanı seçildi. Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli, o tarihî günü şöyle
anlatır:
“Darbeci General Cemal Gürsel,
seçim günü Meclis’e Orgeneral elbisesiyle geldi.” (Bozbeyli, 2009:167)
“Dinleyici localarından bir
subay, omuzlarındaki rütbeler de gözükecek şekilde sarkıp, ‘Ulan eşek oğlu
eşekler’ diye bağırdılar bize oradan.” (Bozbeyli, 2009:175)
İşte
bu şartlarda girilen seçimlerde Gürsel, 607 üyeden 434’ünün oyunu almış, 156 oy
ise her şeye rağmen boş olarak atılmış, 17 üye de başkalarına oy vermişti.
Muhalif Adalet Partisi’nin üye sayısının 229 olduğu parlamentodan, darbe
liderine ancak bu kadar direnç çıkabilmişti.
Seçimin ardından, Tabiî Senatör olarak Meclis’e giren MBK üyeleri
oldukça açık “kol bükme” manevralarıyla AP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ali Fuat
Başgil’i adaylıktan vazgeçmeye ikna edip (!) Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı
seçilmesini sağlamışlardı (Belge, 2011:630).
Darbe
lideri Gürsel’in Meclis salonuna girmesi sırasında ayağa kalkmayan eski general
ve yeni AP Senatörü Yusuf Demirdağ’ın, General Sıtkı Ulay tarafından “Kalk ulan
ayağa!” diye tehdit edildiği bir ortamda ancak bu kadar demokrasi tecelli
edebilmişti.
Seçimlerden
11 gün sonra siyâsî partilere dayatılan protokol icabınca Köşk’e, ihtilâlin
lideri Cemal Gürsel yerleşti. İsmet İnönü’nün Başbakan olduğu CHP-AP koalisyon
hükûmeti kuruldu. Ama bütün bunlar dahi ihtilâlcileri mutlu etmeye yetmedi.
Kaynaklar
Akdoğan Lütfü, (2011), Hatıralar, Ankara: Gazeteciler Cemiyeti Yayınları
Arcayürek Cüneyt, (1989), Darbeler ve Gizli Servisler, Ankara:
Bilgi Yay.
Baban Cihat,(1970), Politika Galerisi, İstanbul: Remzi
Kitabevi
Başgil Ali Fuat, (1990), Hatıralar, İstanbul: Boğaziçi
Yay.
Bayar Celal, (1999), Kayseri Cezaevi Günlüğü, İstanbul:
YKY Yay.
Belge Murat, (2011), Militarist Modernleşme, İstanbul,
İletişim Yay.
Bozbeyli Ferruh, (2009), Yalnız Demokrat, İstanbul: Timaş
Yayınları
Erkanlı Orhan, (1972), Anılar, Sorunlar, Sorumlular, İstanbul:
Baha Matb.
Ertunç Ahmet Cemil, (2010), Cumhuriyetin
Tarihi, İstanbul, Pınar Yay.
Faik Bedii,(2003), Matbuat Basın Derken Medya, Cilt:4,
İstanbul: Doğan Kitap
Mangırcı Faruk, (1999), Çankaya Savaşları, Ankara: ?
Öymen Örsan, (1986),Bir İhtilal Daha Var, İstanbul: Milliyet
Yay.
Toker Metin, (1992), İsmet Paşalı Yıllar, Ankara: Bilgi
Yay.