Darbe zihniyetinin ürünleri işimize mi geliyor?

Türkiye’de eğer vesâyet rejimine ket vurulduğu konuşulmaya devam edecekse, darbe fikir veya söylentilerine karşı refleks göstermek değil, darbe ürünlerini tasfiye etmek elzemdir. Bu, Anayasa’ya karşı gelme çağrısı değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün sivil varlığı bakımından özgürleştirmek, hattâ Anayasa’yı dahi mahkemesinden hür hâle getirmek teklifidir.

MELİH Gökçek döneminin Ankara’da başladığı yıllarda en çok konuşulan konulardan biri de başkentin önemli noktalarındaki bazı heykellerin kaldırılmasıydı.

“Su Perileri” adıyla anılan Ankara’nın ilk anıt çeşme/havuz tipi heykeli de kaldırılan yapıtlardan biriydi.

Gökçek’in heykel kaldırma faaliyetini lâikliğe karşı operasyon sayanların Ankara’da birçok defa yeri değiştirilmiş bu anıt çeşme heykel üzerinden nasıl bir hesaplaşma içerisine girecekleri bilinmiyordu elbette.

Sonunda AK Parti’ye katılır katılmaz Millî Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un kabrinin nerede olduğunu dahi bilmese de Kültür ve Turizm Bakanlığı pâyesini alan devrimci CHP’ci avukat Ertuğrul Günay, demokrat ve lâik Türkiye’nin teminatı olmak bâbından bir hareketle bu heykel tipi çeşmeyi Ankara’da önemli bir sanat ve kültür merkezi olan CerModern’in bahçesine aldırmayı çok önemli bir görev saymıştı kendisine…

Derdim, heykel sanatına bakış veya heykel üzerinden tarih tasnifi yapmak değil. Ancak inatçılığın hikâyesinde, çok basit karikatüristik figürlerin dahi ne büyük kıymetlere bindirildiği konusu…

Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinden birinin “Işıklar yanıyor” şeklindeki şuurdan yoksun sosyal medya paylaşımı da bu konunun başlıklarından birini oluşturuyor.

Kahraman Gündüz ağabeyimin bu fakiri anarak kaleme aldığı yazıyı kendi adıma altına imza atılır mâhiyette buluyor ve üzerine ekleyecek tek bir cümle bulamıyorum. Zaten doğrudan bu mesaja ve uyandırdığı kanala bakınca, ben de Kahraman ağabey gibi, televizyon ekranının karşısında donup kaldığımı ve evden çıkarken de eşimin gösterdiği telâşa karşılık “Bu tırsaklar kimseye sıkamaz!” cesaretiyle çıktığımı hatırlıyorum…

Evet, 15 Temmuz, Türkiye’de bütün darbe zıplamalarına karşı müthiş mi müthiş bir refleks uyandırmıştır. “Paranoyak derecede” demek yanlış olur buna, zira “tırsaklar” diye tanımladığım şebekenin uçak bombası, tank ve helikopterle milletimizi katlettiğine şâhitseniz, küçücük bir şaka dahi yapılacak olsa, o şakayı yapana hâddini bildirmelisiniz! Böyle yapmalısınız ki, o düşüncede olan bile düşüncesinin ne olduğunu unutsun…

“Işıklar yanıyor” şeklindeki mesaja karşılık verilen bazı cevaplar milletimizin darbe fikri ve girişimlerine karşı vereceği tüm muhtemel karşılıkların şiddetini her ne kadar işaret etse de, sığ bir zihniyete tam da kendisi gibi sığ açılardan bakmamak gerektiğini düşünüyorum.

O gün sosyal medyaya yansıyan bazı mesajlarda, kamu kurumlarının israf ölçüsünde enerji kaynağı tüketimine zemin hazırladığı, Anıtkabir gibi alanların niçin hâlâ ışıklandırılıyor olduğu soruluyordu.

Bu soruların haklılık payı olabilirdi, ancak meseleye bir de başka bir boyuttan bakılmalıydı!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuvvetler ayrılığı konusunu devletin sözde stratejik aklı tarafından programladı, tamam. Ancak bu konuyu millet hiçbir zaman anlamadı. Ve bu yüzden “yargı” bir erk olarak değil, bir başlık olarak kabul edildi.

Hâlbuki yargının nasıl bir erk olduğunu, Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine TBMM’ye sunduğu teşekkür konulu basın toplantısında şöyle aktarmıştı: “Cumhurbaşkanı seçilmemi, kişiliğimde yargıya verilen değerin bir göstergesi olarak kabul ediyor ve beni bu göreve layık görerek onurlandıran Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şükranlarımı sunuyorum.”  

Bu cümleye göre birincisi, Cumhurbaşkanlığı mâkâmı bir görev alanıdır.

İkincisi, bu alana görevlendirilecek kişiyi seçen, kendi bünyesi içerisinde bu alana lâyık birini bulamamıştır.

Ve üçüncüsü, Türkiye’nin en üst mâkâmı bir yürütme erki mâkâmı iken yasama erki açısından bir görev alanı, yargı erki açısındansa o mâkâmı yönetebilecek liyakate tek sahip olunan mevkidir.

Anayasa Mahkemesi’nin bir askerî darbe ürünü olduğu ve Türkiye’de bugüne değin yaşanmış bütün darbelerin sözde hukuktan doğan haklar üzerinden gerçekleştiği ve her darbenin ardından, darbenin meşruiyetini ortaya koyacak tek erk olarak yargının görüldüğü unutulmaktadır.

Türkiye’de eğer vesâyet rejimine ket vurulduğu konuşulmaya devam edecekse, darbe fikir veya söylentilerine karşı refleks göstermek değil, darbe ürünlerini tasfiye etmek elzemdir. Bu, Anayasa’ya karşı gelme çağrısı değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün sivil varlığı bakımından özgürleştirmek, hattâ Anayasa’yı dahi mahkemesinden hür hâle getirmek teklifidir.

Millî Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve dahi birçok kurumun varlığı sözde 2008-2010 yılları arasında tartışılmış, hattâ “Anayasa değişikliği” başlığından bahsedilmiş, ancak bir arpa boyu yol alınamadığı gibi, o yıllarda FETÖ’nün acayip derecede şiddetle desteklediği bugünkü ortam hazırlanmıştır.

O günlerde de diyordum, bugün de üzüntüyle söylüyorum; “Anayada’da değişiklik” tamlaması ile “Anayasa değişikliği” tamlaması arasında anlam bakımından dağlar kadar fark vardır. Ve rica ediyorum, bu fark artık anlaşılmalıdır!

Anayasa Mahkemesi binasının üzerindeki ışıklar lüzumsuzsa söndürülmemeli, bizzat Anayasa Mahkemesi için bir darbe ürünü olarak lüzumluluğu tartışılmalıdır.

Bu haftaki diğer yazımızda devam etmek üzere, selâm ile…