Darbe mi dediniz? Siz de kimsiniz?

Darbe mi dediniz? Siz de kimsiniz?! Kimlerdensiniz? Rabbü’l-Âlemîn’in, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları velî edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez” âyetinden anladık ki, sizler hidâyetten nasibi olmayan, ahvali dostluk kurulmayacak anlamda vahim olan zalimlersiniz. Tekrar edelim: Bizler Selman-ı Farisî’nin dediği ve Hazreti Ömer’in teyit ettiği “İslâm oğlu Müslümanlarız”. Kiminle dans etmeye kalktığınızı iyi bilesiniz!

10 Şubat 2018 sabahı gerek gazetelerde, gerek sosyal medya sitelerinde bir haber yayımlandı. O haber öyle ilgi çekiciydi ki, “e-Devlet/ www.turkiye.gov.tr” sitesi kilitlendi.

Yayımlanan bu haber öyle merak uyandıracak nitelikteydi ki “e-Devlet” işlemlerini etkileyecek kadar yoğun giriş gerçekleşmişti.

Nereden geldiğini, soyunun sopunun kimlere dayandığını merak eden herkes Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün sunduğu “Alt-Üst Soy Bilgisi Sorgulama” hizmetinden yararlanmak istemişti.

Madem böyle bir hizmet sunulmuştu, kimlerden olduğunu bilme-öğrenme isteğine kapılmak gayet normal bir eğilimdi. Ancak madalyonun bir de öteki yüzüyle yüzleşmek vardı!

Günlerce eş dost arasında bu hizmet, sohbetin ana temasını oluşturmuştu. Önce “Siteye nasıl girilir, nasıl sorgulama yapılır, e-Devlet şifresi nasıl alınır?” gibi soruların cevapları aranıyorken, sonraları Mısır’da, Kıbrıs’ta, Paşa Limanı adasında, atadan dededen kalma toprakların olup olmadığını sorgulamaya kadar varmıştı muhabbet…

Derken, nesebinin Osmanlı Hanedanlığına dayandığından bahsedenler oldu. Sesine, sözüne ve mimiklerine şaşkınlık emareleri yükleyerek ne kadar soylu olduğundan söz edenlerle şaka yollu “soyluluk” gösterilerine de şâhit olduk.

Böyle bir rüzgârdı, geldi ve geçti mi bilmiyorum, ancak hizmetin güzelliği kadar tedirgin edici boyutu ile de yüzleşmek nasibimiz olmuştu.

Bundan iki yıl önce cereyan eden bu durum, bir toplulukta artısı ve eksisiyle değerlendiriliyordu. İçimizden birinin, “Allah aşkına, kimseyi atasıyla, mal varlığı ile övünüyor diye kınamayın! Bırakın bir parça övünsün insanlar. Ne var bunda? Hattâ sevinelim, çünkü milyonluk villalar, binlerce liralık tatiller, yüksek rakamlı son model arabalarla, internet sitesinden kuyruğa girip binlerce dolara aldıkları ‘Türkçe bilmeyen’ ayakkabı, gözlük ve çantalarla övünmekten evlâdır” dediğini hatırlıyorum.

“So what?” (E, ne olmuş?) diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Evet, pek bir şey olmamış gibi duruyor. Her haber gibi tesiri tez tükendi ve kimlerden olursak olalım ağır aksak yolumuza devam ededurduk. Her hizmet gibi hızlı ilgilendik, çabuk bıktık.

Malûm, asrın hastalığı, elimize ne geçer, önümüze ne çıkar veya gözümüze ne çarparsa didik didik etmemiz ve sonra ardımızda bırakmamız... Tıpkı bir çocuğun ısrarla istediği oyuncağa sahip olduktan birkaç saat sonra parçalama eğiliminde olması gibi…

Bu hizmet, teorik olarak faydalıydı. Ancak bu faydadan daha ehemmiyetli bir sorgulamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ki,  o ihtiyacımızı sorgulayacak ne devlet, ne bir kurum, ne bir savcı, ne bir site, ne bir olağanüstü hizmet, ne de yüksek teknolojinin güç yetirmesi mümkün.

Bahsini ettiğim sorgulama ihtiyacına cevap bulmak ancak kendi kalbimizle hasbihâl ederek, kendi kendimizi sigaya çekebileceğimiz ve kendi kendimize sorgulayabileceğimiz “imanî” bir mekanizmayı şart kılıyor. Bu sorgulamanın mekânı kalbimiz ve yegâne teyit edicisi ise gizli ve aşikâr olanı bilen Yüce Rabbimiz!

Sahi, biz kimlerdeniz? 

***

İki yıl öncesinden bir habere dönmemin aslında başka bir sebebi var. O da, Rand Corporation’un raporu ve sınır ötesi korku imparatorluğu kurma gayretinde olarak zihnî terör üretenlerin “yeni bir darbe” girişimi olacağına dair algı yaratma çabalarına karşılık bir farkındalık, bir tedbir ve aslımızı hatırlama gayretine düşmemdir.

“2020’de yeni bir darbe olacakmış” fısıltılarına kulak asmaktan evvel, evlerimizin kapısına dayanmış, odalarımızın içine dalmış, çocuklarımızın rûhuna sızmış sosyal medya ile zihin terörüne maruz kalıyoruz ve her an, her saat, her gün mâneviyatımıza indirilen darbeleri kanıksayarak ertesi güne erişiyoruz.   

Darbe evlerimizin eşiğindeyken, uzaktan gelecek olana kulak kabartmak yerine, kalbimizdeki imanî mekanizmayı harekete geçirmeyi, çocuklarımız ve gençlerimizle, aslî prensiplerimizle meşgul olmayı, onların dilini öğrenmeyi, derdini dinlemeyi denemek, söylentilerle meşgul olmaktan daha tesirli bir refleks olacaktır.

Çocuğumuzun tabağındaki yemeği bitirmeyişinin, nimete burun kıvırmasının, sahip olduklarından çabuk bıkmasının, evimizdeki eşyaların klâsikleşemeyecek kadar hızlı değiştirilmesinin, sofralarda maaile buluşamayışımızın, komşumuzdan haberdar olmayışımızın ardındaki sebeplere eğilmek yerine darbe söylentilerine kulak kabartmak akıl kârı mıdır?

Biz kendi elimizin, kendi dilimizin, kendi gayretimizin eriştiği mahallerde gereğini yapalım. Bırakalım, darbe söylentilerinin asıl mı, algı mı olduğunun araştırmasını ilgili merciler yapsın. Tedbiri yetkili isimler ve kurumlar geliştirsin.

Dünyayı şaşkına çeviren 15 Temmuz gibi bir muzafferiyetin şâhidi olarak bizler, Devletimize, Millî Savunma Bakanlığımıza, Millî İstihbarat Teşkilâtımıza, Türk Silahlı Kuvvetlerimize inanalım, güvenelim ve kendi iktidarımız olan ailemizde, kendi ebeveynlik mâkâmımızın gereğini yapalım.

Fakat bundan evvel, varlığımızın esasiyetine dair her birimiz kendi köşemizde gözlerimizi kapatıp kendi “Hira”mızda” halîfe olarak yaratılmış olduğumuzu yine kendimize hatırlatalım, kâfi!

Kim kulaktan kulağa ne fısıldarsa fısıldasın, soyumuz-sopumuzdan daha kavi olan yaratılış gayemizi hatırladığımızda, aslî kodlarımızın farkına vardığımızda, biiznillah hiçbir darbe girişimi bu coğrafyanın sınırlarını ihlâl edemez. Ve aziz milletimizin cesaretine şâhit olmuş Haçlılar öyle kolay kolay yeni bir darbeye kalkışamazlar!

Velev ki kalkışılsın, içeride ve dışarıdaki bölücü şirk ehlinin hiçbir girişimi bizler için darbe olamaz! Zira imanlı kalpler darbe almaz, ölürse şehit, kalırsa mücahit olurlar!

Rabbe meydan okuyanların plânladığı hiçbir girişim, imanlı neferleri ziyana uğratamaz.

Evlerimizde ve mahallemizde dostlarımıza şu iki dizeyi fısıldayalım:  “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!/ Güneşten başını göklere yükselt!”

Bizler imanımızla şirk ehlinden ayrıldıkça Rabbimizin bizi koruyacağına inanalım! Zira “O” Kadir-i Mutlak’tır, hiç unutmayalım!

Hem bizler, “İslâm’ın oğullarıyız”! Peygamberimizin ümmetiyiz. Hazreti Ebû Bekir’in, Hazreti Osman’ın, Hazreti Ömer’in, Hazreti Ali’nin kardeşleriyiz. Bizler Selman-ı Farisî’den asla zaman aşımına uğramayacak bir nasihatin emanetçileriyiz.

Hem Bedir’den beridir, “Evet, eğer siz sabır gösterip disiplinli davranırsanız, onlar şu anda süratle üzerinize gelseler bile Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir”1 âyetindeki müjde ve inâyete mazhar değil miyiz? Öyleyse varsın söylensin, fısıldasın “büyük güç” unvanlı dünyaperestler…

Nispet ile kendisine dil uzatıldığında şöyle demişti Selman-ı Farisî: “Ben İslâm oğlu Selman’ım!”

Biz de, nifak bize dilini uzattığında, içimizi yoklayalım ve onun gibi “Ben de İslâm’ın oğluyum” diyelim.

Ve sözü o mübareğin zamansız nasihatine bırakalım ki ibret nasibimiz olsun…

Aslımızı, neslimizi, atamızı, soyumuzu, sopumuzu yeniden hatırlayalım. Dünyevî şeceremizi öğrenme telâşımız ve heyecanımız kadar telâş ve heyecanla kalbimizdeki ikrarın nabzını tutalım. Kalbimizdeki imanı öyle çok sorgulayalım ve tazeleyelim ki kalbimiz, şeceremizi sorgulamaya teveccüh ettiğimiz sitenin kilitlenişi gibi teveccühle Rabbimize kilitlensin!

“Kim bize ne yapabilirmiş?” sorusuna Selman-ı Farisî’nin muazzam inanmışlığını kuşandıktan sonra kavi bir iman ile cevap bulalım.

***

Sahabeden bir grup, halka hâlinde oturmuş, aralarında sohbet ediyorlardı. İçlerinden birinin Hazreti Selman ile bir problemi vardı. Selman-i Farisî Mescid-i Nebevî’nin kapısından girdiğinde, Selman ile arasında sorun yaşayan sahabeden o kişi, Selman işitecek şekilde konuyu değiştirdi.

Etrafındaki arkadaşlarına, وما حسبك وما نسبك  “Soyun sopun nedir? Sülâlen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” diye sordu.

Soruya cevap olarak, halkada bulunanlar kendi soyunu sopunu anlattı.

Birisi dedi ki, أنا من مضرّ إبن فلان إبن فلان  “Ben Mudar kabilesindenim, falan oğlu falanım”.

Bir başkası: “Ben Evs kabilesindenim, benim babam Medînelilerin en şereflilerinden falan oğludur. Dedem şudur, dedemin babası şudur…”

Bir başka sahabe:  أنا من تميمن إبن فلان إبن فلان “Ben de Temim kabilesindenim, falanın oğlu falanım.”

Bir başkası, “Ben Hazrec kabilesindenim.”

Bir başkası da, أنا من قريش أشرف الناس  “Ben de Kureyş kabilesindenim, insanların en şereflilerinin soyundanım” dedi.

Sohbet bitince, sohbeti yöneten, Hazreti Selman’a döndü: “Ya Selman, وما حسبك وما نسبك  Senin soyun sopun nereye dayanıyor? Sen nerelisin, hangi kabiledensin?” diye sordu.

Selman, kıyamet sabahına kadar yeryüzündeki bütün Müslümanlara örnek olabilecek bir cevap verdi. Dedi ki, أنا سلمان إبن الإسلام  “Ben de İslâm oğlu Selman’ım!”.

Ve sonra gözleri dolarak şöyle devam etti: كنت ضالا فهداني الله بمحمد “Ben dalâlette sapıtmış bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (sav) ile hidâyete erdirdi.  كنت فقيرا فأغناني الله بمحمد  Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (sav) ile zenginleştirdi. كنت مملوكا فاعتقني الله بمحمد  Ben basit bir köle idim, Cenab-ı Hakk beni Muhammed Mustafa (sav) ile özgürlüğüme kavuşturdu. أنا سلمنان إبن الإسلام Benim soyumu sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman’ım!”

Hz. Ömer uzaktan bu sözleri duydu, ayağa kalktı, halka hâlindeki, nesebi ve soyu ile övünen topluluğun yanına geldi. Onlara dedi ki, “Benim de soyumu sopumu öğrenmek istiyor musunuz? أنا عمر ابن الإسلام أخو سلمنان إبن الإسلام Ben de İslâm oğlu Ömer… İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim.”2

Ben de İslâm kızı Nesrin’im ve imanlı her kalple kardeşim!

***

Ve hilekârlara soralım: Darbe mi dediniz? Siz de kimsiniz?! Kimlerdensiniz? Rabbü’l-Âlemîn’in, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları velî edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez” âyetinden anladık ki, sizler hidâyetten nasibi olmayan, ahvali dostluk kurulmayacak anlamda vahim olan zalimlersiniz.

Tekrar edelim: Bizler Selman-ı Farisî’nin dediği ve Hazreti Ömer’in teyit ettiği “İslâm oğlu Müslümanlarız”.

Kiminle dans etmeye kalktığınızı iyi bilesiniz!

 

1) Al-i İmran 125

2) 19 Nisan 2016 İstanbul Kutlu Doğum Programında Eski Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in konuşma metninden alınmıştır.