Dantel

Kelimelerle tarifi olmayan duyguların motiflerle işlenmesi meğer boşuna değilmiş, anlarım o an. “Gün gelir, lâzım olur” dedikleri şey ihtiyaçtan değil, ihtiyaten…

BİZİM evimiz dantel kokardı. Kırların bembeyaz motif çiçeği mobilya üstlerinde açardı. Kapılardan halkalı havlu kenarları sarkardı. Mor lâleler, sarı papatyalar, boncuklu işlemeler adeta bir tablo değerinde yerini alırdı. Huş ağaçlarıyla çevrelenmiş bir bahçe gibiydi evimiz. Veyahut hayat mecmuasının görünen en duru sayfalarıydı.

Annem, kınası solmuş elleri arasında bir tığı ve parmağına doladığı yumağıyla her akşam pencere kenarında bizi beklerdi. Kumaşı eprimiş su yeşili berjer koltuğa omuzlarının tüm ağırlığıyla oturur, önündeki ahşap sehpa üzerine üst üste dizilmiş örgü modellerinin yer aldığı dergilerden birine göz atar, arada da dışarıya bakardı. Apartmana giren çocukları görmek, akşamın oluşunu izlemek tavus kuşunun kanatlarını açması gibi onu havalandırır, miskin ruhunu hafifletirdi.

Akşam olunca evimiz sıcacıktı. Nanesini bol koyardı annem yoğurt çorbasının, babam öyle severdi. Makarnayı salçalı yapardı, ben öyle severdim. O ne severdi, bilmezdik pek. Anneler her türlü sever zannederdik ya da.

90’lı yıllara denk gelmişti çocukluğum. Düşlerimizin Susam Sokağı’ndan geçtiği, gazetelerin verdiği kâğıttan bebeklere kâğıt elbiseler kestiğimiz, dinlemek istediğimiz bir şarkı için günlerce radyo başında beklediğimiz, uykumuza eşlik eden yıldızların görülebildiği yıllar… Kakaolu süt keyfi diye yüksek bir konforumuz vardı, güneşe nazır balkonda. Mutaassıp ailelerin öyle dışarıda bir şey yediği içtiği, tatil beldelerini gezdiği görülmezdi pek. Hatta bir piknik söz konusu ise ya komşularla gidilirdi ya da evden sessizce çıkılırdı ki kimseye ayıp olmasın.

İlkokuldaydım. Tebeşir kokulu sınıflardan ıhlamur ağaçları arasından koşa koşa evimizin yoluna koyulurdum. Altın günüyse o gün, bilirdim ki en çok terlik hangi kapıdaysa annem ordadır. Ve çocuklar için ayrılmış ikramlıklar vardır. Bir lokma yemeden bırakmaz ev sahibi. “Yok teyzeciğim, anahtar alıp gideceğim” desem de kolumdan tutar, çeker alırdı içeri. Bakardım, başka annelerin çocukları da okuldan gelmiş, ellerine bir meyve suyu ile bir kurabiye tutuşturuvermişler.

Ev sahibi ile üst komşunun balkondan halı çırpma sebebiyle kavgalı olduklarını annem babama anlatırken duymuştum. Bazen kapı önüne çıkarılan çöp, bazen açık unutulan dış kapı, bazen geç saatlerde yapılan gürültü komşular arasında tatsızlığa sebebiyet verirdi. Ancak altın günlerinde bütün bu mevzular unutulur, söz konusu tatsızlık ikram ve dantel yarışına dönüşürdü. Herkes birlikte gelmeye ve birlikte kalkmaya özen gösterirdi ki bunu da hiç anlamam. “Ben önce kalkarsam benim arkamdan konuşurlar” şüphesiyle... Yok, hepsi değil. Komşuyu sevmenin ve ona vakit ayırmanın hayrına inanırdı çoğu.

Bütün dünya meselelerinden daha mühim meseleleri olurdu apartman annelerinin. Kimisi sıkı örmüş, kimisi gevşek. Kimisi aradığı rengi bulamamış, kimisi tonu tutturamamış. Herkesin eli harıl harıl tığı işler, “Kızlar size çeyiz yapıyoruz” diyerek utandırırlardı biz çocukları: “Tövbe Ya Rabbim, daha çocuğuz biz çocuk!”

“Bunun daha kırlenti var, salon takımı, mutfak takımı, günlük ve misafirlik olanları… Ancak yetişir ancak” derlerdi. Anneme bakardım, çiçekli bir boşluk kanardı dudağından. Komşulara bakardım. Göz pınarlarında bir Türkan Şoray parlardı. Her biri Örenbayan olmuş, kalbinin motifini hamur edasında karardı. Sahi ya, ekmek oluyordu bazen o işlemeler. Bunu biraz büyüyünce anladım.

Bizim evimiz vanilya kokardı. Dilimlenmiş sade kek, üzerine biraz da reçel… Kaybolurdu zamanın tanımı Cumartesi sabahları. Sendika işi yoksa babam da katılırdı yer sofrasında mini serpme kahvaltımıza. Annem tatil günlerinde eline iş almaz, arada türkü mırıldanır, babam bulmacasını çözer, TV kumandasıyla bolca zaping yapardı. Annem, sevmediği bir TV programına denk gelirse usulca kalkar, ev işlerine koyulurdu. Bir misafir ağırlardı yüzünde. Issız adaların sessizliğini boca ederdi içine. Gün kırışır giderdi öyle beyaz teninde. Belirginleşen çizgileri yüzünden dantellere düşerdi. Babam iyi adamdı aslında. Hem de çok iyi… Sadece kadın ruhunu anlamak özel bir çaba gerektirirdi bazen.

Yaşım ilerledikçe yıldızlar uzaklaşıyordu göğümde. Bitimsiz bir boş kâğıtta cevapsız sorularım uzayıp gidiyordu. İmam-hatip lisesinde okuyordum. İnce bir serinlik yüzümü okşuyordu. Cebimde walkman, kulağımda Ömer Karaoğlu ezgileriyle evin yoluna süzülüyordum. Anahtarım vardı artık. Altın gününün enkazından kurtulmak için doğrudan eve girebilecektim. Aksi takdirde örgü işleri meclisinde bir fetva kurulu oluşturulacak, okulum dolayısıyla o engin sorulara tâbi tutulacaktım. Oysa ben Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ını anlatmak istiyordum. Sesim karşıya gitmiyordu. Veyahut Bir soru sorma hakkı tanımış olsalardı bana, hüznümün ve kederimin değerini sormak istiyordum. Kendimden yaşça küçük bir çocuğun bana, sokağın artasında “Fadime Şahin” diye seslenip filmlerdeki kötü karakterlerin çirkin gülüşüyle efekt vermesi normal bir şey miydi? Yoksa küfür müydü bu? Üzülmeli miydim? Tevessül mü etmeliydim? Anneme sordum. Bir etamin koydu kucağıma, bir de iğne. İşin içinden çıkamadığında meğer seni kurtarıyormuş kuyulardan iplik. Yûsuf’a (as) hayranlığım da bu yüzdendi demek…

Ekonomik şartların zor geçtiği yıllarda okudum üniversiteyi. Pek çok şeyin değiştiğine şahitlik ederken Hocazade Apartmanı’nda değişmeyen tek şey vardı: Dantel kızların altın günleri...

Her şeyin iktisatlı kullanıldığı o günlerde kelime israfı yine revaçtaydı. Bir selâm vereyim diye girsem yanlarına, arı uğultusu gibi bir gürültü karşılardı beni ilk. Nişanlı bir kız girdiği ortama neşe getirirdi oysa. Adı neydi? Nerede çalışıyordu? Yaşı kaç? Falan feşmekân… Elimdeki kitaplarımı soran yoktu. “Çeyiz sandığı cevizden mi olsun, ahşaptan mı?” diye konuşan çoktu. Montaigne’nin Denemeler’inden altını çizdiğim bir cümle okumak istedim onlara: “Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder; çünkü her yerde olmak hiçbir yerde olmamaktır.” Sonra dedim ki, “Aile kavramının kutsiyeti fedakârlık ve sadakatle mülhemdir”. İnsanın kelimelerde ve şeylerde arayıp durduğu aşktır, gerisi çerçöp ve zaman kaybıdır. Gökyüzünden üzerime bir hoşluk serpilmişti. Çocukken oynadığımız Super Mario atari oyununda ejderhayı yenmiş, prensesi kurtarmış gibiydim. İçimde halaya duran çocukların sesi vardı. İnsan kendine bir yol bulmalıydı. Dikenli bahçelere korkusuzca dalıp hatalarıyla yüzleşebilmeli, alışkanlıklarından vazgeçip yeniden çiçek açabilmeliydi. İnsan, derdiyle değerlenendir. Bırakın bu çeyiz sevdasını! Komşuluk güzel vesselâm, lâkin biraz da yürekler fethedelim.

Gel zaman, git zaman, oymalı sandık hazırlandı, kolalanmış danteller, çeşit çeşit çeyizler sıralandı. “Gün gelir, lâzım olur” deyip tığlar, şişler, yumaklar sıkıştırıldı. Komşu annelerimizin gönlünce kına karıldı. Yok kınayı damat camide yakacak, yok çeyiz sandığına çocuk oturacak, efendime söyleyeyim tuzlu kahve içilecek… Fermanımın böylesi havada kalacağını düşünmemiştim hiç. Gelenekleri ve idealleri aynı kareye sığdırmak şu saatten sonra zor görünüyordu.

Tuhaftır, kızlar genellikle babalarına benzeyen adamları eş olarak tercih ederler kendilerine. “Sendika, kumanda ve bulmaca üçlüsü de çeyiz sandığından mı fırladı?” diye tebessüm ederim bazen. Ve şükrederim çokça. Bardakta izi kalan gülücüklere, derisi eskimiş Kur’ân-ı Kerim’e, salonumdaki mor telgraf çiçeklerine, gönlümün dallarına konan bülbüle… Gün akşama döndüğü vakitler, güzel günlere şahit olan perdelerde bir sevda izdüşümüne dokunurum. Pencere önünde bulurum kendimi. Kitapların arasından istemsizce düşen kurumuş nadide çiçekler gibi gözümün önüne gelir annemin bekleyişleri. Göğsümde bir kuş kanatlanır. Çiçekler, otlar, çalılar ayağıma dolanır. Biraz sessizlik, biraz hissizlik…

Kelimelerle tarifi olmayan duyguların motiflerle işlenmesi meğer boşuna değilmiş, anlarım o an. “Gün gelir, lâzım olur” dedikleri şey ihtiyaçtan değil, ihtiyaten. Yüreğimin dantelleri dal budak salmış ki artık buluşmak ister bir tığıyla, 50 numara bir yumakla…