Dağceylanı

Bilmiyorum; nedir, nedendir, niçindir ve ne denilebilir? Senin varlığından her türlü şifâ bulacağımı, senden habersiz olarak yıllar önce düşlemişim kendi iç dünyamda. Dağceylanım, hak ettiğin ama yaşanması gerektiği gibi yaşanamamış içtenli bir hayatı, imar edeceğin gönül dağımda gönlünce yaşayabilesin istiyorum.

SİZ hiç ceylan gördünüz mü? Gördüyseniz o ceylanı, bir gönül dağında gördünüz mü? Onun yürüyüşündeki endâmı izlediniz mi? İzlediyseniz bakışlarını, mimiklerini fark ettiniz mi? Nasıl da dikkatli ve ürkek olduğunu anladınız mı?

Siz hiçbir kimseye “Ceylan gibisin” dediniz mi? Veya size hiçbir kimse “Ceylan gibisin” dedi mi? Siz kendinizi hiç ceylana benzettiniz mi? Veya gönül dağına bir şekilde yolu düşecek diye, yıllarca bekleyen başka bir ceylan duydunuz mu?

Ben böyle bir ceylan tanıdım yıllar sonra…

O ceylan… O ceylan; dağların okumakla hazzı eksilmeyen özel şiiri, hikâyesi, öyküsü…

Varlığının kokusu ve gözlerinin buğusu, çıplak dağların bitki örtüsü… Onun yürekteki tınısı, cemrelerin yakıcılığına meydan okuyan yegâne müjdeci… Onun kahve gözlerine bakarak rüzgâra bırakılmalı en ateşli cümleleri ki, sonsuza kadar yayılsın mavi göklerin serin derinliklerinde ve söylenmedik az bir söz kalsın…

Sen bir dağın tenhalığında kışa meydan okuyan kardelen; yine sen, aynı dağlarda kendini kötü niyetli avcılardan koruyan bir ceylan… Belki de sen, kendini peygamber çiçeğine, akşamsefasına veya Kasım’ın ayazına aldırmadan açabilen kadife bir güle benzetebilirsin, ama bu cesaretinle en çok kardelene, narin ve ürkekliğinle ise bir ceylana benziyorsun. Sen çok özel yaratılmışsın ve bundan dolayı da bu hâlin, nemsiz gecelerin titrek yıldızlarına benzemekte. Senin adın, “Dağceylanı” olmalı; gönül dağında yaşayacak tek ceylan!

Tüm dağların ceylanlarından farklı gözlerin, geçirdiğin kara kışların zorluklarına rağmen, tüm soğuklarda tebessümle titreşebiliyor nefesin. Bense, yıllardan sonra kardelen gölgesinde yüreğinden sana kement atmaya çalışan bir Davut misâli çıkmışım karşına, oturmuşuz bir kayaya, adalar karşımızda ve anlatıyorum yüreğine yüreğimi, nefesini yakından soluduğuma… Yani sana… Yani Dağceylanı’na…

Sen ki, ufuktaki dağların doruklarında güneşin ilk ışıkları ile geceden arınmak isteyen nazlı Dağceylanı’sın. Sen ki, güneşin ve ayın ve yıldızların ilk ışıklarının rûh ve yürek ikliminde nasıl bir şevk oluşturduklarını da çok iyi bilensin. Sen çok bilge bir akla sahipsin ki kitapların cümleleri uçuşmakta gözlerinin buğusunda. Ayrıca sen çok da dikkatlisin; zira bütün yırtıcı hayvanların ve art niyetli avcıların senin peşinde olduğunu biliyor ve de buna göre davranış sergileyebiliyorsun. O tarifsiz yüz güzelliğinle çevreni kollayıp kendini rahatlıkla koruyabiliyorsun. Ah Dağceylanı, nefesindeki kokulardan hicap edip başlarını eğen her renkten gülleri de teskin ediyor musun? Kaç avcı boş dönmüştür ceylan avından, kaç avcının mermilerine hedef olmuştur kayaların kıyıları, kaç avcının okları parçalanmıştır rüzgârlarda; yoksa sen, tüm bunları boşa çıkaran o beklediğim Dağceylanı mısın?

Dağceylanım, seni nasıl anlatabilirim çölleşmiş yüreğime? Şimdi oturmuşsun büyük bir güvenle gönül yamacıma ve kolların göğsünde kenetli, omzunda aşkın gözyaşı, rüzgâra nem katan nefesinle. Allah, bedenini ve ruhunu yaratılışın yedinci gününde mi halk etti? Rûhunu birçok sanatsallık ve görsellikle mi tecelli ettirip süsledi?

Dağceylanım, rûhun ve de isteklerin, arzuların, mânâlar ve çeşitli sırlarla dünyaya takdim edilmiş, sevdânın derin künhüne haiz bir iklim... O an yani senin rûhunun tecelli ettirdiği o an, bu feryatsız ve kimsesiz gönül çölümdeki dergâhı da yine O inşâ etti. O, sanki senden sonraki tüm güzellikleri senin varlığının huzuru için yaratmış. Benim dünyadaki anlamım ise sadece senin için, senden biraz önce oluşumla ilgili…

Dağceylanım, her bir tuğlanı, bir damla suyunu, bir kürek harcını, bir göz odanı, çift kanatlı pencereni, gönül kitâbeni, giyim kuşam süsünü, göz rengini, saç şeklini ve zarafete ait her ne varsa hepsi senden alınıp onlardan bir şahmısra yapılarak dağlara ve denizlere okunmuş gibi... Ormanlar, çiçekli çiçeksiz bitkiler, alçaklı yüksekli dağlar, yemyeşil vadiler, bir âşığın heyecanıyla kıyıları döven dalgalar, sakinliği ile göz zevkine zirve yaptıran dalgacıklar, ikindi güneşinde yakamozların yüreklerde meydana getirdiği infialler ve daha neler neler… Ve tüm bunların adına, başın düşmüşken bir şiir eşliğinde omzuma, “Dağceylanı” söylemem istendi yüreğinle bağlantılı kulağına ve buğuyla bakan gözlerine…

Dağceylanım, şimdi dağlara doğru baktığımız deniz kıyısındaki kayalıklardan da görünüyor ki, âdeta seni oradan da resmetmiş Yaratan. Dalgalar arzularının kararlılığı, Marmara’nın derinliği ise şerefin, dağların zirvesi kıvancın, kuşluk vakti ufukları hayâllerin, denizlerin genişliği kalbin… “Yetmez” dedi sesin sahibi, “Yetmez bu cümleler Dağceylanı’nı senin çölüne anlatmaya hiç yetmez”.

Fısıldamaya devam etsin yüreğin; kahve gözlerinin buğusu göklere yükselişin ve ansızın bana gelişin, dağların hacmi gururun, yaylaların pınarları ise sanatçı bir rûh ile mucizevî öyküler söyleme kudretinle sürekli ve güçlü olmandır. Mermer sütunlu kapılar inancın, ayakların ve ellerin şevkinin yükselen kanatları, bilginin temeli hislerin, zarif kolların ve parmakların varlığın, göğüs kafesin düşünce ve gönül incilerin, göz şelâlen yumuşak ve berraklığınla aşk üzere yaratılmış bir âhusun. Geceleri dolunayı kıskandıracak kadar nurlu bakışların, gündüzleri güneşi mahcup etmekte Dağceylanım.

Daha ne kadar sayayım istersin, daha ne zamana kadar sıralayayım? Korkuyorum ki, “Yine abarttın” denilir de burkulur kalbim. Ayrıca Dağceylanım, seni uzaktan görmek ve izlemek, seni yakından görmek gibi değil asla. Fark ettim ki, senin karşında nefesim daraldı heyecanımdan, istediğim gibi konuşma gücü bulamadım kendimde ve çocuklaşmaktayım zaman zaman ve kabına sığamamakta sevginle dolu yüreğim.

Dağceylanım, sen öyle güzel yaratılmışsın ki seni gördükten sonra hicâbımdan başımı yere eğip aynalara bakamam günlerdir. Düşünüyorum da, Yaratan seninle farklı gurur duyuyordur açık veya saklı bunca acı ve haksızlığa sabırla katlandığın için. Ve senin, bâkir yaylaların çiçekleri gibi çok özel yaratıldığını da söylemekte aklıma yüreğim.

Teşekkür ediyorum O’na seni yaratıp geç de olsa benimle tanış kıldığı için. Öyle ki Dağceylanım, varlığına vâkıf melekler, şeytanlar, sihirbazlar, efendiler ve büyükler bile bunun idrakinde diye düşünüyorum. Bazen de her gün bakışlarıyla bir dîvan yazabilen, her an her mâkâmda bir şarkı söyleyip hiçbir işle uğraşmayan ve tüm sanatını bir şiire veya edebî yazıya harcayan usta bir edibin duruşunu andırmakta bakışların. Ayrıca, sende güzel bir bahar sabahında “naz bitkisi”nin büyüyüp olgunlaşmasını görmekteyim.

Bilmiyorum; nedir, nedendir, niçindir ve ne denilebilir? Senin varlığından her türlü şifâ bulacağımı, senden habersiz olarak yıllar önce düşlemişim kendi iç dünyamda. Dağceylanım, hak ettiğin ama yaşanması gerektiği gibi yaşanamamış içtenli bir hayatı, imar edeceğin gönül dağımda gönlünce yaşayabilesin istiyorum.  

Artık bitirmem isteniyor yürek fısıltılarımı, soğuk çöktüğü için üşümesin diye... Ben de derinden soluk alıp haykırayım usulca bu günün son nâmelerini…

Sen, Dîvan şiirinin kalıbı, kasîdelerin rûhu, serbest şiirlerin kalbi, nükteler, espriler, söz ustalığı, ilginçlikler, heyecan, enerji, mânâ, temizlik, güzellik, iyilik, derinlik, zarafet, lütuf, hayâl içeriği, sanatın nezaketi ve duygusal inceliklerle dolu, yıkılmamak üzere inşâ edilmiş bir saltanat sarayısın! Ben de, gönül dağımda sayende inşâ edeceğim sevdâ sarayında seni sürekli ağırlamak isteyen, sana geç kalmışlığının farkında biri… Belki de özel olarak farkında olmadan, yılların sabrı sonucu içsel yönelimlerle ansızın karşına çıkartılmış, sana âşık ve sende sen olan biri… Ve de senin saltanat sarayının güzelliklerinde yaşamak isteyen deli dolu biri…