YÜREĞİNDEN taşan sabırsızlığı
kadar taşkın bir merhameti olan Havva Ana… Anadolu’nun ruhuyla renklenmiş, ufkuyla
tazelenmiş, kendi hududu dâhilinde, “İnsan için ancak kendi çalıştığının
karşılığı vardır” (Necm, 39) ayetini şiar edinen, çalışmaya, üretmeye âşık
İspir’in Havva Anası…
“Zaman”
denilen mefhuma bırakmıştı kum saati ahenginde ömrünü. “Havva Ana için tek bir
tanım getir” denilse, “Su gibi” diyesim geliyor. Çünkü bana sıra dışı gelen tecrübeleri
ile bazen kendi istikametinde sessiz bir ark, bazen güneşin kavurduğu toprağı
serinleten su, bazen süt kokan toprak mahsullerinin üzerinde çiğ tanesi, bazen
de şefkatiyle coşkun şelâle…
Havva
Ana’nın olmayan dişlerinden kaynaklanır şekilde alt dudağı önde durur, beyaz
teninin üzerinde yok denecek kadar az olan kaşları ve tonton yanakları sevimli
bir ifade katardı yüzüne. Nemli gözlerine rağmen sanki sevgi ışıklarıyla
parıldardı gözbebekleri. Hayat bazı insanların belini daha çok büker, Havva Ana,
hayatın belini büktüklerine örnek gösterilecek kadınların ilk sıralarında yer
alabilecek kişilerdendir. Belinin bükülmesi mecaz değil, tamamen gözle
gördüğümüz bir görüntüydü. Bedeninin üst kısmı yere 90 derece açıyla eğilmiş hâlde
yaşadı son yarım asırlık ömrünü.
Topraktan
gelen bu Âdem, toprağı seyretti “vav” hâliyle. Bu taşkın yürek Havva Ana, sanki
hiç dimdik olmamıştır ya da belinin mahsunluğu, kederinin hükmü ile Cenab-ı Hakk’a
hep rükûda kalmış gibiydi. Kumaşı pazen olan entarisinin önüne “tastar” dediği
önlüğü sabah namazının akabinde teşrikimesaiye başlamadan palas pandıras takar,
ta ki akşam olup yatacağı saate değin de onu taşırdı. Ve o önlük mis gibi
reyhan kokardı.
Havva
Ana, yaşadığı köyde hayli toprağı olan bir ailenin tek çocuğu. Bizim oralarda toprak
demek, mahsul demek, mahsul ise yaşamın devamı anlamını taşırdı. Hem toprağı
çok, hem de çalışma azmi yüksek olan Anadolu kadınıydı o. Onun yaşlılık çağına
denk gelmiş olmasına rağmen, oturduğunda dahi boş durduğuna hiçbir zaman tanık
olmadım. Kâh mısır tanelerini koçanından ayırır, kâh güneşte kurutulmuş dutların
saplarını ayıklardı. Her işin hakkını ziyadesiyle veriyordu nasır tutmuş
elleri. Belki de bu ellerin anahtarı, Kıble’ye dönüp, “Ya Fettah! Hakkımızda
her şeyin hayırlısını eyle” diye dua edip O’na yakarıyor oluşuydu…
Bu
fâni âlem içinde “çiçeği burnunda” diye tabir edilen yaşlarda gönlünün azizini,
evlatlarının babasını, Mustafa’sını kaybetmişti. Erzurum’daki hastanede vefat
etmişti eşi. Kar ve tipiden dolayı İspir’e getirilemeyen naaşı Erzurum’da
defnedilmişti. Son kez yüzüne bakamadı. Sadece bir tahta bavulun içinde
kıyafetleri ve köstekli saati kalmıştı elinde. O vakitten sonra ana gibi Ana/dolu
olan Havva Ana, babalık görevini de lâyıkıyla yerine getirmişti.
Hayatı
tanıyabilmemiz için öyküler anlatır, “gobdin” döver, dövdüğü o taş dibeğinde elemi,
kederi de pişirir taşırırdı. Uzun kış akşamlarında ruhumuz gibi damağımızı da
tatlandırırdı. Oğullarını evlendirmiş, kızını nişanlamıştı. Bir diğer kızının serpilişini
seyre durmuştu ki duvarına sırtını dayadığı kadere râm olmuş, taze fidanı
Fatma’sının ak kefenle yolculuğunu, ciğergâhına haykırarak elleri koynunda
izlemişti. Tahtadan bavula Fatma’sının oyalı yazmasını da koklayıp
koyuvermişti. Hayat bu işte, kızını Rabbine uğurlarken, Hatice’sinin de
yuvasını kurmuştu. Zaten yaşamı iki oğlunun kanatları altındaydı.
Allah’tan
geldiğine iman eden bir tevekküle sahipti. Bir “of” çekmedi; dedim ya, tevekkül
sahibiydi, ama bir of çekse eminim ki şu karşıki dağlar yıkılırdı.
Oğlu
Zafer, günün ilk ışıklarıyla bahçeye çıkar, sandalyeye otururdu. Tavukların,
kedilerin kavgalarını izler, pilli küçük radyosundan kısık seste Âşık
Mahsuni’yi dinlerdi. İlk göz ağrısı Zafer’ini de Hakk’a uğurlarken geride
bıraktığı beş evladı ondan kalan emanetleriydi. Her kaybediş, yüzündeki
çizgilerin sayısını gösteren bir hikmet tablosuna dönüşmüştü. Ve o tahta
bavulun kapağı yine açılmıştı, Zafer’inden bir mendili de usulca iliştirdi
yadigârlar arasına. Aradan bir iki yıl geçmişti ki, ekranda Âşık Mahsuni, bir
türkü söylüyordu. Mahsuni’yi dinleyen Havva Ana mahzun olmuştu. Çünkü Havva Ana’nın
uğurlamaları bitmiyordu. 96 yaşında, gücünün miktarınca işleriyle meşgul
olurken, abdestini tazeleyip bu defa dönülmez yolun yolcusu kendisi oldu.
İşte bu hikâyenin sahibi, ona kalan emanetlerin hâmisi, yaşamın yenilmeyen cengâveri Havva Ana… Ben ise onun, anneannemin mirasını saygıyla yaşatacak torunlarından biriyim.