PEK Muhterem Kari,
Büyük üstad Mimar Sinan’ın Selimiye Camiî’nin kemerindeki kilit taşının
arasına, yüzyıllar sonra değişme vakti geldiğinde bu taşın yanı başında nasıl
değiştirileceğini kara kara düşünecek mimarlar ve mühendisler için küçük bir
şişe içerisinde yapılması icap edilenleri anlatan bir not bırakmış olmasını
yahut
Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Ayasofya içerisindeki hat levhalarını
hazırlarken beş yüz yıl sonra birilerinin bu levhaları dışarı çıkarmaya teşebbüs
edebileceğini varsayarak caminin kapısından çıkarılamayacak kuturda yapmayı
akıl etmiş olmasını sadece “ileri
görüşlülük” ile açıklayabilir miyiz dersiniz?
Koca Sinan, gün gelecek ve o kilit taşının başında mimarlar ve
mühendislerin toplanıp tetkiklerde bulunacaklarını yahut Kazasker Mustafa İzzet
Efendi, beş asır sonra devranın dönüp birkaç çapsızın o el emeği göz nuru şaheser
levhaları camiden dışarı çıkarmaya cüret edebileceğini nereden bilmişlerdi?
Ecdâdımız bizlere küçük “sürprizler” yapmayı seviyorlarmış belli ki… Hayır,
her iki üstadın da birer sefîne-i tayy-i zamanı olduğunu zannetmiyorum. Lâkin
zamanda seyahat eden birileri, mezkûr üstadlara yüzyıllar sonrasından malûmat
vermiş olamazlar mı?
Kimi refikimiz, “Hep geçmişe
yolculuk yapıyorsun, bu meret geleceğe gidemiyor mu?” bâbından suâl
etmekte. El-cevap: “Hayır!
Efrasiyab’ın elime tutuşturduğu çizimlerdeki makine, sadece geçmişe
gidebiliyor. Zaman nişangâhını geleceğe ayarlamak mümkün değil.” Mümkün
olsa da, geleceğe gitmek ister miydim, emin değilim. Gelecekte bu fakiri yahut
dünyayı nelerin beklediğini bilmek çok da keyifli bir şey olmasa gerek.
Aslına bakarsanız, mezkûr üstadlara gelecekten bilgi verildiyse bile bunun
o günlerden geleceğe doğru seyahat edilerek değil, yaşanan şeyleri gören zaman
yolcularının geçmişe doğru seyahat ederek vermiş olabilecekleri kanaatindeyim.
Sizler için güherçile harcadığım seyahatlerimde kimi zaman kendimi
tutamayıp hâdiselere müdâhil olmak istiyorum ama buna cesaret edemiyorum.
Tarihin seyrine küçük dokunuşların domino etkisi ile istikbâlde nasıl bir netîce
üreteceğini kestiremiyorum, henüz. Geri döndüğümde karşılaşacağım dünyanın en
azından bıraktığım dünyayla aynı olmasını diliyorum. Zamanın akışına
dokunabilmek için üstün bir feraset ve bilgelik lâzım. Bencileyin bir fakirin
ne hâddine!
Sahi, size Şeker Abi ile buluşmamı anlatacaktım, değil mi? Hay Allah!
Neyse, gelecek ay, bir ay geriye giderek bu yazıyı yeniden yazarım artık. Umarım
bu kadar küçük bir dokunuş, kelebek etkisiyle bu ay içerisinde yaşanacak bir
nükleer savaşa sebebiyet vermez. Allah muhafaza!
***
Efendim, geçen ayki zaman ve mekân menzilimiz kısa olduğu için bir miktar
daha güherçilemiz kaldı. Daha kısa bir yolculuğa kâfi gelecektir, zira gerekli
hesapları yaptım. Önceki tecrübelerimde harcadığım güherçile miktarlarını not
etmiş, kaç yıl geriye ve kaç fersah mesafeye gidersem ne kadar güherçile
harcayacağımın formülünü çıkarmıştım.
Zaman nişangâhımı 21 yıl geriye kuruyorum. Mekân nişangâhımı da Gölcük’e
ayarlıyorum. Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Haydi Bismillah!
Tarih, 20 Ağustos 1999… Üç gün önce, 17 Ağustos gecesi saat 03:02’de
şiddetli bir deprem yaşandı. O geceyi an gibi hatırlıyorum: Emirgân
sırtlarındaki evimde dehşetle yatağımdan fırlamış, dakikalarca -sadece kırk beş
saniye idi oysa- tutunmuş olduğum yatak odasının kapısında, bir taraftan ha
yıkıldı ha yıkılacak diye beklediğim o evin o kapı aralığında yerkürenin bir an
önce sakinleşmesini umarken, diğer taraftan korku içerisinde âdeta yüzyıllardır
yeraltına hapsedilmiş bir canavarın ya da Dabbetü’l-Arz’ın korkunç gürültü ve
homurtularla ve dahi öfke ile yeryüzüne çıkmaya çalıştığına şâhitlik etmekte olduğumu
düşünmüştüm.
Öyle bir canavar vardıysa ve yeryüzüne çıktıysa, muhtemelen Gölcük’ten
çıkmış olmalı. Hayâlle gerçek arasında yine bir araftayım. Etrafta yıkılmamış,
yan yatmamış, yerin altına batmamış, gofret gibi ezilmemiş, ortadan ikiye
ayrılmamış bir tek bina yok gibi. Havada toz, toprak, duman, koku, korku, kaygı,
kahır, ağıt, acı, feryat, figân hercümerç olmuş. Üstü başı toz içerisinde,
kimisi hâlâ pijamalı, kimisi yarı çıplak insanlar el aleti olarak
bulabildikleri ne varsa bunlarla yakınlarını enkaz altından çıkarma
gayretindeler...
Balyozlar, çekiçler, kazmalar, kürekler, tahtalar, demir çubuklar inip inip
kalkıyor yıkılmış binaların gri beton blokları üzerinde. Bir şey bulamamış
olanlar elleriyle kazıyor betonları, kaldırabildiği beton parçalarını enkazın
kenarına doğru yuvarlıyor...
Herkes can derdinde; göçük altında kalmış karısını, kocasını, çocuğunu,
kardeşini, komşusunu, ahbabını, hiçbiri değilse bile bir insanı kurtarmaya
çalışıyor insanüstü bir azimle. Ama fark ediliyor; herkesin bir gözü arkada. Birazdan
gelecek olan devleti bekliyorlar!
Evet, biraz gecikmişlerdi. Üç gün de olmuştu ama çok geçmez, birazdan
gelirlerdi. Nihâyetinde İstanbul bir, Ankara üç saat mesafedeydi. Devlet
gelecekti; ekipleriyle, alet edevatıyla, vinçleriyle, kepçeleriyle olaya
müdahale edecekti. Gelirken sıcak yemekler, başlarını sokabilecekleri üç beş
çadır, battaniye filan da getirirdi elbet. Açlardı aynı zamanda, açıktalardı...
Elbet göçük altındaki yakınlarını ya da komşularını kurtaracaktı devlet.
Yeter ki biraz daha dayansınlardı kum gibi ufalanıp dağılan ve dağıldıkça
içinden midye kabukları çıkan betonların altında kalanlar. Lâkin devlet bir
türlü gelmiyordu. Bir saat mesafeden, bilemediniz üç saatlik yoldan günlerdir
gelemiyordu işte devlet! Ümitler azaldıkça öfke ve isyan artıyordu.
Günler sonra devlet geldiğinde, resmî plâkalı kamyonların kasalarından
yırtık pırtık çadırlar, küflenmiş battaniyeler çıkacaktı sadece. Devletten ümit
kesilmişti; başlarının çâresine bakacak, kendi göbeklerini kendileri keseceklerdi.
Ama bunu da yazacaklardı bir kenara!
Tâ Van’dan, Kars’tan, Erzurum’dan gönüllü vatandaşlar gelmişti yardıma,
komşu illerden ekmekler-yemekler gelmişti, yurdun dört bir tarafından
kullanılmış ikinci el kıyafetler ya da sağlık malzemeleri gelmişti, kasasına ya
da bagajına işe yarar ne bulduysa doldurup gelmişti hayırsever vatandaşlar,
lâkin Ankara gelememişti! Ortalıkta bir tek bakan, milletvekili, devlet
görevlisi olmadığı gibi, resmî kıyafetli bir zâbıta memuru bile görmek mümkün
değildi. Muhtemelen daha önemli işleri vardı devletin. Ödenmesi gereken lâkin
bir ay daha ödenip ödenemeyeceği belli olmayan memur, işçi, emekli maaşları
vardı düşünülmesi gereken.
Devlet Ankara’da kalmıştı. Devlet sınıfta kalmıştı. Devlet mâzide kalmıştı!
Beton tozu, toprak, pas, sıva, tahta, duman, kan, ter, idrar, yer yer çürümüş
et kokularının üzerime sindiğini hissediyorum birbirinin tıpkısı caddelerde,
sokaklarda dolaşırken. Dabbetü’l-Arz, yeryüzüne muhakkak buradan çıkmış olmalı.
Kesif toz ve dumanın kapladığı Gölcük semâlarına gün ışığının yerine yeis,
kaygı, öfke ve kahır çökerken, dönme vaktinin geldiğini hissediyorum. Uzaklardan
tok bir erkek sesi duyuyorum dönerken: “Sesimi duyan var mı?”
Boğazımda bir beton blok, omuzumda yıkılmış bir binanın ağırlığı ile
oturuyorum geri dönüş için sefînenin koltuğuna.
***
Muhterem dostlar, yaklaşık iki hafta önce İzmir’de şiddetli bir deprem
yaşadık. Bir kez daha depremle imtihan edildik. Maalesef bu satırları kaleme
aldığım an itibariyle 115 canımız gitti. Yine binalarımız yıkıldı; kimi hafif,
kimi ağır hasarlı onlarca binamız kaldı geride. Canımız yandı, acımız büyük. “Allah
bir daha böyle depremler göstermesin!” niyazındayız lâkin deprem bizim
gerçeğimiz, bunu da biliyoruz. Depremle yaşamaya alışmamız gerektiğini de
biliyoruz. Her büyük deprem sonrası daha alacak epeyce yolumuz olduğunu da
görüyoruz.
Ancak devletin İzmir depremi sonrası refleksini görmezden gelmek ve tarihe
not düşmemek de büyük haksızlık olur. Daha birçok insan depremden haberdar değilken,
neredeyse dakikalar içerisinde AFAD ve UMKE gibi devletin sorumlu kurumları
olay mahallindeydi ve kurtarma çalışmalarına başlanmıştı. Daha o günün
akşamında geçici barınma merkezleri kurulmuş, sıcak yemek servisleri
başlamıştı. Kızılay, tam da olması gerektiği gibi, deprem bölgesinde inisiyatif
almıştı.
Devletimiz ekip ve ekipmanlarıyla, iş makinaları ve vinçleriyle, kurtarma
timleri ve özel eğitimli köpekleriyle tam bir koordinasyon içerisinde tekmili
birden sahadaydı. Devletin bakanları, yetkilileri halkın arasında, onlarla iç
içe, omuz omuzaydı. Böyle bir günde devletin yanında, yanı başında olduğunu
görmek çok değerli ve önemli.
Şöyle bir geçmişe dönüp bakıyorum da… Nereden nereye!
Sadece İzmir’de, Van’da, Malatya’da değil, bugün dünyanın neresinde bir
felâket yaşansa, devletimiz ilgili organlarıyla herkesten önce olay mahallinde.
Elhamdülillah!
Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin! (Âmin.)
Bu vesîle ile depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet,
yakınlarına sabır ve baş sağlığı, yaralılarımıza da acil şifâlar diliyorum.
Allah ülkemizi felâket ve musîbetlerden muhafaza buyursun!
Duâyla, sağlıcakla kalınız efendim…