ŞÖYLE ardınıza yaslanıp
bu yazıyı okumaya niyetlendiyseniz, peşinen söylemeliyim ki, şu tüm dünyayı ve
dolayısı ile ülkemizi de etkileyen ibretlik durumdan söz eden cümlelerle
karşılaşmayacaksınız.
Klişeleşmiş
durum belirten kelimeleri, özellikle durumun müsebbibini hiç mi hiç
zikretmeyeceğim.
“Varsın hem dönsün,
hem yansın dünya”
demiyorum amma içinde bulunduğumuz durumun şartlarını kabullenmekten öte fayda
devşiremediğimin farkındayım ve bu hafta özel istek üzerine bir soluklanalım
istiyorum.
Malûm,
son bir buçuk aydır, hemen hemen hepimiz dostlarımızla, mesai arkadaşlarımızla,
komşularımızla yüz yüze, gözlerimizin içine bakarak iletişim kuramıyoruz.
Fakat
pek çoğumuz hem sahip olduğumuz teknolojik imkânlardan, hem de o imkânlar
dairesinde kurulmuş gruplardaki paylaşımlardan istifade edebiliyoruz.
WhatsApp’ta,
yazılarımı takip eden, beğenen, eleştiren, farklı fikirlerle işlediğim konuyu
genişleten epeyce kalabalık bir grupta dün, “Bu
hafta ne okumak istersiniz?” sorusunu sordum…
Dediler
ki, “Şu adı batasıcadan söz etmeyin de ne
yazarsanız yazın, okuruz hocam”. Her yaş grubundan ve farklı birikimlere
sahip katılımcıları olan bu gruptaki dostlarıma bu defa şu soruyu yönelttim: “Madem bir ‘sosyalleşme perhizi’ içindeyiz,
öyleyse bu tenhalaştığımız zamanı nimet bilip kendimizi yeniden tanımlayalım, kimliğimizi
yeniden okuyalım, ne dersiniz?”
“Olur”
dediler...
TC
numarasını yazanlar da oldu, aslen nereli olduğunu anlatanlar da… Gülüştük.
Sonra
yavaş yavaş “insan” olmanın mesuliyetine gelip dayandı mevzu.
İnsanın
yaratılış gayesine değindi bir güzel dost. Düşündük.
Sırlar
paylaşıldı, itiraflarda bulunuldu, tevbe kapılarına dayandık. Ertesi gün devam
etmek dilediği ve duâlarla vedâlaşıp ayrıldık.
Uyandıklarında
bu satırları okuyacağına inandığım dostlarım için, sizler için, hayat aynasına
yansıyan sûretimizi seyredip kelimelerle resmettim.
Aynalara
yansıyan sûretimiz
Gözlerimizi
kapattığımızda, şeyleri, nesneleri, eşyayı, mekânı görmekten kendimizi
alıkoyduğumuzda geride kalan ne varsa işte o, biziz!
Paradan,
ünlü referanslardan, mâkâmlardan, unvanlarımızdan, mevkilerimizden,
kariyerlerimizden, siyâsî tercihlerimizden, özel zevklerimizden, cinsimizden,
tenimizin ve gözümüzün ve de saçımızın renginden arındıktan sonra aynalara
baktığımızda gördüğümüz kimseleriz!
Üstümüzde
gökyüzünden bir entari, üzerinde çiçeklerden, kuşlardan, kelebeklerden, ipek
böceğinden, dut yaprağından, şeftali, erik ağacından, bahardan, yazdan, kışın
beyazından, hazan sarısından desenleri olan… Aynı kumaştan biçilmiş insanlık
elbisesini eğnine geçirenleriz.
Ayağımızın
altındaki kara topraktan neşet edeniz biz…
Varacağımız
son sığınak biteviye çiğnediğimiz, fütursuzca ezdiğimiz toprağın bağrında, bunu
da iyi biliriz.
Bu
sebeple ölüm bizi öldürmeden, içimizde bir yerlerde şeytanî, nefsanî ne varsa
tümünü öldürmeye yemin etmeliyiz.
Marka
giysilere muhtaç olmayacak kadar zenginiz! Vicdan, merhamet, şefkat, dirayet,
cesaret, metanet ve dahi heybet bizim mücevherlerimiz!
İşte
bu yüzden, birbirimizi seyrederken giysilerimizin renginden, ziynetlerimizin
şavkından değil, insaniyetimizin ışığından etkilenmek olmalı niyetimiz!
Kendimizi
dinlediğimizde, rûhumuzda hürriyet tutkusundan, kalbimizde muhabbet huzurundan,
aklımızda saygı ve sevgi şuurundan bestelenmiş bir insanlık şarkısı duymaya
teşneyiz!
İyiliğin
destekçisi, kötülüğün bıçkısı olma gayretine düşebildiğimiz kadar iyiyiz!
Biliriz
ki, bîtaraf olan bertaraf olur. Bir tarafımız olmalı elbet. Ancak taraftarlık
cinnetiyle hakikat cinayetleri işleme gafletine düşmemeliyiz!
Sadece
kendi evlâdımızın değil, uzak coğrafyalarda gözleri ıslak çocukların
gözyaşından mesul olduğumuzu da bilmeliyiz!
Açlıktan
ölen insanların kabristanıdır sırtımızdaki görünmez kamburlar. Omuzlarımızı dik
tutmaktan bu yüzden utanmalıyız!
İnsanlığın
sukut ettiği zamanlara, savaşlara, zulümlere inat insan olmakta, insan kalmakta
karar kılmalıyız!
Biz
“şeyler”le donandığımız kadar değil, her şeyden arındığımız kadar insanız, bunu
hiç unutmamalıyız!
Taraflı
tarafsız güzel olanı görünce alkışlamaya, yanlı yansız çirkin olanı
güzelleştirmeye talip olmalıyız!
Aynaya
böyle baktığımızda, yakından uzağa, doğudan batıya, kuzeyden güneye insan
olmaklığımızın gücünü haykırabiliriz.
İşte
biz, insanlık medresesinin daimî talebeleriyiz! Hayat ile memat arası bir
müfredatın takipçisiyiz…
Kendimizden
başkası için rahatsız olacak kadar vicdanlı…
Darda
kalmış bir yabancıyı kucaklayabileceğimiz kadar merhametli…
Mazlumlar
için duâya duracak kadar duyarlı…
Uzak
acılara gözyaşı dökecek kadar şefkatli…
Zalime
“Dur!” diyecek kadar dirayetli…
Korkuyu
korkutacak kadar metanetli…
Evvelâ
ailesine, sonra milletine, vatanına, bayrağına ve dahi hürriyetine sahip çıkıp
tüm bu insanî vasıflarla sınırları aşacak kadar heybetli olmayı başardığımızda,
insanlık adına bahtiyar olacağız!
Hâsılı
bizler, yaratılış gayemizi birbirimizin gözünden seyredebilmeliyiz!
Unutmadık!
Tüm mahlûkat içinde Allah’ın halîfe ilân ettiği sadece bizleriz!
İnsan
yaratılma lütfuna nankörlükten imtina etmeliyiz!
Bu
yüzdendir ki, her nefesimizde, her adımımızda, her sevdâmızda, her kederimizde,
her saâdetimizde, dilimizle olmasa bile hem kalbimizle, hem ahvalimizle fiilen
“Hû” diye zikretmeliyiz!
Hatırladık
mı şimdi birbirimizi? Biz, “Bezm-i Elest”te tüm güzelliklere şâhit olmuş, yan
yana durmuş rûhlarımızla tanışmış kardeşleriz!
Biz,
Cennet’te ağırlanıp İslâm fıtratı ile dünyaya iltica ettirilmiş, beşeriz!
Her
geçen gün kirlenen şu dünyada, zalimlere inat, insaniyetimizin onurunu kurtarmanın
derdine düşmeliyiz!
Yok
birbirimizden ne fazlamız, ne eksiğimiz. “Onlar ve biz” olmamalı prensibimiz.
Biz, hep birlikte, dünyayı zulümden kurtaracak gücü varlığından ve birlikteliğinden
doğuracak, dünya saâdetine gebe iman edenleriz!
Değil mi ki halîfelik unvanını dağlara taşlara nispet edercesine yüklenen bizleriz; öyleyse bu cüretin kefaretini Hakk’ın ve hakikatin neferi olup insanca ödemeliyiz!