Çünkü biz insanız!

Biz, hep birlikte, dünyayı zulümden kurtaracak gücü varlığından ve birlikteliğinden doğuracak, dünya saâdetine gebe iman edenleriz! Değil mi ki halîfelik unvanını dağlara taşlara nispet edercesine yüklenen bizleriz; öyleyse bu cüretin kefaretini Hakk’ın ve hakikatin neferi olup insanca ödemeliyiz!

ŞÖYLE ardınıza yaslanıp bu yazıyı okumaya niyetlendiyseniz, peşinen söylemeliyim ki, şu tüm dünyayı ve dolayısı ile ülkemizi de etkileyen ibretlik durumdan söz eden cümlelerle karşılaşmayacaksınız. 

Klişeleşmiş durum belirten kelimeleri, özellikle durumun müsebbibini hiç mi hiç zikretmeyeceğim.

“Varsın hem dönsün, hem yansın dünya” demiyorum amma içinde bulunduğumuz durumun şartlarını kabullenmekten öte fayda devşiremediğimin farkındayım ve bu hafta özel istek üzerine bir soluklanalım istiyorum.

Malûm, son bir buçuk aydır, hemen hemen hepimiz dostlarımızla, mesai arkadaşlarımızla, komşularımızla yüz yüze, gözlerimizin içine bakarak iletişim kuramıyoruz.

Fakat pek çoğumuz hem sahip olduğumuz teknolojik imkânlardan, hem de o imkânlar dairesinde kurulmuş gruplardaki paylaşımlardan istifade edebiliyoruz.

WhatsApp’ta, yazılarımı takip eden, beğenen, eleştiren, farklı fikirlerle işlediğim konuyu genişleten epeyce kalabalık bir grupta dün, “Bu hafta ne okumak istersiniz?” sorusunu sordum…

Dediler ki, “Şu adı batasıcadan söz etmeyin de ne yazarsanız yazın, okuruz hocam”. Her yaş grubundan ve farklı birikimlere sahip katılımcıları olan bu gruptaki dostlarıma bu defa şu soruyu yönelttim: “Madem bir ‘sosyalleşme perhizi’ içindeyiz, öyleyse bu tenhalaştığımız zamanı nimet bilip kendimizi yeniden tanımlayalım, kimliğimizi yeniden okuyalım, ne dersiniz?”

“Olur” dediler... 

TC numarasını yazanlar da oldu, aslen nereli olduğunu anlatanlar da… Gülüştük.

Sonra yavaş yavaş “insan” olmanın mesuliyetine gelip dayandı mevzu.

İnsanın yaratılış gayesine değindi bir güzel dost. Düşündük.

Sırlar paylaşıldı, itiraflarda bulunuldu, tevbe kapılarına dayandık. Ertesi gün devam etmek dilediği ve duâlarla vedâlaşıp ayrıldık.

Uyandıklarında bu satırları okuyacağına inandığım dostlarım için, sizler için, hayat aynasına yansıyan sûretimizi seyredip kelimelerle resmettim.

Aynalara yansıyan sûretimiz

Gözlerimizi kapattığımızda, şeyleri, nesneleri, eşyayı, mekânı görmekten kendimizi alıkoyduğumuzda geride kalan ne varsa işte o, biziz!

Paradan, ünlü referanslardan, mâkâmlardan, unvanlarımızdan, mevkilerimizden, kariyerlerimizden, siyâsî tercihlerimizden, özel zevklerimizden, cinsimizden, tenimizin ve gözümüzün ve de saçımızın renginden arındıktan sonra aynalara baktığımızda gördüğümüz kimseleriz!  

Üstümüzde gökyüzünden bir entari, üzerinde çiçeklerden, kuşlardan, kelebeklerden, ipek böceğinden, dut yaprağından, şeftali, erik ağacından, bahardan, yazdan, kışın beyazından, hazan sarısından desenleri olan… Aynı kumaştan biçilmiş insanlık elbisesini eğnine geçirenleriz.

Ayağımızın altındaki kara topraktan neşet edeniz biz…

Varacağımız son sığınak biteviye çiğnediğimiz, fütursuzca ezdiğimiz toprağın bağrında, bunu da iyi biliriz. 

Bu sebeple ölüm bizi öldürmeden, içimizde bir yerlerde şeytanî, nefsanî ne varsa tümünü öldürmeye yemin etmeliyiz.

Marka giysilere muhtaç olmayacak kadar zenginiz! Vicdan, merhamet, şefkat, dirayet, cesaret, metanet ve dahi heybet bizim mücevherlerimiz!

İşte bu yüzden, birbirimizi seyrederken giysilerimizin renginden, ziynetlerimizin şavkından değil, insaniyetimizin ışığından etkilenmek olmalı niyetimiz!

Kendimizi dinlediğimizde, rûhumuzda hürriyet tutkusundan, kalbimizde muhabbet huzurundan, aklımızda saygı ve sevgi şuurundan bestelenmiş bir insanlık şarkısı duymaya teşneyiz!

 

İyiliğin destekçisi, kötülüğün bıçkısı olma gayretine düşebildiğimiz kadar iyiyiz!

Biliriz ki, bîtaraf olan bertaraf olur. Bir tarafımız olmalı elbet. Ancak taraftarlık cinnetiyle hakikat cinayetleri işleme gafletine düşmemeliyiz!

Sadece kendi evlâdımızın değil, uzak coğrafyalarda gözleri ıslak çocukların gözyaşından mesul olduğumuzu da bilmeliyiz!

Açlıktan ölen insanların kabristanıdır sırtımızdaki görünmez kamburlar. Omuzlarımızı dik tutmaktan bu yüzden utanmalıyız!

İnsanlığın sukut ettiği zamanlara, savaşlara, zulümlere inat insan olmakta, insan kalmakta karar kılmalıyız!

Biz “şeyler”le donandığımız kadar değil, her şeyden arındığımız kadar insanız, bunu hiç unutmamalıyız!

Taraflı tarafsız güzel olanı görünce alkışlamaya, yanlı yansız çirkin olanı güzelleştirmeye talip olmalıyız!

Aynaya böyle baktığımızda, yakından uzağa, doğudan batıya, kuzeyden güneye insan olmaklığımızın gücünü haykırabiliriz.

İşte biz, insanlık medresesinin daimî talebeleriyiz! Hayat ile memat arası bir müfredatın takipçisiyiz…

Kendimizden başkası için rahatsız olacak kadar vicdanlı…

Darda kalmış bir yabancıyı kucaklayabileceğimiz kadar merhametli…

Mazlumlar için duâya duracak kadar duyarlı…

Uzak acılara gözyaşı dökecek kadar şefkatli…

Zalime “Dur!” diyecek kadar dirayetli…

Korkuyu korkutacak kadar metanetli…

Evvelâ ailesine, sonra milletine, vatanına, bayrağına ve dahi hürriyetine sahip çıkıp tüm bu insanî vasıflarla sınırları aşacak kadar heybetli olmayı başardığımızda, insanlık adına bahtiyar olacağız!

Hâsılı bizler, yaratılış gayemizi birbirimizin gözünden seyredebilmeliyiz!

Unutmadık! Tüm mahlûkat içinde Allah’ın halîfe ilân ettiği sadece bizleriz!

İnsan yaratılma lütfuna nankörlükten imtina etmeliyiz!

Bu yüzdendir ki, her nefesimizde, her adımımızda, her sevdâmızda, her kederimizde, her saâdetimizde, dilimizle olmasa bile hem kalbimizle, hem ahvalimizle fiilen “Hû” diye zikretmeliyiz!

Hatırladık mı şimdi birbirimizi? Biz, “Bezm-i Elest”te tüm güzelliklere şâhit olmuş, yan yana durmuş rûhlarımızla tanışmış kardeşleriz!

Biz, Cennet’te ağırlanıp İslâm fıtratı ile dünyaya iltica ettirilmiş, beşeriz!

Her geçen gün kirlenen şu dünyada, zalimlere inat, insaniyetimizin onurunu kurtarmanın derdine düşmeliyiz!  

Yok birbirimizden ne fazlamız, ne eksiğimiz. “Onlar ve biz” olmamalı prensibimiz. Biz, hep birlikte, dünyayı zulümden kurtaracak gücü varlığından ve birlikteliğinden doğuracak, dünya saâdetine gebe iman edenleriz!

Değil mi ki halîfelik unvanını dağlara taşlara nispet edercesine yüklenen bizleriz; öyleyse bu cüretin kefaretini Hakk’ın ve hakikatin neferi olup insanca ödemeliyiz!