Cumhuriyet’in başarısı

Türkiye’nin gelişmesine, ilerlemesine, refahına, sosyal ve ekonomik sorunlarını çözmek için yapılmış başarılı bütün atılım dönemleri, CHP’ye rağmen yapılmıştır. O atılımlar ise CHP’nin, “Kemal Paşa” adının ön ayak olduğu darbelerle kesintiye uğramıştır. Kemal Paşa adına yapılan yasal düzenlemeler ve CHP’nin faaliyetleri, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önünde en büyük engel olarak durmaya devam etmektedir.

TÜRKİYE’de resmî bayramların hemen hepsi geçmiş ile bir hesaplaşma zeminidir. Çünkü resm3i törenlerde yapılan konuşmalarda genel olarak Cumhuriyet öncesi dönem, en kaba ve münasebetsiz kavramlarla aşağılanır. Bu aşağılamalara itiraz etmek ise genellikle padişahlık taraftarlığı olarak kabul edilir ve bir suçlama nedeni sayılır.

Oysa aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, tarafların birbirlerini suçlamadan ve kınamadan konuştukları, müzakere ettikleri bir imkân ya da zemin henüz teşekkül etmemiştir. Zaten Türk halkının ve Türkiye’nin varlığı yalnızca ve sadece bir kişinin adı ile mümkün görüldüğü içindir ki doğrudan o kişiye yönelen her eleştiri de Türkiye’ye ve Türk halkına karşı yönelmiş sayılarak duruma göre ya toplumsal bir linç ya da mahkemeler eliyle cezalandırmaya maruz bırakılmaktadır.

Oysa padişah taraftarı olması lâzım gelen kuşak, Cumhuriyet’i ilân eden kuşaktır. Çünkü onlar Osmanlı dönemi okullarında okumuşlar, padişahların fermanları ile mâkam mansıp ve ün sahibi olmuşlardır. Her seferinde padişaha bağlılıklarını “Kulunuzum ey efendimiz” nidâları ile bezeyenler, gün gelmiş, padişahlığın en acımasız örneklerini de ortaya koymuşlardır.

İşin bir diğer tarafı ise, “Cumhuriyet’in başarılı olduğu” görüşünün yaygın olmasıdır. Bir yönetimin başarısı elbette, kendisini ortaya koyduğu hedefler ve benzeri ülkeler ile karşılaştırılması ile anlaşılır. Ortaya konulan hedeflerden önce hatırlamak öğretici olacaktır ki, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı asla “Türk halkının karakterine en uygun yönetim” olduğundan değildir. Her ne kadar resmî törenlerde protokol konuşmaları arasında bu nakarat duyulsa da, bunun gerçek ile bir münasebeti yoktur. Üstelik ilân edilen hedeflerin de işgâlci devletlerin beklentileri ile ne ölçüde uyumlu olduğunun tespit edilmesi son derece önemlidir.

Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş olan İttifak Devletleri’nin tümünde, Almanya, Avusturya, Bulgaristan, Macaristan ve Türkiye’de padişahlık/krallık yönetimleri yerine cumhuriyet idareleri kurulmuştur. Bu yönetim değişikliğinin savaşı kazanmış olan İtilaf Devletleri’nin, özellikle İngiltere’nin isteği ve dahli olmadan gerçekleşmiş olması mümkün değildir. İttifak Devletleri’nde yönetim değişikliği için İngiltere’nin dahli, ülkeden ülkeye farklılık örnekleri gösterse bile, en çok Türkiye’deki değişime müdâhil olması açısından inkâr edilemez. O kadar ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı’nı açış konuşmasında, “Anadolu’da bir Türk devleti kurulacağını, başkentinin de Anadolu’da Ankara ya da Bursa gibi bir şehrin olacağını” açıklamıştır.

Şaşırtıcı olmayan bir husus da, İngilizlerin İstanbul’u bırakıp gitmelerinden bir hafta sonra, 11 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent olmasının kanunlaşmasıdır. Türkiye’yi yönetenlerin özgür iradeleriyle Ankara’yı başkent yaptıklarına hâlâ inananlar var ise, elbette doğru kadar yanlışa da inanma özgürlüğü kapsamında bu tercihlerini sürdürebilirler.

Bir yakın tarih mukayesesi ve muhasebesi

Cumhuriyet’i ilân eden kadro, her konuda Batılı bir toplum vaat etmişti. Bu hedef için gerekli olan yönetimin de cumhuriyet olduğu iddia edilmişti. Ancak nasıl bir cumhuriyet olacaktı? İşin tuhafı, Cumhuriyet’in başlangıcında inkâr edilemez bir İngiliz dahli olduğu hâlde, yönetim işleri İngiltere’ye hiç benzememişti. İngiltere’de krallık/padişahlık vardı ama bunun yanında çok partili özgür seçimler de vardı. Türkiye’de ise 1913’te Bâb-ı Âli Baskını ile ara verilen çok partili özgür seçimler, Cumhuriyet’le birlikte temelli olarak yok sayıldı. 

İngiltere’de vatandaşın hükûmeti beğenme, yaptıklarını alkışlama gibi fantastik ödevleri yoktu. Buna karşılık, Türkiye’de muhalefet “vatan hainliği” sayıldığı gibi özgür basın da “iç düşman” sayılmıştı. Her konuda Batılı toplum olmayı vaat edenler, yönetim işleri konusunda katmerli bir istibdat tesis etmişlerdi. Bugün bile tek parti yönetimi hakkındaki eleştirileri, yüz yıl sonra bazı kesimler “hainlik ve iç düşman” kavramları ile açıklamaktadırlar. O kesimlerde değişen fazla bir şey yoktur.

“İstibdat” deyince ders kitaplarının yönlendirmesiyle İkinci Abdülhamid’in adı akıllara gelse de, onun zamanında siyâsî nedenlerle kimse idam edilmemişti. Ancak Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’de siyâsî nedenlerle idam olmaktan kurtulmak, ciddî bir yeteneğe ve şansa kalmıştı. Çünkü İstiklâl Mahkemeleri ile hukuksuz bir şekilde idam edilenlerin sayısını yüz yıl sonra bile kimse bilmiyor. Çünkü keyfî bir idare kurulmuştu. “Evet, kanunlar var ama bir de ihtilâl hukuku var” denilerek, yazılı ve herhangi bir hukuk geleneğinde de karşılığı olmayan nedenlere bağlı olarak siyâsî gerekçelerle insanların idam edilmeleri, geri kalanlarınsa korkutulup sindirilmeleri vakay-i âdiyeden sayılmıştı.

Ankara ve Lozan gibi doğrudan Türkiye’nin zararına olan anlaşmaları eleştiren bir tek yazı/haber, dönemin basınında yer almamıştı. Elbette konu hakkında eleştirel bir kitap yayınlanamamıştı. Buna karşılık “yedi düvelin Türkiye’nin önünde diz çöktüğü” gibi, daha çok düşman güldüren akıl dışı söylemler tekrarlanmıştı.

Başta Cumhuriyet ve Hâkimiyet-i Milliye olmak üzere pek çok gazete, Hazîne’den arpasını alarak yayın yapar, “Yaşa, var ol!”, “Benzerin yoktur!” gibi ortak başlıklarla çıkardı. Hakikat-i hâlde ise onları tek bir gazete, hükümet gazetesi saymak daha gerçekçi olurdu. Alfabe değişimi ile de zaten kitaplar, yeni kuşaklar için ancak müzelerde seyredilecek birer malzeme durumuna gelmiş, o kitapların benzeri ise bir daha 1950’lere kadar basılamamıştı.

Üniversite hocaları 1933’te kovulmuş, yerlerine Almanya’da kapı dışarı edilen Yahudi hocalar getirilmişti. O günden beri “Hitler’in kovduğu Yahudi hocalara üniversite kapımızı açtık” diye övünenler, yerli hocaları niçin kapı dışarı ettikleri sorusu ile karşılaşmadılar. Türkiye’nin bilim ve kültür hayatı, görülmemiş bir sansür, alfabe değişimi ve üniversiteden hocaların kovulması ile belki bir yüz yıl geriye gitmiştir.

1929’dan itibaren Giresun-Alucra ve İstanbul gibi yerlerde açlıktan ölenlerin haberleri basında yer almadı ama Kızılay, bu işlere müdahale etmesini öngören emirler nedeniyle resmî yazışmalara konu olmuştu. Buna karşılık her şehirde valilerin zorlaması üzerine on binlerin katılımı ile heykel açma yarışları düzenlenmişti. Yurtdışından astronomik rakamlarla getirilen heykeltıraşlar, yurdun dört bir yanını heykellerle süslemeye çalışmışlardı. Çünkü yönetim, kendisinin sağlamlığını şehirlerde uzanan heykel gölgelerinin uzunluğu ile ölçmeye başlamıştı.

Almanya ile Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na müttefik girmiş ve savaştan mağlûp olarak çıkmışlardı. 1939’a gelindiğinde Almanya dünya çapında bir süper güç olmuşken, Türkiye sefâlet ve çâresizlik içinde kıvranmaktaydı. Türkiye’nin tek tesellisi, bütün dünyanın kıskandığı söylenen bir kurtarıcıya sahip olmasıydı. Almanya’da görülen sosyal ve ekonomik gelişme, ulaşım alanında baş döndüren ilerleme ise Türkiye’de yoktu.

O hâlde Cumhuriyet’in başarısı nerede aranmalıydı? Ekonomik ve sosyal gelişme alanında siyâsî hak ve özgürlükler konusunda bir başarıdan söz etmek mümkün müdür? 1913’te kurulan tek parti idaresi, 1923’ten sonra isim değişikliği ile devam etmişti. Büyük yolsuzluklar ve yağmaya varan haksız menfaat teminleri, ortak taraflarıydı. İTC (İttihad-Terakki Cemiyeti) döneminde ortaya çıkan savaş zenginlerinin yerini CHP döneminde “Cumhuriyet’in sevimli zenginleri” almıştı.

Ancak teslim etmeli ki, İTC, vatandaşın günlük hayatına karışmaz, kısıtlamalar getirmez, “Batılılara benzeyeceksiniz” diye bir zorlamada bulunmazdı. CHP döneminde ise doğrudan vatandaşın günlük hayatı da bir cendere içine sokulmuştu.

Başarının nispeti

Bugünlerde “Cumhuriyet’in başarısını” anlatmak için sadece Onuncu Yıl Marşı söylenmektedir. On yılda on beş milyon genç yaratmakla övünerek bunu Tek Parti Başkanı’nın bir başarısı olarak takdim etse de, o başkanın kendisinin bile çocuğu yoktu. Hayatın doğal akışı içinde gerçekleşen bir nüfus artışı, bir yönetimi ibra etmenin harcı olarak kullanılabilir mi?

Dış destekle hazırlanmış bir projenin sonunda, egemenlik el değiştirmiştir. Vahdeddin’in egemenlik hakkı bitirilmiştir. Vahdeddin bütün övgülerin aksine, herhangi bir misyonu sürdürecek kuvvet ve dirayete de sahip değildi. Kemal Paşa’nın en büyük şanslarından birisi olmalıydı. Çünkü Paşa, Vahdeddin’e bağlı olduğuna onu inandırmıştı. Bu inançla kendisine büyük bir ikbâl hazırlamıştı. Ancak bu ikbâlini kullanırken Vahdeddin’e karşı asla merhametli davranmamıştı.

Özetle, Cumhuriyet’in hedefi olarak ilân edilen Batılı bir toplum ve idare tarzı asla tesis edilmemiştir. Çünkü Batı’da olan özgür seçimler, özgür basın, bireysel hak ve özgürlükler Türkiye’de yoktur. O dönem bunları istemek bile vatan hainliği sayılmıştır. Cumhuriyet’in başarısından söz edenler, muhtemeldir ki hâlâ Kemal Paşa’nın her yerde görünürlüğünü sürdürmesini kastediyor olmalıdırlar. Kemal Paşa’nın iktidarı için bunlar bir başarı sayılabilir. Ancak bir yönetim olarak Cumhuriyet’in ya da Türkiye’nin başarısı sayılamazlar.

Üstelik Türkiye’nin gelişmesine, ilerlemesine, refahına, sosyal ve ekonomik sorunlarını çözmek için yapılmış başarılı bütün atılım dönemleri, CHP’ye rağmen yapılmıştır. O atılımlar ise CHP’nin, “Kemal Paşa” adının ön ayak olduğu darbelerle kesintiye uğramıştır. Kemal Paşa adına yapılan yasal düzenlemeler ve CHP’nin faaliyetleri, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önünde en büyük engel olarak durmaya devam etmektedir. Kâmil bir düşünce özgürlüğü için o düzenlemelerin ve CHP engelinin ortadan kaldırılması, Türkiye’nin yarınları için hayatî derecede önemlidir.